Ahmet hastaneye döndüğünde kendisine doğru yürüyen beyaz giyimli kadına yanaştı ve “Ekibi hazırlamalıyız” dedi. Yani aslında Asya’ya bir nevi görev vermişti. Emir kipiyle konuşmazdı ama yine de şimdiye kadarki sözleri hep tesirli olmuştu. Kadın, yeşil gözlerinin içindeki siyahı kaybedecek kadar güçlüce gülmüş ağzı kulaklarında bir halde “Yanılmadın yine her zamanki gibi yani.” dedi. Ahmet, beyefendinin onu çağırdığını öğrendiğinde uzun süredir aranan ve başka şehre kaçtığı söylenen o aileye ulaştığını tahmin etmişti. Çünkü artık beyefendiyi ve onun yanında kuyruğu gibi gezen adamı sanki her şeyiyle tanımıştı öyle sanıyordu ki enfekte tarafta geçirdiği yıllar ona insanları tanımak konusunda hatrı sayılır bir maharet katmıştı. Güldü birden ve içsel muhasebesini biraz hakkaniyetli bi zemine taşıması gerektiğini hatırlattı kendine. Beyefendi rutinin dışına çıkmazdı, yaptığı her şey hep varolduğundan beri yaptığı gibiydi. Bu şehri kurduğu günden beri bazı kurallar dışında neredeyse hiçbir şey değişmemişti. Böyle önemli birinin bu kadar tahmin edilebilir olması oldum olası komik ve imkansız gibi gelse de gerçek buydu.
Kendisine hep aynı adam haber getirirdi ama onun adını bile bilmezdi. Bu sefer geldiğinde heyecanlı olduğu gözünden anlaşılıyordu. Beyefendinin bir istihbarat aldığı ve yıllardır aradığı çocuğu bulduğu sonra elinden kaçırdığı söylentileri hastahane çalışanları tarafından bile homurdanıyordu. Çocuğu sokakta gördüğünü söyleyenler bile vardı. Şehrin sokaklarında, sarı tulum giydirilmemiş ve tek başına gezen çocuk görmek imkansızdı. Şehirde doğan çocuklar enfekte doğuyordu. Şu zamana kadar üç çocuk sağlıklı doğmuş ama ikisi, üzerinde yapılan saldırgan araştırmaların kurbanı olmuş yalnızca bir tanesi ailesiyle kaçabilmeyi başarmıştı. 8 sene önce ortadan kaybolan bu çocuk da o günden sonra şehrin beka meselesi haline gelmişti. Elbette pek çok sahte ihbar oluyordu ve bunları ayrıştırmak güvenlik güçlerine düşüyordu ama ilk defa bu kadar kişi hep bir ağızdan aynı şeyi söylemiş hepsi aynı kızı tarif etmişti. Bundandır ki Ahmet giderken, beyefendinin kızı bulduğundan ve kendisini bu yüzden çağırdığından neredeyse emindi.
Gülerek Asya’ya karşılık verdi “Yanıldığım bir şeyi göster, koltuğumu sana bırakayım.” Asya gülüşünü telaşla kesmiş ve “Peki nerede o?” demişti “Kız nerede?” Ahmet kadını kolundan çekerek biraz fısıldar şekilde konuştu odasına doğru yürürken “Beyefendinin yanında, onun evinde. Ben de sadece kapıdan gördüm çocuğu. Fazla rahat görünüyordu. Yani onun kaçan ailenin kızı olduğuna inanmasam beyefendiyi önceden tanıdığını düşünürdüm”
“8 yaşında bir çocuk” dedi buruk bir fısıltıyla. “Her şeyi deneyebileceğimizi düşünüyor musun?” Asya’nın kolunu yavaşça bırakıp odasının kapısını açtı ve içeriye girdiklerinde fısıldamayı terk etmiş halde konuştu “Yöntemlerimiz biraz daha gelişti Asya. 8 sene öncekileri asla uygulamayacağım. O zaman ona mecburduk. Ne yapsaydık yani virüsü ancak o hatalar sayesinde anlayabildik, tanıyabildik.” Asya biraz rahatlamış halde oflayarak konuştu. “Nasıldı? Oyun oynayan çocuk görmeyeli uzun zaman oldu. Gözleri parıldamayan ve robot gibi duran çocukları eğitmeye çalışmak zaten yeterince can sıkıcı. Umarım bu kızcağızın karakteri durgun değildir. Ahmet ben inan ki yaramazlık yapan, defalarca aynı soruları sorup bizi delirten çocukları özledim.”
