KIRMIZI ZAMAN KAYBI

68 0 12 Ağustos 2024

Bilge, gözlerini ovuşturarak kafasını arkasına çevirdi. Eve giren askerler dört ucundan da tuttukları uzun, siyah, kalın bir beze sarılmış uzun bir bedeni götürüyorlardı. Gözlerini ovuşturmak işe yaramamış özlemini ifade etmek hissinin önüne geçememişti. Beyefendi kızın gözünden akan yaşlara baktı ve ağlayan birini görmeyeli uzun zaman olduğundan ne yapacağını bilemedi.

 

Az sonra kıza biraz merhamet etmek aklına gelmişti sanki. Kibar ve kızı ürkütmemeye özen gösteren bir aceleyle yanaştı ve önünde diz çöktü. Hiçbir şey demeden ellerini tuttu, gözlerine baktı. Kızın az önceki neşesinden eser kalmamış gözleri yalnızca üzüntü değil bilinmez bir telaş ve sıkıntı saklıyordu. Göz yaşlarına zarar vermek istemiyordu bu yüzden temkinli bir baş okşayıştan sonra kızın başını kibarca göğsüne yapıştırdı.

 

Bilge şu an her şeyi o kadar umursuyor, etrafta olan biten tüm olayları öyle özümsüyordu ki beyefendi virüsün neden yapılmak istendiğini daha da iyi anladı. Küçük kız bu duyguyla baş edebilir gözüküyordu ama tarih bunu yapamayanlarla doluydu ve ruhsal iskelet programının sebebi de bu baş edemeyişti. Artan intihar olayları; kendinden memnuniyetsiz olmak hali, gülmeyi tamamıyla unutmuş ve umutsuzluğun kronikleştiği bir toplum… O zamanlar ciddi anlamda çekilmezdi.

 

Ona bunları hatırlatan bu sarılış, bir askerin beyefendinin yanına gelmesiyle nihayete erdi. Kulağına eğildi ve kızın gözlerine bakarken, biraz korkutucu görünen haliyle sessizce fısıldadı, “Dönsek iyi olur. Beklemediğimiz şeyler oldu, bir şeyler daha olursa güvenliğinizi sağlayamayabiliriz.”

 

Kaşlarını gergin bir ifadeyle kaldırdı ve hiçbir şey demeden Bilge’nin elini tutup geldikleri istikamete doğru yürüdü. Onlar yeniden şehre dönüyorlardı ve bu esnada Ahmet, zihninden Bilge’yi çıkaramadan önündeki oyunu analiz etmeye çalışıyordu.

 

Evet işte karşısında yine ve yeniden oynanan o meşhur oyun. Ruhsal iskelet programı ve virüs sonrasının işlendiği oyun, genelde ödemelerin yapılacağı zamanlar ve her sene şehrin kuruluş yıl dönümünde farklı şeyler katılarak oynanıyordu. Eskiye özel kalan tek şey bu oyunlardı. Kitaplar bile zaman kaybı olarak adlandırılıyor ama zihinleri ve gönülleri aynı amaç etrafında toplamak için biçilmiş kaftan olan bu tiyatro, ihtişamını daha da yücelterek sürdürüyordu.

 

Üç deli gömleği giymiş oyuncu -ki bunlar ruhsal virüsün keşfedicisi olan doktorların tasviriydi- abartılı hareketlerle etrafta salınıyor ve diğer kişilere ne kadar da hasta olduklarını söyleyip aşağılıyorlardı. Saçı başı dağınık olan kadın sahnenin ortasına geldi ve bağırarak konuştu; “Sizler hastalarsınız. Zayıf zihinli tuhaf yaratıklar, daha olumsuz sanrılarını bile kovamamış tembel sürüleri. Alın size çözüm alın alın.” Ellerini arkada bağlı halinden sıyırdı ve pek normal olmayan kahkahalarının ardından diğerlerinin üzerine kalın tüplerin içinden hava pskürttü.

 

Ruhsal virüsün havadan geçtiği düşünüldüğünden oyunlarda bile böyle işlenirdi. Tüpün içinden çıkan havadan sonra birden diğerleri üstlerindeki kıyafetleri hızla soymuş ve sahneyi kaos etkisi altına almıştı. Deli gibi gülen üç beyaz önlüklü doktorun etrafı şimdi Her biri farklı hayvanı temsil eden kıyafetler giymiş insanlarla doluydu. Enfekte olmuş insanların tasvirleri bile o baş ağrıtan karmaşayı hissettirmekte yeterliydi.

 

Birden bu karışık sahneyi susturan bir ses ve ardından sahneye gelen güzel giyimli grubun başındaki adamın bayağı duran hareketlerle desteklediği tiratı duyuldu. Ses salonu yavaş yavaş etkisi altına alarak yükseldi. Ahmet neredeyse ezbere bildiği bu abartılı sahnenin tek sevdiği kısmında nihayet dikkatini oyuna vermişti.

 

“İsimsiz adam” diye tezahüratta bulunulan oyuncu elinde bir gözlük tutarak, yırtındı denecek kadar zorlama bir bağırmayla “Ve artık üzülmekten korkmayan, güçlü insanların devri. Çürükleri ayırdık içimizden ve bir dünya yarattık yeniden!” Dedi.

