Sesini biraz geriye attı beyefendi ve çayından son yudum aldıktan sonra sesli mırıldanarak kitabın tanıtım kısmını okumaya başladı,
“Gözleri aralanmış bir masum, maşukunu arıyor. Ve o ses ki kulağında çınlıyor. Sevgilinin ayak sesi, tüm agengiyle kulağına çalınıyor. O tanıyor o sesi, tüm sesler bir yana o bir yana. Mahçupça gözünü indiriyor adam ve fısıldıyor “Bilmez misin? Sesinle, kalbimde bir can titriyor.”
“Bilirim” diyor genç kız, “hem ki ne bilirim.” Bakıyor uzunca genç adama, bu cüreti nasıl kendinde bulduğuna şaşıyor sonra ve yüzü birden yere eğiliyor. Bir gölge hissedince üstünde bakmak cesaretini yine kendinde buluyor. Gözü delikanlınınkiyle buluşunca, vücudu titriyor, sanki adamın bedeniyle bağlanıyor bedeni de kalbi onun gibi hızlı atıyor. Adam, her seferinde bakarken sanki haya ediyor ve bu hisle her bakışta savaşıyor. Öyle bir arsızlık görüyor ki kendinde, eli kıza dokunmaktan çekiniyor. Hayır o zorluyor ve elini titreterek de olsa kızın yüzüne sürebiliyor.
Ne yazık! şefkat olmuyor o dokunuşta, sanki hengameden çıkmış bitkin bir hal o dokunuşla kıza geçiyor. Kız seviyor ama bu karmaşayı, hiç bitmesin istiyor. Dudağı titrek bir gülüş doğururken, üzerine yığılan yorgunluğu nefesiyle dağıtıyor.
Kesik kesik nefes alırken mırıldanıyor kız
“ölse de yaşam tümüyle dünyada,
sanki sen yine de var olurdun hep burada. Gün bitse, nefes bitse, bakışına hasret otursa
O yalnız kalmış titrek kalbin kederi de doğursa
Devleşip derileşmiş bir aşk fısıldar sanki bana.”
Gülüyor genç adam önce sonra elini tutuyor birden kızın, birbirlerinin tüm hislerine, acılarına vakıf oluyor ve o an bakarak anlaşıyorlar. Söze dökmenin sıradanlığını bakışlarıyla aşıyor ve gözlerini bile aynı anlarda kırparak diyorlar, “Artık sen bensin ben sen, ne varsa bende o aslında sende.” ve o günden sonra biliniyor ki hangisi ben dese öbürüdür onda gizli…”
Son yeri okuduğunda yine etkinlenmişti. Defalarca okusa da bu kitabın her bir satırı onun için hep yabancı bir kitap gibi heyecan vericiydi. Kafasını biraz geriye doğru yasladı ve etrafa salınan kokuyu iyice içine çekti. Bu kitabı zamanında öğretmenlik yaptığı okulda bulmuştu. İlk okuduğunda birinin günlüğünü okuyor gibi gelmişti. Tarih yoktu üzerinde. İçerisinde hangi zamana ait olduğunu gösterecek işaretler bile yoktu. Mesela içinde hiç teknolojiye dair bir şey geçmemişti. Hayali bir ülkede geçiyordu. Hiç duymadığı ve var olduğu bile bilinmeyen bazı hayvanlar, değişik isimli bir takım çiçekler geçiyordu ama asıl konu iki aşığın bir olma yolculuğuydu.
Kitabın zamansız olduğunu düşünüyordu. Birisi belki de yalnızca duygularını yazdığı bir günlük tutmuştu. Belki o kızla adam hiç yoktu. Belki yalnızca olması istenen bir sevgi bağı hayali dünyalara sıkıştırılmış, bir kızla adam yaratılmıştı. Yazan kişi her kimse onların ölümsüz olmasını istiyor olsa gerekti ki bunu kitaba dökmüştü.
Başını koltuktan kaldırdı ve cama doğru baktı. Hep böyle yapardı, kitaptan küçük bir kısım okur sonra üzerine uzunca düşünür, kızı hayal etmeye çalışırdı. Aşk hissedebileceğini pek düşünmezdi ama sanki bu kitaptaki kız gelse ona sırıl sıklam aşık olurdu. Yüzünü belli belirsiz bir gülümseme aldı.
Kitabın başka bir nüshasını bulamamıştı ama onu dijital dünya kütüphanesine ekletmişti. Aşk ve duygu tanımı yapan hikayeleri dijital kütüphaneye ekletmek aslında komikti. Dijital kitaplar oldukça süzülmüş bilgileri içeriyor, okuyan kişinin o dünyaya girmesini sağlıyordu. Normal şartlarda belki 20 saatlerini alacak bu okuma eğer dijital dünyadan okunursa yalnızca iki saatlerinş alıyordu. Kitabın içindeki herhangi bir karakteri seçip onun yaptığı her şeyi yapıp yaşadığı her şeyi yaşayabiliyorlardı.
İsteyen anlatıcı olarak kitabın dünyasına girip sadece izliyordu. Kitapta geçen duyguyu okumuyor hissediyorlardı bu yüzden günde sadece bir kitabı okumak onlar için daha iyiydi. Bir iki saat ama karmaşık şeyleri hızla yaşamaktan yorulmuş ve bitap düşmüş bedenler, okuduklarını düşünmek istemeyen zihinler, deli gibi okurdu yine de çoğu kitabı.