“O halde isteğinin karşılığını fazlasıyla alacağını bil. Yani şimdi sana çocuğun şeceresini dökemem ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki o bize baya bir zorluk çıkaracak gibi duruyor. İlk bir şüphelendim çünkü beni alan şu suratsız adam beyefendinin evine yaklaşırken çocuğu gördüğü yeri gösterdi ve onun hiç zorluk çıkarmadığını ve gayet kendi rızasıyla beyefendiyi görmek için onunla gittiğini söyledi. Tıpkı bizim kamplarımızdaki çocuklar gibi onun da hiçbir şeyi sorgulamayan ve kendisine ne yapılsa kabul eden, korku veya kaybetme hissi duymayan bir enfekte olduğunu düşündüm ve sanki kalbim acıdı. Ama Asya neyse ki gördüklerim tüm endişemi sildi. Onun bakışlarını görmeliydin, bir yaşanmışlık vardı Asya, sanki annesine taze isyan etmiş de onu kızdırmak için buraya kaçmış. Şehrimizin ve hatta dünyanın kurtuluşu olduğundan da sanki haberi vardı, duruşundan bu haklı üstünlüğü görmek benim için işten bile değil.”
Asya gururla dinledi Ahmet’i ve gözleri dolmuş halde güldü. Henüz çok gençti, hastahanede çalışalı beş sene ancak oluyordu. Önceki bebeklere neler yapıldığına şahit olmamışsa da fakültedeyken derslerinde dinlemişti. Zararlı olduğu tespit edilen bazı uygulamalar vardı, bebeklerin pek de iç açıcı olmayan fotoğrafları eşliğinde uygulamaların neden başarılı olmadığı anlatılmıştı. Virüsün yetişkinlerde saptanması önceleri özel odalarda bazı kimyasal maddeler enjekte edilmiş halde bekletilmeleri ve belli aralıklarla manyetik rezonans görüntüleme yöntemleriyle kontrol altında tutulmalarıyla yapılırdı. Sonrasında bu ilkel yöntem neyse ki terkedilmiş yerine çok daha hastalığa uygun çözümler gelebilmişti. Ruhsal iskelet odaları kurulmuş ve virüsün doğasının en net ortaya çıktığı görüntüleme yöntemiyle enfekte kişiler anlaşılmıştı. Görünmeyen bedeni bizlere gösteren görünür makineler.. Bu gözlükten bile daha hayret vericiydi ilk çıktığı zamanlarda. Evet bir psikolojik rahatsızlığın salgın olması da pek alışıldık değildi ve fakat tek başına düşünüldüğünde “bu bir büyü yok yok bu yalnızca bir komplo teorisi” cümleleri biraz da olsa bu korkutucu gerçekliği halı altına süpürerebilirdi. Bu tedavi bulma süreci atlatıldıktan sonra virüsün üreticileri olan bilim insanları yakalanmış ve tüm hakları ellerinden alınmıştı. Virüs yayıldıktan sonra enfekte olmamış bir grup asker tarafından yürütülen bu kapsamlı araştırma ki bazısına göre kapsamlı falan değil sadece bir sonuca varmış olmanın hükümete güven tesis edeceğine olan inançla alelacele yapılıp halk nezdinde bir sorguya mahal vermeyecek çabuklukla çözülmüş bir problem diye kabul ettirilmesinden ibaret olan bu yargılama felaketin kasıtlı ihmal sebebiyle olduğunu ortaya çıkarmış, üç doktor suçlu bulunmuş ve hüküm giymişti.
Asya o bebeklerin içler acısı halini gördüğünde bu üç bilim insanına verilen cezayı az bile bulmuştu. Daha önce bilgileri verselerdi kötü sonuçlar doğuran araştırmalar yapılmamış olacaktı.
