Hayat Denen Mefhum – 1. Bölüm 1. Kısım
Hayat denen mefhum hakkındaki tek düşüncem ne boş bir şey olduğu. Bin bir türlü mucizeler sonucu dünyaya gelen bizlerin tek amacı ölmeyi beklemek. Yaşarken yavaş yavaş ölüyoruz aslında. Bu bazılarında daha çabuk gerçekleşirken geri kalanlarda olması gerektiği zaman gerçekleşiyor. Bundan 12 yıl önce öldüm ben, annemi kaybettiğimde. O gülecen yüzlü çocuk gitmiş; yerini somurtkan, hayattan zevk almayan, sinirlenecek kadar bile enerjisi olmayan bir ceset almıştı. Ruhum ölmüştü benim. Vakti geldiğinde ölen ruhumun geride bıraktığı bu beden de kendisine katılacaktı fakat bunun için biraz daha zaman gerekecekti.
Öncekilerin aynısı olan sıradan bir güne uyandım. Oldukça yağmurlu geçen bir sonbahar sabahına uyanmak, rayından çıkmış dünyada geriye kalan tek güzel şeydi. Tek istediğim, cama vuran yağmur damlaları camdan aşağı yavaş bir şekilde kayarken pencerenin önündeki sandalyeye oturup elimi çeneme dayamış dışarıyı izlemekti. Fakat mümkün mü bunu yapmak? Bu içi boş bir kavram olan hayatta mutlu olmayı başarabilen 2 tür insan vardır: Birincisi kendini beğenmiş, kendilerini alt tabaka dedikleri insanlardan üstün gören zenginlerken ikincisiyse temel vücut fonksiyonlarının çalışmasını sağlamaktan başka faydası olmayan -olsa da bunu kullanma yetisinden yoksun- beyinlere sahip aptal insanlar. Bu ikisinden hangisi olmayı tercih ederdiniz diye sorulmuş olsaydı çoğu kişi birinci seçeneği seçerdi eminim. Fakat bana kalırsa bu iki seçeneğin birbirinden tek farkı ilk kesimin parasının olup ikinci kesimin parasının olmamasıydı. Dolayısıyla iki seçeneği de seçmezdim. Fakir, aç bir şekilde ölmeyi yeğlerdim.
İşte bu bahsettiğim ilk kesimde yer alan zengin patronum daha da zenginleşsin diye çalışmam gerektiğinden oturup dışarı izleyecek vakti bulamıyordum. Hemen hazırlanıp işe doğru yola koyulmazsam da kötü olacaktı.
Apar topar hazırlanıp evden ayrıldım. Evdeyken pek fark edememiştim fakat sandığımdan da yağmurlu bir sonbahar sabahına uyanmıştım. Uyanmıştım diyorum çünkü şehir hâlen uykudaydı. Doğrusu her zaman uykudaydı ve bu durum değişecek gibi değildi. İyi ki kalın giyinmiştim. Normalde yağmurlu da olsa pek kalın kıyafetler giymem fakat içimden bir ses kalın giyinmemin iyi olacağını söylemişti, iyi ki o sesi dinledim. Bir yandan rüzgar bir yandan sağanak yağmur beni iş yerine ulaştırmamak konusunda birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içindeydi. Bu kıyasıya rekabetten galip ayrılan ben oldum ve iş yerime vardım. Ne işi yaptığımı merak edecek olursanız bir bankada tercüman olarak çalışıyor. İşim, önüme getirilen yüzlerce kağıdı Fransızca ve Almancadan İngilizceye çevirmek. Uzun bir süredir yaptığım şey buydu: Uyan, işe git, önüne yığılan kağıtlarda yazanları çevir, eve dön ve uyu. Hayattan zevk alan biri olsaydım şüphesiz buna dayanmakta zorlandırdım fakat böyle biri olmadığım için, yani bir ceset gibi yaşadığım, hissedecek bir ruhum olmadığı için bu durum beni yormuyordu. Belki evde kalıp dışarıda yağan yağmuru izleyemediğim için biraz üzülüyor olabilirdim, bilemiyorum.
Yorumlar