Lynn – 2. Bölüm 1. Kısım
Avcıdan kaçan tavşan gibi oradan uzaklaşacak kadar utanmama sebep olan bu kadını düşünürken uyuyakaldım. O kadar derin bir uyku uyudum ki sabahında geri döndüğüm evimde akşam uyandım. Halbuki ben uyumaktan nefret ederim. Beynim uyuşur uyuyunca. Bu yüzden olabildiğince az uyurum. Elimden gelse hiç uyumam fakat yoğun bir iş tempom olduğundan dolayı uykumu almış olmam lazım.
Lynn… Güzel isim. “Acaba anlamı ne?” diye merak edip sözlüğü karıştırınca göl anlamına geldiğini öğrendim. Göller güzeldir, izlemesi insana tüm dertlerini unutturuverir. Bi’ baktınız mı uçsuz bucaksız gökyüzünü görürsünüz. Düşüncelere dalarsınız, içiniz huzur dolar. Bazen Hyde Park’daki göle saatlerce baktığım olur. İzlemesi, bu dünyadaki zevk verici nadir şeylerden biridir. Gölü izleyebildiğim kadar insanların yüzüne uzun süre bakamam. Sebebini bilmiyorum. Herhalde bakmaya değer bir şey bulamadığımdan olsa gerek. Fakat bugün bu durum böyle kalmadı. O kadının yüzüne bakınca, saatlerce seyrettiğim gölü gördüm sanki. Sebepsiz bir mutluluk fışkırdı beynimden, sınırsız bir sevgi fışkırdı kalbimden. Bu ani değişim doğal olarak beni afallatmış, arkama bile bakmadan kaçmama sebebiyet vermişti. Geri dönüp o şekilde kaçtığım için özür dilemek, biraz daha sohbet edebilmek isterdim.
Her neyse, olan olmuştu artık. Geçmişin pişmanlığını yaşamayı uzun zaman önce bıraktım, ruhum ölmeden epey önce. Dışarı çıkıp bir akşam yürüyüşü yapsam, kendimi biraz yorsam tekrar uyuyacak yorgunluğa erişirim sanırım. Pencereyi açıp elimi dışarıya çıkardım. Dışarısı serindi, hafif bir rüzgâr esintisi hakimdi. Fakat paltomu taşıtacak kadar da değil. Yataktan kalktım ve üstümü değiştim. Sonrasında kapıdan dışarı çıktım.
Bugün gökyüzü, Hyde Park’daki gölde gördüğüm uçsuz bucaksız gökyüzü gibi bulutsuz, yıldızlarla doluydu. Ay, tam ay evresindeydi ve bir ampul gibi parlıyordu. Sabah ölü olan, yaşayan bir canlının olduğu konusunda insanda şüphe uyandıran şehir, uykusundan uyanmış, her bir tarafı dopdoluydu. Kafelerde oturup çay kahve eşliğinde birbiriyle sohbet edenler, eşi ve çocuklarıyla yürüyüşe çıkmış aileler, yolun üzerindeki insanları bir o yana bir bu yana dağıtan at arabaları şehrin sabahki durumundan eser kalmadığının kanıtı niteliğindeki şeylerdi. Fakat bunlar benim için bir önem arz etmiyordu. Yanımda birileri de olsa toplum içinde yalnız biriydim. Çünkü toplumun genel durumu beni buna zorluyordu. Yalnız kalmaya. Aslında halimden, yoğun iş tempomu hariç tutacak olursak, gayet memnumdum. Böyle iyiydim ben. Yalnız iyiydim. Ama fena mı olurdu diye düşünmüyor da değilim: Yanımda sevdiğim biri olsaydı diye. Sevdiğimden değil fakat yanımda bu sabahki hanımefendiyi düşündüm. Birlikte gece yürüyüşüne çıkmışız, manzarası güzel bir yer bulmuşuz, geçmişi yad ediyoruz.
Kafamda düşüncelerle meşgul halde yürürken karşıdaki bir kafede tek başına oturan bir hanımefendi gözüme çarptı. Bu hanımefendi de aynı şekilde şapka giymiş, benzer bir kaban üzerinde duruyordu. Herhalde o değildir diye düşündüm. Lanet olsun! Gerçekten de o! Yüzümü öteki tarafa dönüp adımlarımı hızlandırdım. Sanki yan cebimden bir şey çıkartmak için yüzümü dönmüşüm gibi davranarak hızla yürüyordum.