“Neyse ki akıbeti o bebekler gibi olmayacak. Olmayacak değil mi?” Soruyu onay ister gibi bir endişeyle sormuştu. Enfekte olmadığının teyit edilmesi kısmı riskli olmasa da neden böyle sağlıklı kaldığını bulmak kısmı pek hoş geçmeyebilirdi ama neyse ki karşısındaki adam pek endişeli görünmüyor ve deneyeceği yöntemlere güveniyor gibi duruyordu. Uzunca yere baktı ve hayatının şu kısacık zamanda bile nasıl değiştiğinin şaşkınlığını hâlâ atamadığını, hayret duygusunun yerini alışmışlığa bırakamadığını düşündü. Bin yıl süren savaşların ardından devletler yıkılmış, sağlıklı kalan bir grup insan da şehirlere bölünmüş, para denen şey tamamen yaşamlarından çıkmıştı. Tamı tamına yedi şehir vardı ve dünyanın geri kalanı ayaklı ölülerin gezdiği hayalet şehirden farksızdı. Tamamen kendi içlerine kapanık yaşayan bu şehirler ilk zamanlarda sistemlerini çoğunlukla ilkel dürtüler üstüne kurmuş ve biraz daha toparlanana kadar tek niyetleri hayatta kalıp neslin devamını sağlamak olmuştu. Neyse ki bu süreç beklenenden kısa sürmüş ve şehirler bir nebze de olsa yaşanılabilir hale gelmişti. Virüs yayıldıktan beş sene sonra düzen tamamen kurulmuş, çökmüş olan senkronize sistemi aratmayacak kadar konforlu bir yaşamları olmuştu. Eğitimi devam edebilmiş, enerji santralleri eskisi gibi çalışır hale gelmiş ve insan gücüne ihtiyaçlı şeyler hayatlarından neredeyse tamamen çıkmıştı. Sorumluluk ve dehşet duyguları kalmayan enfekte çoğunluk, sistemin bu kadar çabuk çökmesinin sebebiydi. Birçok iş alanı boşa çıkmış ve hatta bazı meslek dalları tamamen yok olmuştu. Üstü başı yıllarca değişmemiş ve hatta bazılarına giyinmek tenezzülü bile uğramamış; tenlerine hayatta kalacak kadar içmek dışında su değmemiş, hiçbir ahlak normları ve sınırları kalmayan insan kalabalığı sanki hep ölüme bir an kala ve hep o son anda yaşar gibi bir pervasızlıkla amaçsızca ortalarda salınmış durmuştu. O günleri düşününce sanki on yıl yaşlandı gibi hissederdi.
Dalmış gitmiş bakışlarını bıkkın bir gülüşle toparladı. Ahmet bir yandan bir şeyler konuşmuştu öyle zannediyordu ki kızın üzerinde yapacakları araştırmaları üstünkörü anlatmıştı. Neyse ki o da çoğunlukla dinlenmediğini bilir ve kendine iyi geldiği için anlatırdı. Asya tam ona anlattıklarını tekrar etmesini söyleyecekti ki telefon çaldı ve Ahmet kaşlarını yukarı kaldırarak cevapladı. Telefonu kapattıktan sonra sesinde kısıklık var gibi güldü ve “Aspendos’tan arıyorlar. Malum bugün ödemenin yapılması gerekiyordu. Gidip şu sağlık ekibini son kez kontrol edeyim.” Asya da kapıya yönelmiş adamın peşine takılmış sadece onun duyacağı bir kahkaha ile “E tabii yıl olmuş 3045. Bu devirde para mı kaldı. Biz ödemeyi insanla yaparız.” diye fısıldayarak her zamanki gibi dalga geçmişti içinde oldukları durumla. “Yalnız bir gün beni de ödeme yöntemi olarak kullanacaklar diye korkmuyorum değil. Sırf bu yüzden bile bir şey başarmak hevesimi baskılıyorum.” Ahmet burnundan nefes verip elindeki kağıdı parmağıyla döndürürken “Sen o kadar iyi ol da” dedi Asya’ya kafasını çevirerek “belki yeniden değersiz kağıtlara bir değer bahşedip insanların üstünden bu yükü alırsın.”
“Virüsü dünya üzerinden silersem neden olmasın. E şu kıza bir kavuşalım o da olacaktır.” Ahmet dudağını sağa kıvırarak gülmüş ve dört gözle beklediği o anı arzularken vicdanını da uyandırmaya çalışıyordu. Çünkü Asya’nın aksine araştırma yöntemlerinin agresifliğini sorgulamak yalandan bile düşündüğü bir şey değildi. Son sözü beyefendi söyleyecekti ve kızı gözden çıkarılabilir olarak görüp görmeyeceği tahmin edilemiyordu. Düşüncesinden çıkmak zorunda olmanın verdiği keyifsizlikle kapıyı açtı ve Asya’nın girmesini bekledikten sonra doktorların odasına onun peşi sıra girdi.