 

Hayvan kostümlü olan oyuncular sahnenin köşesine itildi ve isimsiz adamın güzel giyimli halkı sahnenin ortasında kısa bir dans gösterisi yaparak oyunu bitirdi. Alkışlara eşlik eden bir yığın göz yaşı sonrasında salon boşaldı. Bu basit ve aşırı duran oyuna ağlanması Ahmet’i oldum olası güldürürdü. Aşağılama duygusunu her oyundan sonra bastırmaya çalışmaktan sıkılmıştı.

 

Ahmet, Asya ve Aspendosa gidecek ekip dışında kimsenin kalmadığı salon bir takım vedalaşma fısıltılarıyla dolmuştu ki beyefendinin odasına geçtiği haberi Ahmet’e verildi. Ellerini dizine vurarak “hazırlanın” dedi “artık vakit geldi.”

 

Takasın olacağı yere gittiklerinde beyefendinin de camdan izlediğini gördüler ve ufak bir selam vererek İstanbul’dan ayrıldılar. Onlar artık Aspendos için var olmalıydı ve buna değecek miydi bilmiyorlardı.

 

Dudağını bükerek takas alanını izleyen Bilge de gözlerini nihayet yanındaki adama çevirdi ve bakışlardan bir teselli bulmak umudunu bir süre daha yaşatmak istediğine karar verdi. Ama adam Bilgenin gözlerine bakmamış sanki fazla göstermekten korktuğu şefkati sesine gizlemeye çalışmış gibi, yalnızca “bir süre burada kal. Sonrasını düşüneceğiz.” Deyip kızın omuzuna dokunup hafif itleyerek kapıya kadar geçirmişti.

 

Bilge’yi odaya gönderdikten sonra kendi köşesine geçmiş orta yaşlı adamın gözleri, etrafta bir öfke ve sanki rahatsız edici bir korkuyla dolanıyordu. “Kitap… Kahretsin nerede bu?” Dedi sesini sanki içine içine yükselterek. Koyduğu yerde yoktu ve bu sinirlenmesi için oldukça yeterli bir sebepti.

 

Kimse yerini değiştirmiş olamazdı, onun odasında kimse hiçbir şeye dokunamazdı. Bu dokunulmazlık, normal hayatta var olan bulanıklıktan fazlasıyla uzaklaştırmıştı onu. Birden gözü devrildi ve kızın odaya geldiğini hatırladı. Evet o alıp incelemiş ve başka bir yere koymuş olmalıydı. Düzeni uzun yıllardır hiç bozulmadığından sanki bu kadar basit ihtimalleri düşünme yetisini de kaybetmişti.

 

Öyle ya, beyefendinin odasında hangi eşya nerede olacak, saat kaçta odaya asla girilmeyecek, o çok sevdiği mavi renkli acı kokan çayı hangi sıcaklıkta ne zaman önüne gelecek hepsi belliydi. Bu konulara öyle ihtimam gösterirdi ki o odada yokken bile her şey varmışçasına bir telaş ve düzen içinde devam ederdi.

Bazen boş odaya çay getirilir, kitabın olduğu masaya her gün aynı saatte koku sürülürdü, o gün hiç uğramayacak olsa bile. İşin garibi, bu artık çok sıradanlaşmış ve hiç kimse tarafından yadırganmaz, normal olup olmadığı düşünülmezdi bile. Evet işte şimdi kapı çalmış ve gençten bir adam elinde beyefendinin çayıyla kendisine gel işareti yapılmasını bekliyordu.

 

Beyefendi, yüzünü her zamanki o soğuk ifadesine büründürerek gözleriyle masayı işaret etti ve kendisi de koltuğa oturarak her zamanki gibi ayak ayak üste attı. Derin bir nefes alarak “Kitabım,” dedi odanın sağında bir robotik şehir gibi duran kütüphanesini işaret ederek.

 

Dijital kütüphanenin ekranları bölünmüş, her kitabın datası gözlüğe uyumlu bir şekilde orada duruyordu, bir kitap hariç. O mavi ve grinin soğuk tonlarının ortasında, kendine özel bir oymada duran eskimiş kapaklı kırmızı ilkel kitap; artık neredeyse kimsede bulunmayan fiziksel sayfaları olan ve okuması insanın zamanının büyük bir kısmını götüren bir zaman kaybı… Evet artık böyle anılıyorlardı.

 

Adam kokuyu da bırakmış ve kitabı, gümüş renkli, robotik oymalı, mavi ışıklarla bezenmiş kütüphanenin orta rafından dikkatle alıp çayını yudumlayan beyefendiye uzattı. Sonrasında kafasıyla hafif eğilerek selam verip odadan çıkmıştı. Evet artık kimse bir saat boyunca buraya giremeyeceğini biliyordu.

 

Kan kırmızısı kitabın kapağı oymalı bir desene sahipti ve üstünde yalnızca kitabın basıldığı yıl yazıyordu; 2025. Bu kitabı defalarca okumuştu ama dönüp dönüp yine de hiç bilmezmiş gibi okurdu. Okumaya yine her zamanki gibi ilk sayfadan başladı ve sesli bir iç çekişle kitaptaki şiirsel anlatımı mırıldandı..

 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla