Gözlerimi açtığımda, kütüphanenin kapısının yakınında, bilincimi kaybettiğim yerde, yatıyordum. Henüz kendimde ayağa kalkacak gücü ve cesareti bulamadığım için yattığım yerde etrafa bakındım. Dina ve Noben Kapının önünde durmuş, hararetle konuşuyorlardı.
“Ne diyorsun, sence bu sefer işe yarayacak mı?” Dina’nın sesi umut doluydu.
“Emin değilim. Şu ana kadar hiçbir şey işe yaramadı. Neden hala denediğimizi anlamıyorum. Belki de ona daha fazla zehir vermemeliyiz.” İlk defa Noben’in beni düşündüğünü duyuyordum. Demek ki soğuk görünse de aslında iyi biriydi. Her ne kadar benimle ilgilenmiyormuş gibi dursa da, belki de benim için birazcık da olsa sempati besliyordu. Belki daha da yakınlaşabilirsek, diğerleriyle benim hakkımda iyi konuşabilir diye düşünürken Noben konuşmasına devam etti. “Geri dönmesini daha zorlaştıracak şeyler denesek nasıl olur? Zehirden daha güçlü şeyler denesek?”
Duyduklarım neredeyse kahkaha atmama sebep olacaktı. Ufacık bir konuşmada bile tam bir aptal gibi umutlanıyordum. Ne zaman anlayacaktım, burada beni insan gibi görmediklerini?
“Bilemiyorum, Noben. Ne olabilir ki?” Dina elini çenesinin altına koyarken konuştu. “Bir dakika, aklıma bir şey geldi. Giyotinle başını kessek?”
“Saçmalama. İstesek de ona zarar veremeyeceğimizi biliyorsun.”
“Biz değil, eğer düzeneği kurabilirsek, kendi kendine yapabilir. Zaten her dediğimizi yapıyor. Ya da belki de yakmalıyız. Bana öyle bakma.” Dina gözlerini devirdiğini hissedebiliyordum. “Sende en az benim kadar nefret ediyorsun ondan. Hem ayrıca kül olana kadar yanan bir insan nasıl tekrar canlanabilir ki, değil mi?”
“Biraz vahşice ama haklısın. Denemeye değer.” Noben’in de bu fikre katılmasıyla, bu mide bulandırıcı konuşmaları daha fazla dinlememek için kendimi zorlayarak ayağa kalktım. Üzerimdeki ve ellerimdeki kanlar hep kurumuştu. Ağzımın çevresine bulaşmış kanın rahatsız edici dokusunu hissedebiliyordum. Yapabildiğim kadar dik durup onlara baktım. Dina arkasını dönmüş beni izliyordu, göz göze geldik ve bana hayal kırıklığıyla baktı. Hiçbir şey söylemeden yavaş adımlarla yanlarından geçerek odama doğru ilerledim. Hemen üzerimdeki iğrenç kandan arınmak istiyordum.
İkisi de nereye gideceğimi anlamış gibi peşime takıldılar. Noben biraz daha hızlı yürüyerek önüme geçti ve odamın kapısını açtı. İçeri girerek elbisemi çıkarmaya çalıştım. Bu sırada Dina elinde sabahki gibi bir kap dolusu su ve havluyla gelmişti.
“Banyo yapmaya vakit yok. Bunlarla idare et. Sen temizlenirken ben de elbiseyi ayarlayayım. Festival için acele etmemiz gerekli.”
Gözlerim yanmaya başladı ama kendimi tuttum. Şu an bunun sırası değildi. Tüm gücümü gözyaşlarımı tutmak için kullanarak ellerimi yıkamaya başladım. Kanları gördükçe kendimi tutmam daha da zorlaşıyordu. Ellerimi ve ağzımı daha sert yıkamaya başladım. İyice temizlemem lazımdı. Bu iğrençlikten kurtulmalıyım. Hiçbir yerimde kan kalmamalıydı. Daha sert yıkamalıydım. Daha sert. Daha sert. Daha sert—
Dina’nın elimi tutmasıyla kendime geldim. Yüzünde tuhaf bir ifadeyle, “Bu kadarı yeterli. Kurulan da elbiseni giymene yardım edeyim.” dedikten sonra elime bir havlu vererek elbiseyi getirmeye gitti.
Sen bana hiçbir konuda yardım etme diye bağırmak istedim. Hatta bana dokunma. Bana bakma bile. Elimde olsa seni— Saçma sapan düşünceler kafama doluşmuştu bile. Ellerimi ve ağzımı kurulayarak ayağa kalktım.
