Ölüm Yıldızı – Ejderha Festivali – 2.Bölüm

33 0 12 Ağustos 2024 0 Oy

Roi! Roi!” Emily arkamdan sanki bıçaklanmış gibi abartılı bir şekilde bağırdığında derin bir nefes alarak arkamı döndüm. Onu beklememe şaşırmış olsa da fazla sorgulamadan hemen bana yetişti ve beraber yürümeye başladık. “Gazeteyi okudun mu? Kral yeni açıklama yapmış, Ejderha festivali ile ilgili. Geçen seferkilerden kat ve kat daha büyük ve gösterişli bir festival olacakmış.” Emily kelimeleri arka arkaya sıralarken ben arkadaşımı üzmeden onu gerçekleri nasıl açıklayacağımı düşünüyordum. “Emily ben bizim festivale katılmamıza izin vereceklerini düşünmüyorum.”

Emily derin bir iç çekti. ”Gerçekten Roi, insanın keyfini kaçırmayı çok iyi biliyorsun! Bence bu yıl krallığın alt kesimden olan bizim de katılabileceğimiz kadar büyük bir festival düzenleyeceğini düşünüyorum.” Onu üzmek istemiyordum ama bunun olma olasılığı çok düşüktü. ”Nasıl istersen Emily.” dedim ve hafif uzun kırmızı saçlarımı geriye doğru ittim.  

Her yerde insanların bulunduğu toprak yolda ilerlemeye devam ettik. Gece yağmur yağdığı için toprak yolun bazı yerleri çamurlaşmış gelen geçen insanların yırtık botlarını kirletiyordu. İnsanlar ilk buraya geldiğimiz zaman bizi kabul etmekte baya zorlanmıştı. Özellikle beni ve kırmızı saçlarımı. Buna özellikle dikkat çekiyorum çünkü saçlarım kızıl değil kırmızı. Saçlarım kan renginde ve bu insanlara iyi şeyler çağrıştırmıyor. 

Bir de on yedi yaşında görünüyor olmam gibi bir sorunum var. Ben aslında yüz yetmiş sekiz yaşındayım. Annem ben on yedi yaşımdayken trajik bir şekilde öldüğünden beri birazcık bile büyümedim veya yaşlanmadım. İnsanlar yaşlanmadığımı anlamasın diye belirli aralıklarla benim için değerli olan iki insanla beraber yaşadığımız yeri değiştiriyoruz.  

Yolda yürürken elime bir gazete tutuşturan küçük çocuğa biraz para verip yolda yürümeye devam ettim. Emily ise hâlâ festival ile ilgili bir şeyler anlatıyordu ama ben gazeteyi okumaya odaklanmıştım. Annem öldüğü zaman henüz insanların, ejderhaların varlığından haberi yoktu. Bütün o savaşları görmüştüm ve en son isteyeceğim şey insanların ve ejderhaların tekrar bir savaş içine girmesiydi. Gazete genel olarak dünkü ile aynıydı bir şey hariç. 

Yanlış bir şeyler vardı. Yanlış bir şey görmüyordum ama kalbim hızlı atmaya başlamıştı. Bir şeyler yanlıştı ama bu hata gazetede miydi yoksa başka bir yerde miydi? Sonra duyduğum sesle irkildim ve tekrardan odağımı buldum. “Roi? İyi misin?” İyi değildim ama bunu ona söyleyemezdim. Derin bir nefes aldım ve iyiyim anlamında kafamı salladım.  Zihnimde annemin son sözleri dönmeye başladı. ”Kaç Roi. Bu dünya senin düşmanın değil belki ama bu krallık senin düşmanın.” Bu dünya düşmanım değilse ama bu krallık düşmanımsa bu dünyada bulunan ve benim düşmanım olmayanlar kimdi? 