Beyefendi de çoğu kitabı böyle okurdu ama hikayesi olanları asla. Onlar için her zaman vakti vardı. Belki kitabı dijtal dünyada okusa o kızı düşleyemeyecekti. Belki daha önce hiç hissetmediği o duygusal incelikleri hissetmeyecekti.
Birden uzağında duran sokağın köşesini dönen sarı giymiş çocuklara takıldı gözleri. On beş kişiydiler ve önlerinde siyah parlak pardesu giyen kadının ardında tek sıra yürüyorlardı. Kurtarılmış şehrin enfekte çocukları. Onların içlerinden bazısı iyileşiyordu ama çoğu artık ümitsizlik duygusunu ezberletecek kadar kötü durumdaydı. Şehir kuruldu kurulalı umudu yeşertecek çok az şey olmuştu.
Çocuklar birden durmuşlardı ve yalnızca başlarındaki kadının biraz telaşlandığı anlaşılmıştı. Beyefendi huzursuzca kıpırdandı ve ayağa kalkıp cama iyice yanaştı. Kaşlarını çatmış, öğretmenin baktığı yeri görmeye çalıştı ama ağaç dalları buna engel oluyordu. Birden henüz ancak beş yaşında gibi duran kız çocuğunun sarı tulumunda bir kırmızılık belirdi.
Öğretmen diğer çocukları toplamaya çalışıyordu ama başarılı olamadı. Yere düşen çocuğu birden kollarının arasına aldı ve diğer çocukları arkasında bırakıp beyefendinin artık görüş alanında olmayan bir sokağa saptı. Kitabı artık elinden bırakmış olan adam hızla odasından çıktı ve gayri ihtiyari bir telaşla Bilgenin odasına girdi. Kız karşı koltukta oturmuş camdan dışarıyı seyrediyordu, telaşı hiç konuşmasa bile belliydi. Küçük elleri birden camın üstünden çekildi ve yanlara düştü.
“Bir çocuk,” dedi korkusunu gizlemeden, “bir çocuğu öldürdüler.” Beyefendi ona doğru yanaştı ve “sen bunu gördün mü? Kimin öldürdüğünü gördün mü?” Dedi.
Bilge gözlerini kısıp ağlamasını engellemeye çalışıyordu ama beceremedi. Gözünden birkaç damla yaş art arda akarken beyefendiye doğru yürüdü ve bacaklarına sarılıp ondan güç aldı. Adam kızın başını tedirgin bir hamleyle okşadı ama pek merhamet duyması yoktu. Kızı korkutmamak için telaşını ve acelesini gizledi, sanki çok önemsiz bir konuyu konuşuyor gibi bir tavırla sordu, “Haydi Bilge, kim olduğunu nasıl yaptığını gördüysen söyle lütfen.”
Bilge gözlerindeki tereddütü gizlemek istedi ama yapamadı. Yine de ne olursa olsun ona güvenmeyi seçti ve gördüklerini anlattı. “Sarı tulumlu biriydi. Boyu senden bile büyük gibiydi. Altta biraz göbeği vardı ve yüzünü boyamıştı” Son lafını da söyledi ve hıçkırıklarını peşi sıra saldı.
Beyefendi sıkılmış bir telaşla Bilgenin ağlamasının bitmesini bekledi ama bitecek gibi değildi. Cebinden çıkardığı küçük bir kırmızı şekeri eline tutuşturdu ve bacağına sarılan kızı sakince kucağına alıp yatağına oturttu. Kuzın korktuğu her halinden belliydi ve o ilk zamanki bilmiş tavırları tamamen gitmiş yerine korkak bir çocuk gelmişti.
Onu böylece arkada bırakıp gidecekti ki Bilge ona birden sanki söylemeye son anda karar verdiği bir sırrı söylemek için seslendi.
“O katil,” dedi sonra biraz duraksadı. Sanki birden vaz geçmişti ve lafını değiştirdi. “Onu yakalarsan ne yapacaksın?” Beyefendi bu u dönüşünü anlamayacak biri değildi ama şimdi bunu deşeleyecek vakti yoktu. Hiç de küçük bir çocukla konuşur gibi olmayan ses tonuyla o kaba cümlelerini söyledi. “Sarı tulumunu kırmızıya boyayacağım. Tıpkı benden bir şeyler saklayan herkese yaptığım gibi.” Son lafındaki tehdidi, korkutmak için diktiği gözlerini kırpmadan söylemişti.
Bilge yüzü kızarmış bir çaresizlikle yere baktı ve sessizliğini korudu. Beyefendi odadan çıktığında o minik omuzlarına yüklenmiş bir çok sırrın altında ezildiği için ağladı, ağladı. En sonunda gözlerini kapatmıştı ve rüyasında babasının ona söylediği son sözleri yeniden söylediğini gördü. Ellerini tutup onun göz yaşlarını öpen babası yumuşacık sesiyle ona her gün söylediği tembihini tekrarlıyordu.
“Unutma kızım biz bilgeleriz. Beyefendi ve onun gibi olan herkesten daha eski, hepsinden daha güçlüyüz. Biz insanlığın hafızasıyız kızım. Biz onların hiç kaçamayacakları gerçekleriz!”
Yorumlar