Kapının sertçe tıklatılıp açılmasıyla uykumdan uyanarak yavaşça gözlerimi araladım. Uyku mahmurluğuyla kapıya dönerek gelen kişiye baktım. Gelen Dina’ydı. Kişisel hizmetçim. Her zaman yaptığı gibi bana en ufak bir bakış bile atmadan yatağımın yanındaki komodinin üstüne elindeki su dolu kabı bıraktıktan sonra, tavandan yerlere kadar uzanan koyu renkli perdeleri açmak için doğruca camlara yöneldi.
Sanki odada ben yokmuşum gibi her sabah yapılması gereken işleri hallediyordu. Perdeleri açınca oda, uzun camlardan içeri giren güneş ışıklarıyla doldu. Dina perdeleri, camın iki yanına ayırdıktan sonra uzun camların biraz ötesindeki balkonun cam kapılarını açarak içeri temiz havanın girmesine izin verdi. Açık renkli tüller tatlı tatlı uçuşurlarken Dina yüzünde hiç tatlı olmayan bir bakışla yatağımın yanındaki kocaman ahşap renkli, altın işlemeleri bulunan elbise dolabına doğru yöneldi ve içinden bugün giyeceğim elbiseye bakmaya başladı.
Gözlerimi odada şöyle bir gezdirdim. Yatağımın karşısında aynalı bir masa ve ufak bir sandalye bulunuyordu. Onun birazcık ilerisinde ahşap renkli, altın işlemeleri olan bir çalışma masası ve kadife yeşil koltuğu olan bir sandalye vardı. Oda epeyce genişti. Ağırlıklı olarak yeşil ve ahşap renklerle döşenmişti. Rahatlatıcı bir havası vardı.
O kadar da rahat olmayan yatağa biraz da gömülerek açık yeşil ince örtüyü kafamın üstüne doğru çektim. Kalkmak istemiyordum. Kalkıp güne başlamaktansa tüm günümü bu yatağın içinde geçirmeyi tercih ederdim.
Her sabah aynı şeyler yaşanıyordu ve daha fazla bu eziyete katlanmak istemiyordum. Bu dünyada gözlerimi açtığımdan beri birkaç günde bir kendini tekrar eden bir döngünün içindeydim. Kendi dünyamda büyük bir günah işlemişim de kişisel cehennemime gönderilmişim gibi hissediyordum.
Bu dünyada uyandığım ilk anı düşününce dudaklarım hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. Uyandığımda ilk gördüğüm şey birkaç kişinin başımda toplanıp meraklı bakışlarla beni izlemesiydi. Bana anlatılana göre Vorcius adında bir dük baygınken beni bir gölde bulup şu an yaşadığım eve getirmişti. Sonraki birkaç gün boyunca yüksek ateş içinde uyumuşum. Bu sırada Vorcius ve evdeki çalışanlar benimle ilgilenmiş, yaşayıp yaşamayacağımı merak ederek sabah akşam demeden başımda beklemişler.
Gerçi bu ilgileri aslında yaptıkları davranışları, özgür iradeleri olmadan yaptıklarını fark ettiklerinde uçup gitmişti.
Üç aya yakın bir süredir burada olsam da neden buraya gönderildiğimi hala çözememiştim. Muhtemelen buraya gelmeden önceki son anımla ilgili olduğunu düşünüyordum ama sadece acı çekmem için buraya gönderilmem tuhaf geliyordu. Altında yatan başka bir neden olduğuna inanmak istesem de her şeyi bütüncül olarak düşünürsek o kadar da tuhaf gelmiyor.
Annem ve babam benim iyi bir evlat olacağımı düşünerek küçük yaşta beni evlatlık almışlardı ama sonradan tamamen bir başarısızlık olduğumu fark etmişlerdi. Bu dünyaya gönderilmem de neredeyse aynı şeydi. Başta insanların beni sevdiklerini sanmıştım ama şu an nefret ettiklerinden emindim. Ailemi hayal kırıklığına uğratmanın bedelini bu şekilde ödüyordum sanırım.
“Kalk.” Örtüyü çenemin altına kadar indirdim. Dina yanı başımda Azrail gibi dikilmiş, bıkkın bir şekilde bana bakıyordu. Ufak yüzünden benden küçük olduğu anlaşılıyordu. Açık turuncu saçları özensizce arkadan toplanmıştı. Büyük kahverengi gözleri benden hoşlanmadığını haykırır gibi bakıyordu. Küçük burnunun üstünde sevimli çilleri vardı. Dışarıdan tatlı bir kıza benziyordu ancak kişiliği kesinlikle tam tersiydi.
“Ne bakıyorsun yüzüme boş boş? Kalksana. Tüm gün seni mi bekleyeceğim?” Konuşur konuşmaz tüm sevimliliğini kaybetmişti. Cevap vermeden doğrularak ayaklarımı yataktan aşağı uzattım. Beyaz terlikleri giydim ve komodine doğru uzanarak ahşap, geniş kaptaki suyla yüzümü yıkadım. Dina, bana bir havlu uzatarak elbiseyi astığı aynanın yanına geçti ve beni beklemeye başladı. Yüzümü güzelce kuruladıktan sonra kalkarak aynanın karşısında geçtim.
Dina, geceliğimi çıkarmama yardım ederken bir yandan da boy aynasından kendimi incelemeye başladım. Uzun, ince ve orantılı bir vücut. O kadar sağlıklı ve beyaz görünüyordu ki sanki bu dünyada herhangi bir şey beni kirletemez gibiydi. Defalarca kendimi öldürmeye çalışmama rağmen ne ip, ne de bıçak yarası izleri vardı. Sanki hiçbir şey yaşamamışım gibiydi.
20’li yaşlarımın ortasında olmama rağmen yaşamak için hiçbir isteğim yoktu. Zaten buna yaşamak denemezdi, ben sadece hayatta kalıyordum. Kan kırmızısı uzun saçlar belime kadar dökülüyordu. Dudaklarım dolgun ve tatlı bir kırmızılıkla parlıyorlardı. Zarif, kavisli bir burun ve cam gibi mavi renk gözlerim vardı. En azından soluk ve boş bakan gözlerim vücudumun geri kalanına kıyasla yaşadıklarıma dair izler barındırıyordu.
Bu dünyanın iğrenç yanlarından biri de buydu; ne yaşarsan yaşa hiçbir şey değişmiyordu. Defalarca hayatımı sonlandırmak için kendimi de assam, hayati olduğunu düşündüğüm yerlerimi de yaralasam, gerçekten ölüyormuşum gibi canım acısa da asla ölmüyordum. Ölmeyi bırak, ertesi güne izi bile kalmıyordu. Bu yüzden buraya cehennemim diyordum. Sonsuz bir döngüde beni en çok inciten acılarla yaşamak zorundayım.
Hafif bir öksürükle kendime geldim. Dina çoktan elbisemi giydirmeyi bitirmiş, giyeceğim ayakkabıları önüme koymuştu. Ufak topuklu sivri uçlu ayakkabıları giydikten sonra üzerimdeki elbiseye bir göz attım.
Elbisenin üst kısmı siyah kumaşın üstüne zarifçe işlenmiş, dantel gibi duran işlemelerle süslenmişti. Kolları ise hafif bol ve açık renkte omuzlarımdan bileklerime kadar uzanan bir tülden yapılmıştı. Alt kısmı ise sade ve uzundu; belimden aşağı doğru dökülen simsiyah kumaş asilce parlıyordu.
Saçımın yapılması için aynalı masanın önüne geçerek sandalyeye oturdum. Dina arkama geçti ve dağınık saçlarımı taramaya başladı. Saçlarımın üst kısmını geriye doğru toparlayarak hoş bir tokayla tutturdu. Alnımın iki yanından serbest bıraktığı tutamlar yüzüme hafifçe dökülüyordu.
Son dokunuşları yaparken önde bıraktığı saçlarımı iki elimle kulaklarımın arkasına attım ve anlık bir konuşma dürtüsüyle “Nasıl her gün farklı bir model yapabiliyorsun? Gerçekten çok yeteneklisin.” dedim.