“Aspendoslular” dedi mağrur bir tebessümle “Artık size böyle denecek. Sizinle gurur duyuyoruz. Emeğinizi ve bilginizi bu şehrin bir sanat okuluna kavuşmasına karşılık hibe etmeniz hepimiz için unutulamayacak bir fedakarlık. Yeniden buraya ne zaman dönersiniz bilmiyoruz ama tekrar görüşeceğimize inanıyorum. Saat üçte sizi almaya gelecekler. Beyefendi de yolculamak için hazır bulunacak. Sizin için her şey çok güzel olacak, sevdiklerinizle vedalaşın ve giderken asla arkanıza bir hüzünle bakmayın. Sayenizde aramızdan pek çok kişi bu ruhsal bunalımlarını bir sanatla ifade edebilecek. Unutmayın dünya yine eski haline döndüğünde kaybettiğimiz şeyler sadece bazı insanlar olmalı, değerler değil!”
Onlar bu konuşmadan etkilendi mi ikna oldu mu bilemiyordu ama giderken pek üzülmeyecekleri konusunda sanki teyit almıştı. Hepsine teker teker sarıldı ve içlerinden Asya’nın kardeşi olan kadına geldiğinde gözlerinin dolu olduğunu gördüğü için bir şefkat besledi. Ablasına baktı ama Asya onun kadar üzgün görünmediği için bir nebze de olsa rahatladı. Asya’ya çok kıymet verirdi aralarında arkadaş olamayacak kadar yaş farkı olmasına rağmen onu çocukken oynadığını hatırladığı oyunlara bile anılarında eklerdi. Bazen bu anılara öyle inanırdı ki Asya’ya, onun hiç bilmediği bir olayı üstünkörü anlatıp hatırlamadığını görünce şaşırırdı.
Kafasını öne eğerek geri çekildi ve genç kadınla ablasını vedalaşırken seyretti. Asya az önce tanımadığı bir kıza yapılabilme ihtimali olan zararlı araştırmalara üzüldüğü kadar kardeşinden ayrılacağına üzülmüyordu. Garip biri diye her zamanki düşüncesini yineledi ve “Eeee haydi sizi böyle kuru kuru yolculayacağımızı mı sandınız?” Dedi sinir bozacak bir neşeyle. “Bir oyun sahnelenecek size, bizim ödemelerimiz tarafından” neyse ki söylediği şey o sinir bozucu neşesini dengeleyecek kadar güzeldi ve uzun yıllar sonra İstanbul’da hayat normale dönmüş gibi hissetmişlerdi. Onlar bir bir odadan çıkıp Ahmet’i takip ederken beyefendi ve misafiri şehrin ölü tarafına geçmişti bile.
Etrafı saran ağır bir kokunun içinde karmaşa dolu sokakta yanındaki küçük kızın dudak kıvrışları ile birlikte yürüyen beyefendi gözlerini ondan ayırmak istemiyordu. Kızın bu yaşta takındığı bu bilmiş tavır ve ne hikmetse iğreti durmayan o kibir onu takdir etmesine sebep olmuştu. Beyefendi enfekte olmamış bu hazineyi bulmayı hep hayal etmişti ama bu kadar müsamahalı olacağını da düşünememişti. Çocuğu bulduğunda sadece araştırılması gereken bir et yığını ve ruhsal iskelet olarak göreceğine emindi. Ama enfekte olmamış insanların bile beyefendiye göre fazla rehavete kapılmış olması onu fazlasıyla yalnız hissettirmiş, karşısında her türlü hissi bilhassa kibri dolu dolu yaşayan birini görmek bu yalnızlığın içinde ona mucize gibi gelmiş ve küçük kıza bir baba şefkatiyle bakmasının önünü açmıştı.