Emily’nin kolumdan çekiştirerek beni samanlığa sokmasına laf etmedim. “Bütün gün bu samanlıkta uyuyabilirim!” diye sevinçle bağıran Emily’e gülümsedim ve konuşmaya başladım. “Bu samanlar kendi kendilerini taşıyamazlar ya?” Emily şakacı bir şekilde homurdandı ve sonra yanıma geldiği sırada gazeteyi samanların hemen ortasında duran sandalyenin altına koydum, bu gazeteyle ilgil içimde pek de iyi olmayan hisler vardı. Bir süre köydeki samanlıktaki samanları köylülerin evlerine dağıttık. Her ay krallık köylere belli miktarda saman gönderiyordu çünkü özellikle kışın yaklaştıkça ürünlerimiz azalıyordu. 

Her köyde olduğu gibi bu köyde de şövalyeler vardı. En iyi olanlar saraya gittiği için bu gibi alt kesimin olduğu köy gibi yerlere genelde ya sarhoş olanlar ya da en beceriksizleri geliyordu. Jake bunlardan biriydi. Bizim köydeki en yetkili şövalye oydu. Genellikle sinirli ve gergin olsa bile köyde olan hiçbir şey umrunda değildi, onun için önemli olan tek şey üstlerinin bu köyde olanları öğrenmemesiydi. Ama buna rağmen köyümüzde çok da suç işlenmezdi. 

Emily eve dönmesi ve çocuklara yemek hazırlaması gerektiğini söylediğinde kafamı salladım. Buraya üç kişi gelmiştik. Ben, Emily ve Olivier. Olivier, hayatım boyunca yanımda olan ve her sırrımı bilen tek kişiydi. Annemden sonra en yakın olduğum kişi o diyebilirim. Onunla beraber bebekliğim, çocukluğum ve gençliğim geçti. Daha doğrusu hala gençliğim geçiyor. Bu tamamen gençlik anlayışınıza bağlı. O bu yüz yetmiş sekiz yıllık hayatımda kaybettiğim onlarca insandan sonra kaybetmeyi göze alamayacağım biriydi. Onun ölmesine asla izin vermeyecektim, asla. Emily daha genç ve onu sadece beş yıldır tanıyorum ve o da hayatımın en önemli sırrını bilen dört kişiden biri. Bu yüzden yaşlanmayışımı sorgulamıyor. 

Buraya geldikten sonra ise Karen, Kaden ve Kai adındaki üçüzlerle tanışmıştık ve Olivier onlara çok hızlı bağlanmıştı. Bir önceki ayrıldığımız köyden ayrılma sebebimizi kimse bilmiyordu, üçüzlerde buna dahildi. Emily’nin “çocuklar” diye bahsettiği kişiler kendi başının çaresine bir türlü bakmayı başaramayan Olivier, Kaden ve Kai’den başkası değildi. Onların aksine Karen oldukça iyi hallediyordu.

Emily yanımdan ayrıldığında pazara gitmeye karar verdim. Yiyecek neredeyse hiçbir şeyimiz yoktu. Elimdeki birkaç bakır parayla pazara doğru ilerledim. Bu gibi köylerde para çok bulunmazdı. Bakır paralar en değersizleridir. Yirmi sekiz tane bakır para bir tane gümüş paraya, gümüş paranın yirmi sekiz tanesi ise bir altın paraya eşittir. Daha önce hiç bir altın parayla karşılaşmadım. Altın paralardan daha değerli olanlar ise platin ve sonra elmas paralardır. Bakır ve gümüş paranın aksine diğerleri evrenseldir. Yani altın, platin ve elmas paralar ile ejderhalar ve iblisler ile de alışveriş yapabilirsiniz.

Pazar alanı köyün biraz dışında yaklaşık beş tane köyün ortasında bulunan boş bir arazide olurdu. Hızlı adımlarla pazar alanına ilerlediğim sırada hâlâ aklımda o gazete vardı. O gazetede atladığım bir satır veya görmediğim bir haber vardı belki de,kim bilir? Birinin hemen yanımda benimle konuşmaya başlaması ile pazar yerine vardığımı anladım. “İki kilodan fazla havuç alana her kiloda yarım bakır indirim var oğlum.” dedi bir teyze. 