Dina aynadan gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. “Teşekkür ederim leydim. Her gece yatmadan önce sabahları saçınızı hangi şekil yapsam diye düşünüyorum Leydi Tialina.”
Dina daha önce benimle böyle kibar konuşmamıştı. Her zaman terslerdi. Acaba çabalarımın karşılığını mı almaya başlıyordum? Yoksa beni nihayet kabullenmeye mi başlamıştı? Düşünceler zihnimde dönüyor, içimde yeşeren umudu hissedebiliyordum.
Gözlerim heyecanla parıldarken biraz da mahcup olarak konuştum. “Hiç o kadar düşünmene gerek yok aslında, aynı modelleri yapsan da sorun etm-“
“Gerçekten kafan basmıyor değil mi? O kadar süredir buradasın hala senin için bir şeyler yapacağımı umut ediyorsun.” Sertçe konuştu Dina. Gözlerinde aşağılamayla karışık öfke vardı.
“Bedenimin aptal bir kukla gibi kendiliğinden hareket ettiğini, senin her dediğini yapmak zorunda olduğunu bildiğin halde neden hala böyle gereksiz sorular soruyorsun?” Saçlarımla uğraşmayı bırakarak doğrudan gözlerime baktı. “Dalga geçmeye çalışıyorsun herhalde benimle. Bu durum senin için komik mi? Senin kölelerin olmamız seni eğlendiriyor mu? Ha?” cümlesinin sonlarına doğru sesi iyice yükselmişti.
Mahcup olarak gözlerimi kaçırdım. Keşke hiç açmasaydım ağzımı. Haklıydı aslında, gerçekten de dalga geçiyormuşum gibi geliyordu kulağa. Aptal kız diye düşündüm, ne zaman seninle doğru düzgün sohbet etti de böyle bir soru soruyorsun? “Cevap versene. Bir şey söyledin madem, konuş hadi.”
“B-ben öyle demek-” Utancımdan kendimi doğru düzgün savunamıyordum bile.
“B-ben öyle demek istemedim Dina. Yanlış anladın Dina. O kadar sıkıldım ki senden ve bu acınası hareketlerinden. Burada kurban sen değilsin, biziz.” Yüzündeki bakış beni daha da aşağılarken sözleri her zamanki gibi sertti.
“O yüzden artık bu saçmalıklardan vazgeç. Bir daha da benimle konuşmaya çalışma. Anladın mı?” Dina’nın bu sert çıkışı üzerine bir şey söyleyemedim. Ne söyleyebilirdim ki zaten? Sonuçta haklıydı. Ben geldiğimden beri buradaki insanların hayatları mahvolmuştu.
“Anladın mı dedim sana!” Yüksek sesi irkilmeme sebep oldu. Yavaşça kafamı sallayarak onayladım. “Anladım.” mırıldanarak konuştum gözlerimdeki yanmayla mücadele ederken.
“İyi bari. Hadi kalk şimdi. Kahvaltın hazır.”
Dina çoktan kapıyı açmıştı bile. Hızla yerimden kalktım, aceleyle peşinden odadan çıkarken elbisemin eteğine basarak sendeledim. Tam öne doğru düşecekken, kapının hemen önünde bekleyen kişisel muhafızım Noben, çevik bir hamleyle kolumdan tutup beni düşmekten kurtardı. Dengemi toplarken ona bakarak ufak bir teşekkür mırıldandım.
Gözlerinin bana dönüp dönmeyeceğini merak ederek Noben’e baktım. Uzun boylu, kahverengi saçlı ve yeşil gözleriyle yakışıklı sayılabilecek bir yüzü vardı. Yaşını hiç sormamıştım ama benden büyük olduğunu düşünüyordum.
Her zamanki gibi bana bakmadan, ifadesiz bir şekilde dimdik beklemeye devam ediyordu. Ve ben de her zaman umutsuz umutlara kapılıyordum.
“Noben’i incelemen bittiyse gidelim.” Dina’nın alaycı sesiyle kızararak önüme döndüm ve yürümeye başladım.