Fakat hayır bunu kendisine itiraf edemezdi. Aklı, içinden geçen bu düşünceyi esefle kınadı ama ne çare çok bariz bir şekilde küçük kız onun ufaktan hayran olduğu biri bile olmuştu. Bilge bu hissi anlayabilecek kadar gelişmiş gözlem yeteneğine sahipti. Normalde o yaşta birinden beklenen şeyleri yapmamakta ısrarlı gibi görünüyordu. Beyefendi ile arasındaki ilişkiyi hiyerarşik bir zeminde tutmakta kararlı gibiydi. Ona saygı göstermeyi sevdiğini, şu kısacık zamanda bile belli etmişti; ama beyefendi emindi ki asla diğerleri gibi mutlak itaat etmeyecekti. Hareketlerindeki o minik isyankar tavır, hislerini gizlemek zorunda olmadığına kalpten inanmış bir şeffaflık, ve hürmet göstermesine rağmen gerek duyulursa bir isyan ateşini yakmak istediğini saklamayan bakış ve tavırlar. Bunlar beyefendi için fazla tanıdıktı.
Şehirdeki insanlar beyefendi çoğunlukla var olan kurallar üzerinden tahmin etmeye çalışır, bu sessiz ve görünmez otoritenin nasıl bu kadar hükmünü geçirebildiğini anlamlandıramazdı. Beyefendiye göre yetkili ve görevli olmayan kişilerle yani yönetilmesi gereken insanlarla konuşmak bir düşkünlüktü. Bu aradaki sınıf farkını keskinleştirmesi elzemdi. Mahvolmuş bir düzenin kalıntılarında yaşayan ve bu kaosu kendilerine zul görmeyen insanlarla dolu bir yerde, sekinet başka türlü sağlanamazdı. Aslında var olan düzeni bozmaya çalışmayan ve tehdit etmeyen hiç kimseye doğrudan zararlı bulunmayan bir kurallar silsilesi vardı. Elbette bu tanım beyefendinin yorumuydu. Düşüncelerinde ve korkularında ne kadar isabetli olduğunu Bilge sayesinde anlamıştı. O gücünü bilinmezlikten ve insanların zihnindeki beyefendiden almakla doğruyu yapmıştı. İnsanlarla bu kadar hasbihali olsaydı Bilge gibi onu tanıyıp nasıl davranacaklarını ve belki de yıkacaklarını daha kolay anlarlardı.
Elini tuttuğu kız kikirdemiş ve çocuksu heyecanının kalıntılarını sesiyle ortaya dökmüştü. Cıvıl cıvıl bir konuşmayla “Geldik” dedi Bilge ve adamın elinden sıyrılıp tek katlı ahşap eve girdi. Az önceki kızla arasında büyük bir fark vardı. Sanki nerede çocuk nerede büyük olacağını biliyordu. Çocuk kaldığı tek yer bu ev olmalıydı ve kendi doğasında her şeyden daha emin olarak üstüne zorla giydirilmiş o bilinç halini terk etmiş ve belki de son kez aslını yaşamıştı. Beyefendiyi elinden tutup kibar ama savruk bir hamleyle çekiştirip kendini takip etmesini sağladı. Toz toprak olmuş ve gıcırdayan zeminde dikkatle yürüdüler ve nihayet kilitli kapısı olan odanın önünde durdular. “Babam burada, seni bekliyordu” dedi Bilge ve kapıyı tıklatırken güvende olduklarını söyleyip babasının kapıyı açmasını istedi.
Kapı açılmamıştı ve içerden ses gelmiyordu. Beyefendi kaşlarını çatıp Bilgeyi hassas bir hamleyle geriye doğru itledi. Kilidin olduğu yere tekme atıp açtığında ise gözlerini yorgunca birkaç kez kırpıp çocuğu oradan uzaklaştırmak istedi. Her ne kadar büyümüş de küçülmüş gibi olsa da bu manzarayı görmesi mümkün değildi. Kızın elini tutarak hızla dışarı çıkardı ve oldukça uzağında onları takip eden askerlere bir kafa işaretiyle gelmelerini söyledi. Bilge art arda sorular sormak yerine kaşlarını çatmış ve ne olduğunu beyefendinin yüzünden okumaya çalışmıştı. Yanlarından içeri giren askerlerin ayak sesleri bile daha çok ipucu vermiş olduğundan bundan vazgeçmiş ve bu adamdan teselli bulmak zorunda kalmamayı umut etmişti ama çok yazık, yaşanılan şeyi tahmin etmiş olduğundan gözleri bir acı akıtmış ve beyefendinin yanından bir iki adım uzaklaşırken babasına biraz kızmıştı da. Anlaşılan onun hayatı artık böyle devam edecekti ve bu soğuk be
yefendiye alışmak zorundaydı.
Yorumlar