“Büyük beyaz bir taht ile üzerinde oturanı gördüm. Tahtın
şimdiki sahibi, beyazlar içinde bir kişiydi. Yer ve gök önünden kaçtı gitti.
Geride izleri bile kalmadı. Zifiri karanlıkta ay misali parlayan beyaz taht ve
üzerinde oturan mirvari bekçi, elinde yaşam kitabıyla bekler durur. Çok
geçmeden küçüklü büyüklü ölülerin tahtın önünde durduğunu gördüm. Bekçinin
elindeki kitap açıldı, derken başka bir kitap daha açıldı. İlk açılan kitap her
zaman yaşam kitabıdır. İkinci açılan ise her zaman ölüm kitabıdır. Ölüler
yaptıklarına yaraşır biçimde kitaplarda yazılı olanlar uyarınca yargılanır. Kaosun
denizi içinde barındırdığı ölüleri verdi, ölüm ve ölüler ülkesi Du’at da
barındırdığı ölüleri verdiler. Herkes yaptıklarına yaraşır biçimde yargılandı.
Mirvari bekçi tek hamlesiyle ölüm ve ölüler ülkesindeki tüm günahkarları ateş gölüne fırlattı. Bu ateş gölü, ikinci
ölümdür. Adı yaşam kitabında yazılmamış olan herkesin sonudur ateş gölünün
sonsuz ıstırabı.”
―
Soğuk iliklerine kadar işlerken, daha önce tahtta olduğunu
bildiği Kral Darok’un bedeninin olması gereken yerde oturuyordu. Zifiri
karanlığa gömülürken mi kaybolmuştu kralın bedeni? Beden kaybolsa da, Darok’un
iki yılanı hâlâ onu bacaklarından tutarak tahta sabitlemeye devam ediyorlardı. Tahtın
soğukluğuna alışmaya başlarken, gözlerini kapayacaktı tamamen. Ucu bucağı
gözükmeyen bu karanlıkta yitip gidecek miydi? Karanlıktan hiçbir zaman korkmasa
da, gezegeninin gömüldüğü ani karanlık kadar rahatsız ediciydi şu anki durum.
Çok ama çok uzun zaman önce, en az buradaki karanlık kadar soğuk bir ortama
şahitlik etmişti Lykoris. Evinin gömüldüğü ani karanlık, Vaikalpa evreninin
sonu olmuştu. Sadece gezegeni değil, bütün bir evren yok olmaya mahkum olmuştu
o zamanlar. Çoğu insanın “kutsal yargı” anı diye bahsettiği saatlerde,
hissettiği o soğuğun eşi benzeri yoktu Lykoris için. Tamamen aynı olmasa da, şu
an içinde bulunduğu durumdaki kadar çaresizdi o zaman da. Kendisini tahta
sabitleyen yılanlar sayesinde hareket edemiyordu, ne kadar çırpınırsa çırpınsın
yılanlar hiçbir tepki vermeyerek aynı güç ile kendisini tutmaya devam
ediyorlardı. Kılıcını Welwitsch ve Monad alana giremesin diye fırlattığından,
şu haliyle yapabileceği pek bir şey yoktu. Beyazlar içindeki tahtta otururken,
gözlerini kapadı yeniden. Şu anda kendisi için iyi olan tek şey Monad ya da
Welwitsch’in bu durumda olmayışıydı, kendi canına hiçbir zaman önem vermezdi
sonuçta hayatta olmayı bile büyük bir şans olarak görüyordu kendisi için.
Karanlıkta yitip gitmek hâlâ ona hoş gelmese de, buna katlanan kendisi
olduğundan bir sorun olarak görmüyordu henüz.
Kral Darok’un bedeni
ortadan kaybolsa da, asası hala aynı yerdeydi. Hoş altın kaplaması giderek
solarken, üzerinde bulunan kızıl mücevher her zamankinden daha fazla kızıla
bürünmüştü. Aynı alanın içinde beliren kızıl Ay gibi. Lykoris gözlerini
araladığında, oturduğu tahtın hemen karşısında havada asılı duran kızıl Ay’ı görmek
onu şaşırtmıştı. Değişen tek şey gökte ortaya çıkan Ay değildi, hemen tahtın
ötesinde sıralı halde kendisine bakan siluetlerdi. Kızıl Ay’ın kırmızı ışıkları
siluetlere arkadan düştüğünden, siluetlerin tam olarak neye benzediğini
anlayamıyordu Lykoris. Fakat insana benzeyen şekillerinden, onları insan olarak
kabul edecekti. Siluetlerin hiçbiri hareket dahi etmeden Lykoris’e bakarken,
bacaklarına dolanan yılanlar yer değiştirerek bacaklarını serbest bıraktılar. Bacaklarını
serbest bırakan yılanlar, Kral Darok’un asasına sarılarak onu doğrultup
Lykoris’in alması için bekleyeceklerdi. İki yılanın da kendisine olan bakışlarından
sonra, altın asaya uzanıp onu eline aldı. Lykoris asayı aldığında, yılanlar
asayı bırakıp onun her iki yanına geçti. Tek eliyle altın asayı tutarken,
buradan bir an önce çıkması gerektiğini unutacaktı. Buradaki varlığını ya da
geriye kalan hiçbir şeyin bir önemi kalmamıştı bilincinde. Düşünüp özgür
kararlar alabilen zihni fazlasıyla bulanıktı şimdi. Elleri kendi kendine
hareket ederken, menopozdaymış gibi kontrolsüzce hareket ediyordu. Hareketleri
giderek tekdüze hâle girmişken, asayı tek elle tutmak yeterince zor olduğundan
iki eliyle onu kavrayarak hafifçe havaya kaldırdı. Kral Darok gibi onu yere
çarptı elleri, fakat sadece yedi vuruş yapmıştı Lykoris. Kendiliğinden gelişen bu
hareketlerin ardından, dizilmiş siluetlerin hepsi aceleyle tahttan uzaklaşmaya
başladılar. Gökteki kızıl Ay Lykoris’in çağrısına cevap vermiş olacak ki, karanlıkla
kaplı bu kasvetli alanın ortasında yedi tane yıldız silueti belirdi. Göklerden
inan yıldızlar onun için boyun eğmişken, yeryüzünü ağlatmak için son kez
asasını yere vurdu.
Son vuruşun ardından yıldızların
hepsi birden başları aşağıda geri çekilmeye başladılar, huzurundan ayrılmak
adına gösterdikleri bu çaba fazla insaniydi. Yıldızların geri çekilmesini
izleyen Lykoris’in aklı başına gelmiş olacak ki etrafa bakınırken, ellerinde
beliren acı ile dişlerini sıktı. Ellerindeki kızıl leke hareket ediyordu, sanki
derisinin altındaki kanı ateş gibi kaynarmışçasına. İçindeki kan değil de sıvı
ateşmiş gibi kaynadığından, canı öylesine çok yanıyordu ki. Katlanamayacağı bir
acı değildi, en azından şimdiye kadar öyle düşünüyordu Lykoris. Tek elinde
altın asanın kırmızı mücevherini acıyla sıkarken, gözleri boştaki elindeydi.
Acı her geçen saniye daha dayanılmazdı, bu işkenceye çok dayanamadan bilincini
kaybetti genç kız.
Yorumlar