Uzun, kreme çalan beyaz renkli koridorda ilerlemeye başladık. Yerde kırmızı renkli, kenarları altın işlemeli uzun bir halı seriliydi ve tüm koridor boyunca uzanıyordu. Birkaç tane ahşap renkli kapıyı geçtikten sonra yemek odasının kapısının önünde durduk. Noben kapıyı benim için açtıktan sonra geçmem için kenara çekildi. Dina ile içeri girdiğimizde kapıyı kapatarak dışarıda beklemeye devam etti.
Orta büyüklükte, ağırlıklı olarak kırmızı, sarı ve ahşap renklerden oluşan bir odaydı. Odanın hemen ortasında konumlandırılmış ahşap masanın üstü çeşit çeşit yemeklerle donatılmıştı. Ne zaman gelsem yemekler hep hazır olurdu.
Dina sandalyelerden birini çekerek oturmam için yardımcı olduktan sonra arkama geçerek kahvaltımın bitmesini beklemeye başladı. Ses çıkarmadan yemeğimi yemeye çalışsam da Dina’nın bitmek tükenmez oflamaları ve delici bakışlarımı sırtımda hissetmem sebebiyle yine pek bir şey yiyemedim. Gerçi pek iştahım olduğu söylenemezdi de.
Daha fazla yiyemeyeceğime karar verip tabağımın yanındaki bezle ağzımı sildim ve tabağımın içine bıraktım. Dina bu sefer de kalkmam için yardımcı olduktan sonra odanın kapısına ilerleyerek benim için açtı ve geçmemi bekledi. “Kütüphaneye gideceğim.” dedim kapıdan çıkarıp koridorda ilerlemeye başlarken. Göremesem de ikisinin de arkamdan beni izlediklerini biliyordum. Nedensizce arkamı dönüp gerçekten orada beklediklerini görmek istedim. Omzumun üstünden ufak bir bakış atınca ikisinin de yüzlerinde tüyler ürpertici bir şekilde, insani olmayan bakışlarla beni izlediklerini gördüm.
Ani gelen bir üşümeyle kollarımı kendime sararak adımlarımı hızlandırıp malikânenin diğer tarafına doğru yürümeye başladım.
Orta dereceli bir asil olmama rağmen epey iyi bir eve sahip olduğum söylenebilirdi. İki katlı büyük bir malikânede yaşıyordum. Güzel geniş bir bahçesi ve birçok da odası vardı. Buraya geldiğim ilk zamanlarda Dina orta seviyeli bir asilin bu kadar büyük bir evi olamayacağından bahsetmişti.
Üstelik bu evde tek kişi yaşamama rağmen pek çok hizmetçi vardı. Bu dünyada işler biraz daha farklı ilerliyordu sanırım. Tek kişi yaşayıp yaşamamak çok da önemli olmayabilirdi.
Hemen beni kabullenip evin leydisi olarak benimsemişlerdi. Sonuçta hepimiz senaryoya uymaktan başka bir şey yapamazdık. Gerçi ben yapabilirdim. Ama… Sonuçları pek iyi olmuyordu.
Etrafta gördüğüm hizmetçilerin hiçbiriyle konuşmadan ve göz teması kurmadan kütüphaneye kadar hızlıca yürüdüm. En sonunda iki kapılı odanın önüne geldiğimde iki elime kapıları açarak içeri girdim.
Pek büyük olmasa da burası benim güvenli alanımdı. Geldiğimden beri bir çıkış yolu bulma umuduyla boş vakitlerimi burada geçiriyordum. Hoş, bir şey bulabilmiş sayılmasam da en azından ben hariç buraya kimse giremiyordu. İlginçtir ki gerçekten eşikten adım atamıyorlardı. Sanki bir şey onları engelliyormuş gibiydi. Onlara engel olan şey ne bilmiyordum ancak benim işime yarıyordu o yüzden pek sorgulamıyordum.
Kütüphanenin içine doğru ilerleyerek kitap rafları arasında gezinmeye başladım. Kitapların sırtlarında bir elimi gezdirirken bugün ne okuyacağımı düşünüyordum. Epey kitap vardı ve ben daha yarısına bile gelememiştim. Şu ana kadar okuduğum kitaplarda pek yararlı bir bilgi bulabildiğim söylenemezdi ama yine bir umut okumaya devam ediyordum.