Oldukça ucuz bir fiyat söylediği için kafamı çevirip havuçlara baktım. Hepsi çürümüş, ezilmişti. “Kilosu ne kadar?” diye sorduğumda hızla cevap verdi. “Kilosu bir bakır oğlum.” Oğlum kelimesi içimde bir yerlerde bir yanma hissi oluştururken hızla kafamı salladım. “İki kilo havuçu bir bakıra verirsen alırım.” Teyze havuçların elinde kalmasından korkuyormuş gibi hızla kafasını salladı ve kumaş bir poşete havuçları koymaya başladı. Elimdeki üç bakırdan birini ona verdim kumaş poşeti elinden aldım.

Elimdeki iki bakır para ve iki kilo havuçla pazarı dolaşmaya devam ettiğim sırada Karen’i gördüm. Hızlı adımlarla, elindeki poşetleri sallayarak yanıma geldi. “Ne aldın Roi?” diyerek gözlerimin içine baktığında elimdeki havuç dolu kumaş poşeti havaya kaldırdım ve konuştum. “Çürük havuçlar.” Karen kıkırdadı ve o da elindeki poşetleri havaya kaldırdı. “Üç kilo patates ve bir kilo domates.” Kelimeleri onun dudaklarından döküldüğünde kaşlarımı çattım. Karen hemen durumu toplamak için hızlı hızlı konuşmaya başladı. “Hayır çok para vermedim, çok ucuzdu.” Cevabına karşılık kafamı salladım ve yürümeye devam ettik.

Biz yürürken Karen bana döndü. “Ne kadar bakırın var?” O kadar heyecanlı bir şekilde sormuştu ki normalde geçiştireceğim bu soruya cevap verdim. “Sadece iki tane var.” Karen gülümsedi ve avucunu açtı. Ne istediğini anlamayarak ona baktım. “Versene!” dediğinde iki bakır parayı onun avucuna bıraktığımda gülümsedi. Elindeki kumaş torbaları bana verdi ve ardından hızla elindeki paralarla birlikte pazarın içine girip kayboldu. Burada beklememi istediğini biliyordum. Onu beklerken bir çocuk yanıma gelip bana gazete vermeye çalıştığında bana uzattığı gazetenin sabahkinden farklı olduğunu fark ettim.

“Üzgünüm, yanımda para yok.” dediğimde çocuğun yüzü düştü ve uzaklaşmaya başladı. Çocuk hemen ötemde başka birine gazete satmak için yalvarmaya başladığı sırada siyah pelerinli, pelerinin bir kısmı kafasını kapatan yüzü gözükmeyen garip bir kadın sokağa girdi. O kadını gördüğüm an onun bir cadı olduğunu anlamıştım. Uzun hayatım yüzünden pek çok farklı yerde yaşamış pek çok farklı türdeki kişilerle tanışmıştım ve en iyi bildiğim şey cadıların asla sadece dolaşmak için yaşam alanlarını terk etmeyecekleridir. Kısa süre içinde bir şeyler olacağını bilmenin verdiği tedirginlikle ortamdan uzaklaşmak için bir adım atmıştım ki görüş açıma giren gazeteyle olduğum yere çakıldım.

“Bu gazeteyi al genç. Ejderhalar ya da insanlar senin düşmanın değil. Birinin düşmanı olman için onu yenmeye gücünün olmaması gerekir. Düşmanını bul ya da ejderhalar ve insanlar arasındaki olası savaşı engelle. Bu ikisinden biri doğru cevap. Ama hangisi olduğunu ben söylersem ikisi de yanlış olur. Birini seç. Belki de doğru cevap yoktur, doğru cevap senin seçtiğin olacaktır.” Elindeki gazeteyi bana uzatan cadının sözleri beni bir an için afallattı. Eğer sözleri doğruysa herkes düşmanım olurdu, benden güçsüz kimsenin bulunduğunu zannetmiyordum.

“Yanılıyorsunuz.” dediğimde tek istediğim bu saçmalığın bitmesiydi. Sinirle bana uzattığı gazeteyi ittim. Beni o gazeteye çeken şey her neyse bilmek bile istemiyordum. “Yanılmıyorum Roi, saçlarının rengi, adının anlamı ve yaşın hepsini bir düşün ve kim olduğuna daha doğrusu kim olabileceğini bir düşün.” Kelimelerini söyledikten sonra cadı pelerinin sarındı ve ortadan kayboldu. Gitmişti işte ama arkasında kafasını karıştırdığı beni ve gazeteyi bırakmıştı. Bunu neden yapıyorsun diye sormak istesem de duyacağım hiçbir cevaptan memnun olacağımı zannetmediğim için kelimelerimi yuttum.