Dina mor renkli, belden sıkan ve sonrasında katlı şekilde bollaşan bir elbiseyi giymeme yardım etti. Köprücük kemiklerimi açıkta bırakan elbisenin dikdörtgen bir yakası vardı. Aşağı doğru bollaşırken elbisenin bitişine yakın mor ve beyaz katlar eklenmişti. Kolları bileklerime doğru bollaşıyor ve içindeki beyaz katla ellerimin üstünü örtüyordu. Oldukça sade ama güzel bir elbiseydi.
Orta seviyeli bir asilin daha fazlasını alacak gücü de olamazdı zaten. Ayağıma da açık mor sivri burunlu ayakkabılarımı giydikten sonra Dina, dağılan saçlarımı düzeltmeye başladı. Tarayarak saçımın dalgalarını doğal bir şekilde bıraktıktan sonra hazırdım.
Yavaş adımlarla ilerleyerek bahçeye kadar yürüdük. Arabacı at arabasının kapısını açtı ve elini uzatarak binmeme yardımcı oldu. İçeri geçip oturdum. Dina da ardımdan gelerek karşıma oturdu. Noben bizi atla takip edecekti.
Arabanın içine yoğun bir sessizlik hâkimdi. Dina arada bir bana tuhaf bakışlar atıyordu. Muhtemelen biraz önceki olay içindi ama şu an onu umursayamayacaktım. Henüz çok ilerlememiştik ki araba durdu. Noben atıyla arabanın yanına gelerek cama vurdu.
Bir şeyler söyledi ama söylediklerini yarım yamalak duyabildim. Uyandığımdan beri aklım sanki bir sisle kaplı gibiydi. Kısa bir süre sonra dışarıdan gürültüler gelmeye başladı. Hemen ardından da arabanın kapısı açıldı ve bir çift el beni dışarı çıkardı. Dina beni tutan adama saldırınca adam anlık bir boşlukla beni bıraktı.
Noben hızlıca yanıma gelerek beni kendi atına doğru götürmeye çalıştı ancak başka bir taraftan gelen bıçak saldırısından kaçamadı ve karnından bıçaklandı. Beni korumak isterken. Her zamanki gibi. Elbette bu sırada beni arabadan aşağı indiren adam Dina’yı çoktan tokadıyla yere sermiş ve üstüne bir de yerden kalkamayacağından emin olmak istermişçesine tekmesini karnına geçirmişti. Ardından bana doğru yönelmişti.
Bir anda kahkaha atmak istedim ve kendimi zor durdurdum. Bugün kaçırılma günümdü. Nasıl unuturdum. Bir insan kaçırılacağı günü nasıl unuturdu? Aklıma doluşan düşüncelere gülmemek için ellerimle ağzımı kapadım.
Haydut çoktan yanıma gelmişti bile. Tek eliyle bileklerimden tutup ellerimi ağzımdan çekerken bir yandan da elindeki beyaz bezi burnuma götürdü. Dudaklarımın üstünde baskı kalmayınca kahkaham kısa bir süreliğine, bilincimi kaybedene kadar dışarı kaçabilmişti. Bezin içindeki kimyasalı içime çekerken zihnim ve bedenim ağırlaşarak karanlık bir boşluğun içine çekildim.
—–
“Sana söylemiştim, ne dersek yapar o.”
“Evet, haklıymışsın gerçekten. Bu kadar salak olacağını düşünememem benim hatam.”
Etrafıma baktım. Çalıştığım şirketin tuvalet kabinindeydim. Konuşanlar ise ekip arkadaşlarımdı. Benim kabinin içinde olduğumu bilmeden konuşuyorlardı. Her zamanki gibi projeyi bana verip kendileri herhangi bir parti için hazırlanıyorlardı. Benim hiçbir zaman davetli olmadığım partilerden birine.
“Şimdi rahat rahat hazırlanırız parti için.”
“Ama dört kişinin işini tek başına yarına nasıl yetiştirecek? Bu önemli bir sözleşme. Belki de birazını kendimiz yapsak iyi olur.”
“Yetiştiremezse mesaiye kalır. Her zaman elindeki görevi bitirir. Endişelenme sen. Olur biter. Hadi ofise geri dönelim.”
“Tamam.”
Uzaklaşan topuk seslerini ve kapının açılıp kapanma sesini duyduktan sonra tuvalet kabininden çıktım. Elbette beni kullanıyorlardı. Tabii ki de her istediklerine evet dersem başıma bunların geleceği belliydi.