Aklıma gelen bir fikirle camın önüne yerleştirilmiş olan çalışma masasına geçerek çekmeceden kâğıt ve kalem çıkardım. Şimdiye kadar burası hakkında edindiğim tüm bilgileri bir kâğıda yazmaya karar verdim. Her şeye büyük açıdan bakabilirsem daha önce gözümden kaçan şeyleri fark edebilirdim belki.
Kâğıda bir çizgi çekip yanına özgür irade yazdım. Şimdi, öncelikle benim gelmemle beraber buradaki insanlar özgür iradelerini kaybetmişlerdi. Özgürce düşünüp, konuşabilseler de özgürce hareket edemiyorlardı.
Her gün uymaları gereken belirli bir rutin vardı. Bu rutin hiç değişmiyordu ama gün içindeki olaylar değişebiliyordu. Örneğin Dina bu sabah yaptığı rutini her sabah aynı şekilde yapmak zorundaydı. Noben ve geri kalan herkes de aynı şekilde. Bunun üstüne bir de ağzımdan çıkan her şey onlar için kesin bir emirdi. Daha kendileri tamam diyemeden bedenleri hareket etmeye başlıyordu.
Gerçi bu her zaman geçerli değildi. Örneğin Dina’ya sabahları beni uyandırmamasını söylesem de her sabah gelmeye devam ediyordu. Sanki ortada bir senaryo varmış ve bu dünyadaki herkes de o senaryonun kuklaları gibiydi. İşin en kötü yanı ise herkesin bunun farkında olması ve bunun sorumlusu olarak beni görmesiydi. Neticede olaylar benim gelmemle başladığı için haklılardı da.
Bir tane daha çizgi çekerek devam ettim. Burada geçirdiğim zaman haftalık olarak döngüsel bir şekilde ilerliyordu. Senaryoda ne yazılmışsa her hafta aynı şekilde geçiyordu. Senaryo diyordum çükü hepimiz bize verilmiş rolü oynuyorduk.
Birkaç kere farklı şeyler yapmayı denemiştim ancak bir şekilde hep senaryonun içinde buldum kendimi. Bu sebeple hep aynı kişilerle vaktimi geçirmek zorundaydım. Yani senaryo ne olursa olsun değiştirilemezdi. Bu artık emin olduğum bir şeydi.
Bir diğer çizginin konusu ise bu dünyada kimsenin ölmemesi, doğmaması ya da yaşlanması. Kısacası bu dünyada farklı olan hiçbir şey yok. Her şey ve herkes, daimi bir aynılığın içine sıkışıp kalmış gibi. Tüm bunlar benim için de geçerliydi tabii ki. Kendimi öldürmeyi başarabilirsem kendi dünyama dönebileceğimi sandığım için defalarca kendimi öldürmeye çalışsam da ne yazık ki başarılı olamamıştım. Her ne kadar bir sonuç alamadığım için bunu denemeyi bıraksam da diğerleri bırakmamıştı.
Kendileri direkt olarak bana zarar veremediklerinden bunun için epey yaratıcı olmaları gerekmişti. Ben de bir gün başarılı olacaklarını umut ederek yapmak istedikleri şeyleri yapmalarına izin veriyordum. Buraya geldiğim andan itibaren insanların hayatları mahvolmuştu zaten. Bir de eskiye dönmeleri için son umutlarını ellerinden almaya hakkım yoktu. Yaptıkları her şeyi hak ediyordum. Ailen için iyi bir evlat olamamıştım ve bunun bedelini böyle ödeyerek affedileceksem benim için bir problem yoktu.
Kalemi kenara bırakarak yazdıklarıma şöyle bir göz gezdirdim. Özetle senaryoya göre ben başroldüm ve geri kalanlar da figüran denilebilirdi sanırsam. Evet, evet en uygun böyle oldu. Gerçi figüran olmayı tercih ederdim. Kendi dünyamda her ne kadar başarılı olamasam da sevdiklerim için çabalayabiliyordum.