Kesik kesik, düzensiz nefesler alarak eğildim ve gazeteyi aldım. Yazılar karmaşık ve harfler hareket ediyordu. Sürekli olarak değişen görseller sanki geleceği gösteriyordu. Derin bir nefes alarak yazıları okumaya çalıştım ama çok zordu. Harfler sürekli kayıyor ardından başka bir kelime, başka bir cümle oluyordu. Zar zor içinden seçtiğim birkaç cümleyi istemsizce sesli bir şekilde okumaya başladım.

“Kraliçe savaşı açıkladı.” Savaş mı? İnsanlar ve ejderhalar arasındaki savaş mı? Neden kraliçe savaşı desteklesin ki? Savaşı açıklayacak kadar gözünü kör eden şey ne? Sadece birkaç saniye sonra bunun yerinde patatese yarım bakır zam geldiğini açıklayan bir yazı yazıyordu. Diğer yazıların da günümüz gazetesiyle yer değiştirmeye başladığını fark edince diğer cümleleri okumaya devam ettim. 

En sonuncu sayfaya geldiğimde okuyabildiğim sadece üç kelime bile bunun hepsinden daha önemli bir haber olduğunu anlamama yeterken kelimelerin geri kalanının aniden yok olması ile bir küfür mırıldandım. “İblis Kralı açıkladı-“ İblis Kralı’nın buna karışmayacağını düşünmüştüm ama sanırım yanılmışım. Cadının dediği gibi sadece gücünün yetmediği kişi düşmanın olsaydı İblis Kralı onları düşman olarak görmez ve hiçbir açıklama yapmazdı ama eğer bu gazete gerçekten az önce bana gelecekteki haberleri okuttuysa İblis Kralı bu olaya karışacaktı. Ya da bu gazete gerçek değildi sadece cadının gerçekçi olmayan bir büyüsüydü.

Karen gülümseyerek yanıma geldiğinde gazeteyi katlayıp pantolonumun arka cebine sıkıştırdım. “Kapa gözlerini.” dediğinde çevreme baktım ve bir tehlike olmadığına emin olunca gözlerimi kapattım. Ardından avucumu açıp elimi ona doğru uzattım. Elime değen poşetle irkildim ve hızla gözlerimi açtım. Avucumun içinde gördüğüm poşete ve içindekilere baktım. Bunlar Himohili şekerleriydi! “Ama nasıl?” diye sorduğumda Karen kıkırdadı. Bu imkansızdı bu şekerlerin sadece iki tanesi bir gümüş paraydı ve şimdi elimde bunlardan en az yirmi tane vardı. 

Karen, omuz silkti ve konuştu. “İyi pazarlık yaparım bilirsin.” Gülümsedim ve elimi onun omzuna koydum. “Hadi eve gidelim. Emily çoktan yiyecek bir şeyler hazırlamıştır.” dediğimde o da hızlı hızlı kafasını salladı. Arından beraber pazardan çıktık ve yavaş adımlarla eve doğru yürümeye başladık. Karen heyecanla fısıldadı. “Şekerleri bizimkilere gösterdiğimizdeki ifadelerini görmek için çok heyecanlıyım.” Onun bu sözleri üzerine ben de kıkırdadım. Saçma ama güzel bir hayatımız vardı. Düşmanım olanları ve olmayanları bulmak ya da savaş falan durdurmak bana göre şeyler değildi, istemiyordum da zaten. Ama içimde bir yerlerde çok kısa bir zaman içinde engellenemez şeyler olacağını söyleyen bir ses vardı ve bu beni korkutuyordu.

Gene de en azından bu gün için mutlu olabilirdim. Kardeşim olarak gördüğüm insanlarla ufak şeyler için sevinebilir, gülebilir, mutlu olabilirdim. Hayatım benim bildiğim hayatım olmaktan çıkmadan bu hayatımın tadını çıkarmaya devam edebilirdim. En azından bu kadarını ben kendime, dünya bana borçluydu.