Derin bir nefes vererek soğuk suyu açıp ellerimi ve yüzümü yıkadım. Aynada kendime baktım. O kadar da önemli değildi. Halledebilirdim. Ellerimi ve yüzümü kâğıt havluyla kurulayıp lavabodan çıktım.
Bir anda, sert bir tokat yanağımda patladı. Yanağım yanarken elim hızla yüzüme gitti. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
“Sana böyle mi öğrettik biz?” Anne? “Eline aldığın bir işi bile beceremiyor musun?” Evimdeydim ve annem bana bağırıyordu. Biraz önce şirketteydim buraya nasıl gelmiştim? “Anne, öyle değil, açıklamama izin ver.” Cümleler bir anda dudaklarımdan döküldü.
“Neyi açıklayacaksın? Açıklanacak bir şey yok. Babanla bizi rezil ettin, rezil! Senin yüzünden ne kadar kaybettik biliyor musun? Madem yapamayacaksın neden işi üstleniyorsun, anlamıyorum. Herkes bizi konuşuyor şu an!”
Çaresizce kendimi açıklamaya çalıştım. “Anne, öyle değil, sözleşmenin taslak kısmını yaptım ben sadece-“
“Şimdi de seni affetmemiz için yalan mı söylüyorsun? Sözleşmenin onay imzasını sen atmışsın.” Annem bana inanmayan gözlerle bakıyordu.
Ne? İmza mı? Ama ben imza atmamıştım ki. “Anne ne olur dinle beni. Ben imza falan atmadım hiçbir yere.”
“Kes sesini.” dedi annem eliyle dikdörtgen şekilli gözlüğünü düzeltirken. “Seni şirketi batır diye mi aldık biz evimize? Besledik, büyüttük, bir de üstüne sana iş verdik. Hepsi ne içindi, bize ihanet etmen için miydi?” Birkaç adım ilerideki tezgâha ilerleyerek çantasını aldı ve konuşmaya devam etti. Sesi bu sefer sakindi. “Bir daha görmek istemiyorum seni. Eşyalarını topla ve defol git. Ne eve ne de şirkete gelme bir daha sakın.”
Hayır, hayır, olamaz.
Annemin arkasını dönmüş giderken önüne geçerek iki elimle elini tuttum. “Özür dilerim anne. Halledeceğim. Merak etme, her şeyi halledeceğim. Tüm sorumluluğu alacağım. Lütfen beni bırakma. Gitme lütfen.” Gözyaşlarımın arasından zar zor konuşabiliyordum. Annem sertçe elini ellerimden çekti ve yürümeye devam etti. Beni bırakmasına izin veremezdim. Yalnız kalamazdım, olmazdı.
Dizlerimin üstüne çöküp annemi bacağından tuttum. “Lütfen beni bırakma. Özür dilerim. Halledeceğim. Halledebilirim. Özür dilerim. Özür dilerim.”
Annem bacağını çekmeye çalışsa da sımsıkı tutuyordum. “Bırak.” Eğer şimdi giderse bir daha asla dönmezdi. Onu sonsuza kadar kaybederdim. “Bırak diyorum sana.” Tutuşumdan kurtulamayacağını anlayınca saçımdan çekerek bağırmaya başladı. “Bırak beni. Bıraksana!” Bırakmama imkan yoktu.
Biraz uğraştıktan sonra saçımı bırakarak rahatsızlıkla nefes verirdi ve yan tarafına doğru baktı. Yaklaşan adım seslerini duymamla babamı görmem bir oldu. Yanıma kadar gelip kafası benimle aynı hizaya gelene kadar eğildi. “Baba? Sen bana inanıyorsun değil mi? Daha önce seni hiç hayal kırıklığına uğratmadım baba. Ne olur bu sefer de güven bana. Toparlayabiliri-“
Aniden saçlarımın arkaya doğru çekilmesiyle sözlerim yarım kaldı. Kafam öyle geriye gitmişti ki annemin bacağını tutmakta zorlanıyordum.
“Sokak köpeğini eve almayacaksın işte. Böyle başına dert oluyor. Bir kere besle ömür boyu bırakmıyor peşini. Virüs gibi aynı.” Babam saçlarımı daha da sert çekerken konuştu. Gözlerinde merhametten eser yoktu. Daha fazla dayanamayarak ellerimi saçlarıma götürdüm ve acıyı biraz olsun azaltmaya çalıştım. Babamın gözlerine bakarak “Baba, lütfen.” demeye çalıştım. Mavi gözleri yavaşça kısılırken bu hareketim onu daha da sinirlendirmiş gibiydi.