“Hey, beyefendi! Durun bir dakika!”
Lanet olsun. Kim olduğumu anlamış mıydı? Hayır, hayır, bu mümkün olamaz. Hem yüzüm dönük, hem paltomu giymedim hem de hiç oralı değilmiş, kendimi ortamdan gayet soyutlamış bir şekilde geçip giderken tanımış olması mümkün değildi. İhtimalle başkasına seslenmişti.
“Hey! Lütfen durur musunuz? Koşturmasanıza canım!”
Sanırım gerçekten bana sesleniyordu. Yolun ortasında aniden durdum ve arkamı döndüm. Böyle aniden duracağımı tahmin edememiş olmalı ki arkamı döndüğüm anda kendini durduramayarak bana çarptı. Çarpmanın etkisiyle sendeleyip yere düşecekken belinden kavrayıp düşmesine engel oldum. Kısa bir süre konuşan olmadı. Bu küçük ani kaza dilimizi bağlamıştı sanki.
“Pardon, af edersiniz. İyi misiniz, bir şey olmadı ya?” diyerek sessizliği bozan ilk ben oldum. Normalde konuşmayı başlatan kişi hep karşımdaki olurdu fakat sabırsızlığım ve merakım galip gelmiş olmalı ki kelimeler ağzımdan hızla çıkıverdi.
“Oh; hayır, hayır. Bir şeyim yok, iyiyim. Öyle aniden duracağınızı düşünemedim. Çarpıverdim böyle. Özür dilerim.”
“Bu şekilde aniden durmak benim hatam, özür dilemenize gerek yok. Özür dileyecek birisi varsa o da benim. Gerçekten bir yeriniz incinmedi değil mi?” Garip bir şekilde bu hanımefendinin durumunu merak ediyordum.
“Bir şeyim yok, iyiyim. Siz sabah benden öyle kaçınca sizi rahatsız etmiş hissettim. Düşündüm durdum: ‘Acaba ne kabahat ettim?’ diye. Sonrasında köpeğimi eve bırakıp dışarı kahve içmeye çıktım ve ne şans ki sizi gördüm. Eğer bir kabahatim varsa sizden özür dileyeyim dedim.”
“Hayır, sizin bir kabahatiniz olmadı. Acelem dolayısıyla öyle apar topar gidiverdim. Sizden rahatsız olmuşum gibi uzaklaştıysam özür dilerim. Böyle bir düşüncem yoktu.”
“Oh, iyi bari. Artık rahatlayabilirim o halde.”
“İyi akşamlar öyleyse” deyip arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Daha iki adım atmıştım ki:
“Benimle bir kahve içmek ister misiniz? Böyle bu şekilde ayrılmak biraz yanlış geldi bana. Gördüğüm üzere benim gibi siz de yalnızsınız. Bir iki şey laflayacak birinin olması iyi olurdu. Lütfen, gelin oturun.”
Benimle kahve içmek istiyordu. Acaba amacı dalga geçmek miydi yoksa gerçekten laflayacak birilerini mi arıyordu? Öyleyse lafladıktan sonra beni kanepe altına süpürülen tozlar gibi bir kenara mı itecekti? Kendimi kullandırmaya hevesli değildim. O yüzden kibarca reddedip yürümeye başladım. Bu sefer bileğimden tuttu ve yalvaran gözlerle:
“Lütfen, on dakika laflayacak zamanınız bile mi yok? Lütfen teklifimi reddetmeyin.”
Öyle bir yalvarıyordu ve bir kibarlıkla teklifini üsteliyordu ki biraz daha reddetsem herkesin içinde kahrından yere yığılıp kalp krizinden ölecek zannediyordum. Biraz laflamadan beni rahat bırakmayacağını anladıktan sonra: “Peki. On dakika konuşacak vaktim var. Önden lütfen.” diyerek teklifini kabul ettim. Kalktığı yere yeniden oturdu. Ben de tam karşısında oturdum ve garsondan bir fincan kahve rica ettim. Lynn’de, hanımefendi şeklinde ifade etmek artık yorucu geliyor, içtiği bir fincan kahvenin üstüne ikincisini istemişti. Siparişi alan garson hazırlatmak üzere yanımızdan ayrıldı.