Onların isteklerini daima kendi isteklerimin önüne koyduğumda daha çok sevildiğimi fark ettiğimden beri bunu yapıyorum. Ancak bu, bu dünyada işlemiyor. Buradaki insanlar beni asla sevmeyecekler çünkü asla onları memnun edemeyeceğim. Günün sonunda onlar için yapabileceğim tek şey ölmek. Tıpkı annem için de öyle olduğu gibi.
Kapının tıklatılmasıyla zihnime çöken düşünce bulutu dağılıverdi. Sandalyemden kalkarak kapıya yöneldim ve kapıyı açtım. Gelenler Dina ve Noben’di. Dina elinde bir fincan çay ve yanında da ufak, kırmızı renkli bir şişenin olduğu tepsi tutuyordu. Donuk bir sesle “Çay saati.” diyerek tepsiyi bana uzattı. Bakışlarım fincanın yanındaki küçük şişede takılı kaldı. Zehir saati yani, diye geçirdim içimden. Dina uzun süredir bir yerlerden bulduğu zehirleri neredeyse her gün çay saatinde çayımın yanına koyuyordu.
Kendisi çayıma zehir bulaştıramayacağı için her seferinde kendim çayıma eklemek zorundaydım. Herkes belki bir tanesi beni gerçekten öldürür diye bekliyordu ancak nafile. Şu ana kadar acı çekmeme sebep olmaktan başka bir işe yaramamışlardı. Gerçekten içmek istemiyordum, ama ben kıvranırken Dina’nın yüzünde buraya geldiğimden beri hiç görmediğim o sıcacık bakışlar beliriyordu. Sanki ölürken bana acıyormuş gibi, son anımda bana içten bir gülümseme bahşediyordu.
Belki de ölmemi o kadar içten arzuluyordu ki bu düşünce içini huzurla kaplıyordu. Ya da ölümümü o kadar seviyordu ki bir yerde aslında beni seviyordu. Sebebi ne olursa olsun o anaç gülümseme bu zehri içmeye devam etmemin tek sebebiydi.
O sıcaklık bir güneş gibi ruhuma doğuyordu adeta.
Zehir şişesine uzanarak tıpasını açtım ve hepsini çayın içine boşalttım. Açık kahverengi olan çayın rengi bir anda siyaha döndü. Kısa bir tereddüt anından sonra daha fazla beklersem yapamayacağımdan korkarak şişeciği tepsiye geri bırakıp çayı elime aldım ve hızlıca içtim.
Kaynar çay boğazımdan aşağı inerken geçtiği yerleri adeta alevmişçesine yakıyordu. Çayın tamamı içtikten sonra fincanı tepsiye geri koymaya yeltendim ancak karnıma saplanan ani bir acıyla fincanı elimden düşürdüm. Karnım sadece ağrımıyordu, sanki eriyormuş gibi hissediyordum.
Dizlerimin üstüne çöktüm ve tamamen yığılmamak için ellerimle yerden destek alarak kusmaya çalıştım. Kusarak midemdeki tüm zehirden kurtulmak istedim ancak zehri değil de sanki vücudumdaki tüm kanı kusuyormuşum gibi kan kusmaya başladım. Kollarımdaki, bacaklarımdaki ve boynumdaki damarlar ağrıyor ve zonkluyordu.
Nefes alışım sığlaştı, kalbim güm güm atmaya başladı. Kollarım beni daha fazla taşıyamayınca bacaklarımı göğsüme doğru çekerek, iyice kıvrılarak küçülmeye çalıştım. Sanki küçüldükçe acı da azalacakmış gibi. Gözyaşlarım yanaklarıma ulaşamadan usulca yere doğru akarken son bir çabayla Dina’ya bakmaya çalıştım. İşte oradaydı. İhtiyacım olan o tatlı yaz güneşi. Tek görmek istediğim buydu. Artık dinlenebilirdim.
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Çok akıcıydı keyifle okudum devam edicem 🥰
Rolü oynasa belki çıkabilir? Herkes beni sevsin dedikçe kaybediyor gibi geldi bana..
Dük gölün kenarında karakteri bulunca ev mi hediye etmiş
ldjfsljflsldkfjs çok güzel kızsın sen al sana bir malikane demiş