Saçlarımı hiç bırakmadan ayağa kalktı ve beni de onunla kalkmaya zorladı. Yüzümüz neredeyse eşitlenene ve ben zar zor parmak uçlarımda durabilene kadar da kaldırmaya devam etti. “Ağladığın zaman midemi bulandırdığını söylemiştim sana.” dedikten sonra beni salonun ortasına doğru fırlattı.
Koltukların ortasındaki cam sehpanın üstünde düştüğümde parçalanan cam kollarımı, bacaklarımı ve sırtımı yaralamıştı. Babam bana tekrar bakma gereği duymadan arkasını dönüp annemin yanına gitti ve birlikte ilerlemeye başladılar. Her tarafım acıyla yanıyordu ama son bir güçle “Anne!” diye çığlık attım. Bu son şansımdı. Sürünerek ona doğru ilerlemeye başladım.
Kırık cam parçalarının üstünde emeklerken ellerim ve bacaklarımın içindeki cam parçalarını hissedebiliyordum. Her bir hareketimde daha derine batıyorlardı. Henüz kapıyı açmış olan annem duraksayarak arkasını döndü. “Bu eve geldiğinden beri bir şey beceremedin ama bu olayı halledebileceğini söylüyorsun, öyle mi?”
Gözlerim çaresiz bir umutla parıldadı. “Evet, evet anne. Halledeceğim. Hiç merak etme. Seni hayal kırıklığına uğratmayacağım.”
Annem yavaşça bana doğru birkaç adım attı. Eğildi ve yüzünü benimle aynı hizaya getirdikten sonra bana gülümsedi. “Eğer bunu gerçekten halletmek istiyorsan tek bir yolu var tatlım.”
Ben de annemle birlikte gülümsüyordum artık. “Ne anne. Söyle bana. Hemen yapacağım.”
“Kendini öldürmen.” Yüzümdeki gülümseme donarken sadece “Ne?” diyebildim. “Eğer tüm sorumluluğu alarak, gerçekten bu işi halletmek istiyorsan tek çözüm bu. Ancak böyle temizleyebilirsin ismimizi.” Yüzüme düşen saçımın bir kısmını geriye doğru attı. “Ölürken işlediğin tüm günahları da kendinle birlikte götürerek.”
Ellerimi bıraktı ve ayağa kalkıp babamla birlikte, kapıdan çıkıp gitmeden önce son bir kez bana baktı ve “Başarısızlık.” dedikten sonra kafasını iki yana sallayarak yoluna devam etti. Kocaman evin ortasında yalnız bir şekilde kalakalmıştım. Gözyaşlarım sağanak gibi yağıyor, hıçkırıklarımın ardı arkası kesilmiyordu. Bir gecede ailemi kaybetmiştim. Yalnız kalmıştım. Tek başımaydım artık.
Artık ailemi daha fazla hayal kırıklığına uğratamazdım. Zorlanarak ayağa kalktım.
Bacaklarım uyuşmuştu ancak zar zor yürüyerek odama geçtim. Hiçbir yerim acımıyordu artık. Masama oturarak bir kalem ve kâğıt çıkardım. Tüm suçun benim olduğunu belirten bir mektup yazdım. Kâğıda kan bulaşmaması için uğraştım ama başaramadım. Tıpkı iyi bir evlat olmayı başaramadığım gibi. Kağıdı ikiye katlayarak yatağımın üstüne bıraktım.
Ardından telefonumu alarak en yakın arkadaşıma, tek gerçek arkadaşıma benim yanımda olduğu için ne kadar şanslı olduğumu ve onu çok sevdiğimi söyleyen bir mesaj gönderdim. Arkadaşım mesajımı görmüş olacak ki beni arıyordu ama artık önemi kalmamıştı. Telefonumu açarsam beni kararımdan vazgeçirebileceğini bildiğim için telefonumu kapatıp çantama attım.
Yavaşça evden çıktım ve ofise doğru yola koyuldum. En azından bunu orada yapmalıydım. Böyle daha doğru olurdu. Daha da inandırıcı olurdu. Kafamdaki düşünceleri dağıtan korna sesiydi. Farkında olmadan yolun ortasında duruyordum. Gözlerimi kaldırdığımda gördüğüm son şey, üzerime hızla gelen iki büyük parlak ışıktı.
Yorumlar