Rüzgâr esmeye devam ediyordu, tenimde hissedebiliyordum. Soğukluğu masaj gibi yanaklarımdan enseme doğru ilerliyordu.
Bu sırada, Lynn gözlerini bana dikmiş, yüzünde bir tebessümle bakıyordu. Konuşmuyordu, başka bir şey yaptığı da yoktu. Öylece bakıyordu. Ben de ne diyeceğimi bilemez bir şekilde gözlerimi sokaktaki insanlara dikmiş onları izliyordum. Bir gözümle de ara sıra Lynn’e bakıyordum. Bana bakmaya devam ettiğini görünce hemen gözümü kaçırıyordum.
“Göz temasında pek iyi değilsiniz sanırım. Buraya oturalı 5 dakika oluyor fakat siz gözlerinizi sokağa dikmiş öylece duruyorsunuz.”
“İnsanların yüzüne bakmaya değer bir şey bulmuyorum. Özellikle size yaptığım bir şey değil.”
“Ha yani ben de diğerleri gibiyim, öyle mi? Çirkin, aptal, kendini beğenmiş…”
“Hayır, öyle değilsiniz. Oldukça güzelsiniz aslında. Ama…”
Bunu söyleyince kafamdaki cümleler bir bir kaçmaya başladı. Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde kafamı tekrar sokağa döndürmüştüm.
“Anladım, kendinizi zorlamanıza gerek yok. Utangaç birisiniz belli ki. Aslında biliyor musunuz, ben de öyleyim. Böyle girişken bir şekilde konuştuğuma bakmayın. Bazen benim de aklıma diyecek bir şey gelmediği olur. Sizi anlıyorum.”
Bu sırada kahvelerimiz gelmişti. Yudumlarken bir yandan konuşmaya devam ediyorduk, buna konuşma denebilirse tabi.
“On dakika demiştik fakat görüyorum ki laflamak sizin de hoşunuza gitti. Yirmi dakikadır burada konuşuyoruz.”
“Fark etmemişim. Bugün biraz dalgınım da.”
“Sorun değil. İnsanız sonuçta, kimin kafası dalgın değil ki? Kahvelerimiz bitti gibi görünüyor. İsterseniz yavaştan kalkalım.”
Hesabı ödedikten sonra masadan kalktık ve caddeye çıktık. Gerçekten bu on dakika iki dakika gibi hızlıca geçivermişti. Görelilik teorisine göre zaman algıya göre farklılık gösterir. Elinizi bir sobanın üzerine iki dakika boyunca bastıracak olursanız bu iki dakika size yarım saat gibi gelir. Fakat sevdiğiniz biriyle geçirdiğiniz yarım saat size iki dakika gibi gelir. Bana da bu ikinci durum olmuştu. Gerçekten hoşuma gitmese beş dakika bile oturamazdım. Demek ki Lynn’de hoşuma giden bir şeyler bulmuştum. Ne olduğunun farkında değildim fakat öyle olmalıydı.
“Beni kırmadığınız için size teşekkür ederim. Sizinle tekrar böyle, bir kafede kahve eşliğinde laflamayı çok isterim. Hatta durun bir dakika. Size telefon numaramı vereyim. Kafanız bugünkü gibi dalgın olduğunda beni arar, bir yerde laflarız.”
Benim konuşmama fırsat vermeden çantasından kalem, defter çıkartıp numarasını bir kağıda yazdı ve kopartıp elime sıkıştırdı.
“İyi geceler!”
Ne garip bir kadındı. Hem utangaç olduğunu söylüyor hem de insanlarla konuşmakta pek zorluk çekmiyor. “Bu arada ben George!” diye bağırdım. Kafasını dönüp gülümsedi ve yoluna devam etti. Kağıttaki numara baktım. Aklıma iyice kazıdığımdan emin olduktan sonra cebime sokuşturdum. Arar mıydım bilmiyorum fakat içimden bir ses arayacağımı söylüyordu.
Yorumlar