Karen ile beraber eve vardığımızda şekerler hâlâ elimdeydi. Bu şekerlere sahip olmanın verdiği his o kadar güzeldi ki onları yemek istemiyordum. Karen tek yumruğunu kaldırdı ve iki kere yumuşak bir şekilde kapıya vurdu. Olivier kapıyı açtı ve göz göze geldik. Karen tam önümde durduğu için elimdeki şekerleri göremiyordu. Olivier’a gülümsedim ve elimdeki şeker dolu poşeti havaya kaldırdım. Olivier’ın gözleri şaşkınlıkla büyüdü ve ardından yaşadığı şoku atlatıp kıkırdadı. “Bu hafta yemek yerine şeker yiyeceğiz galiba.” dediğinde Kaden da kapının eşiğine gelmişti. “Ne demek yemek yemeyeceğiz? Açıktım ben!” 

Günün sonunda salonumuzun ortasındaki masada Emily’nin önümüze koyduğu, içinde biraz haşlanmış patates ve havuç bulunan, tabaklarla hepimiz yemeklerimizi yiyorduk. Kai geldiğinde, o bize daha çok bir abi gibidir, herkese şekerlerden bir tane verdi ve geri kalanını poşetiyle beraber karıncalanmış, karıncalanmamış olan yok, dolaplardan birine koydu. Tabağımdaki haşlanmış patates ve havucu elimdeki tahta kaşıkla karıştırdığımda diğerlerinin aksine hiç iştahlı değildim.

Bir sorun vardı. İstemsizce, normal bir şekilde yemeğini yiyen Olivier’a kaydı gözlerim. Tahta kaşığı ile bir havuçtan bir patatesten yiyordu. Ben genelde yemekleri karıştırırken, Olivier yemekleri ayrı ayrı yemeyi severdi. Pek çok şey gibi insanların yemek yeme şekillerinin de onlar hakkında onlar farkında bile olmadan çok önemli bilgiler verdiğini öğrendiğimde sadece yedi yaşındaydım. O zamanlar tanıdığım ve hâlâ yanımda olan tek kişi Olivier’dı. 

Bunca zaman Olivier’ın nasıl benimle yaşadığını, ölmediğini, yaşlanmadığını merak ediyorsunuz değil mi? Sanırım bu küçüklüğümüzden gelen bir bağ sebebiyle böyle. Beni yaşladırmayan şeyin onu da yaşladırmamasını sağlamıştım. Ama bunun iş yaradığını anlamamız fazlası ile uzun sürmüştü. İşin en karmaşık kısmı benim genç kalmamı sağlayan şeyin ne olduğuna dair hiçbir şey bilmiyor oluşumuzdu.

Kai yemeğini her zamanki gibi herkesten önce bitirdi ve kil tabağını mutfaktaki su dolu olan orta büyüklükteki mermer çeşmenin içerisine koymak için salondan çıktı. Olivier ise Karen’in ve Kaden’in de boş olan kil tabaklarını aldı ve onları suya yerleştirmek için Kai’nin peşinden gitti. O sırada yemeğimden hâlâ bir kaşık yemediğimi fark edince Emily’nin kaşları çatılıyor ve gergince tek eli ile sarı saçlarını düzeltiyor. “Roi, iyi misin?” Emily’nin endişesini anlayan Kaden bana bu soruyu sorduğunda irkilerek daldığım yerden çektiğim bakışlarımı konuşan Kaden’a yönlendiriyorum. Ben “Evet, iyiyim.” diyerek cevap verdiğimde gelen bir kırılma sesi ile hepimiz hızla ayağa kalkıyoruz.

Hepimiz korku dolu bir şekilde mutfağa ilerlediğimizde önce elleri kıpkırmızı kan olmuş Olivier’ı görüyoruz. Emily bir çığlık atıp iki eliyle birden yüzünü kapattığı sırada gözüme yerdeki, Emily’nin paramparça olmuş aynası çarpıyor. Ben transa girmiş gibi aynaya bakarken Karen, Emily’i mutfaktan hızla çıkartıyor. Olayın ciddiyetini anlamayan Kaden sessizce kıkırdıyor ardından yanlarına gitmek için bir adım atıyor ama onu kolundan tutuyorum. “Dur!” Ağzımdan çıkan bu üç harfle tüm yüzler bana dönüyor. Bu sefer ortamda bulunan tüm bakışların yöneltildiği kişi bendim.

Neden yaptığımı bilmediğim bir şekilde Olivier’a acıyorum. Aslında neden yaptığımı biliyorum ama bilmiyormuş gibi davranmayı tercih ediyorum çünkü korkuyorum. Kırık bir aynanın on dört yıl uğursuzluk getireceği laneti gibi şeylere yaşadığım süre boyunca hiç inanmamıştım. Ama bugün o cadı ile tanışmış olmam ve sonra Olivier’ın aynayı kırması… Bu ikisinin aynı gün gerçekleşmesi bana bütün bunların bir tesadüften daha fazlası olduğunu göstermeye çalışıyormuş gibiydi. 

Sol eli kanayan Olivier umurunda olan elinden gelen kan değilde ağzımdan çıkan kelimelerdeymiş gibi bana bakıyordu. Gözlerinde anlayamadığım bir duygu vardı. Kırılmış mıydı? Üzgün müydü? Yoksa bana acıyor muydu? İnsanların duygularını anlamak hiçbir zaman en iyi olduğum konu olmamıştır ama insanların duygularını anlayamamak ilk defa bu kadar canımı yakıyordu. Sorun neydi? Anlayamıyordum.

Kai, Kaden’a baktığında sanki ne yapmaları gerektiğini anlamışlar gibi beraber mutfaktan çıktıklarında Olivier hiçbir tepki göstermeden hala sadece bana bakıyordu. Bakışları ile içimi deliyormuş gibiydi. Ona uzanmak için elimi kaldırdım ama sonra bunun saçma bir uğraş olduğunu fark ettim ve onun yerine havada kalan elimi diğer koluma sardım. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. 

Olivier derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı. “Neden durmasını söyledin? Sana göre ben lanetli miyim? Seni suçlamaya çalıştığımı düşünmeni istemem Roi. Seni çok uzun zamandır tanıyorum ve bunlar senin tepkilerin değil. Bir şeyler oluyor ve bana söylemiyorsun.” O konuşmaya devam ederken lafını kestim ve konuşmaya başladım. “Çünkü seni ilgilendirmiyor.” Bunu söyledikten sonra hızla oradan çıktım ve evin dış kapısına doğru ilerledim. Biraz açık havaya çıkmam gerekiyordu. Olivier arkamdan seslendi. “Roi! Nereye gidiyorsun? Roi, Roi!”

Kapıyla ulaşmak için salondan geçerken bu sefer Kaden seslendi. “Roi, ne oldu?” Onu sinirli bakışlarımın hedefi yaptığımda Emily’nin sesini duydum. “Roi?” Bu sefer artık gerçekten sınırıma gelmiştim. İstemsizce dişlerimi sıkıyordum çünkü bu çok sinir bozucuydu. 

Beni belki de ilk defa desteklemelerine ihtiyacım vardı ama hepsi sadece adımı söyleyip duruyordu. Tek bildikleri kelime buymuşçasına hepsi sürekli sadece Roi diyordu. Sanki Roi onların dertelerini çözebilecek, sorularını cevaplayabilecek gibi sadece ona sesleniyorlardı. Ama ben ne yapacağıma en ufak bir fikrim bile olmayarak onların yüzüne bakıyordum. Korkuyordum ve bunu onlara açıklamak istemiyordum.

Ben neden ağzımı açtığımı hatırlamıyorum. Belki küfür ederdim belki geçiştirirdim belki onları üzerdim belki de her şeyi açıklardım, bilmiyorum. Bildiğim ve hatırladığım tek şey evin nasıl havaya uçtuğu ve nasıl korktuğumdur. Hiçbirimiz çığlık bile atamamıştık. Her şey o kadar ani, o kadar hızlı olmuştu ki ne yapacağımızı bilmemiz söz konusu bile olmamıştı. Refleks olarak arkamı dönmeye çalıştığımda üstüme düşen dolapla kendimi yerde bulmam bir saniye bile sürmemişti.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla