Orion’un parmağı bir kez şıklattığında, dünya bir kez daha değişti. Çevremizdeki hava titredi, yer ayaklarımın altından kayıyormuş gibi hissettim. Az önce ayak bastığım cehennemi anımsatan kara zemin, yerini baş döndürücü bir beyazlığa bıraktı. Gözlerimi kısmama rağmen bu parıltı, bakışlarımı delip geçiyordu. Bir anda etrafımdaki dünya netleşti ve kendimi büyüleyici bir manzaranın ortasında buldum.
Burası… bir tapınak mıydı? Hayır, bundan çok daha ihtişamlıydı. Gökyüzü yoktu; onun yerine, sanki milyonlarca yıldızdan yapılmış devasa bir kubbe üzerimize kapanmıştı. Zeminde, altın rengi damarlar birbirine dolanıyor ve parıltıları her adımımda nabız atıyormuş gibi titriyordu. Çevremde, tanrısal varlıkların burada dolaştığını hissettiren bir ihtişam hakimdi. Taş sütunlar, göğe uzanan dağlar kadar yüksekti ve üzerleri, anlam veremediğim sembollerle süslenmişti.
Orion, bir adım öne çıkarak eliyle bir noktayı işaret etti. Gözleri ciddiyetle parlıyordu.
“Burası, gezegenler arası geçiş için bir üs,” dedi. Sesi, bu kutsal mekânın yankısıyla daha da güçlenmişti. “Ama senin için bundan fazlası olacak. Burada savaşın yalnızca fiziksel değil, zihinsel tarafını da öğrenmelisin.”
Kelimelerinin ağırlığı beni adeta yere mıhlıyordu. Daha sözlerini sindiremeden devam etti.
“Lightuss’u öldürdüğünü sanıyorsun, değil mi?” Gözlerim büyüdü, dudaklarım titredi. Cevap vermek üzereydim ki elini kaldırarak susturdu. “Ama o yaratığı yok eden sen değildin, Astraia.”
Şaşkınlıkla geri çekildim. “Ne demek istiyorsun? Ben… kendi ellerimle onun işini bitirdim!” Sözlerim hem bir meydan okuma hem de bir çaresizlik barındırıyordu.
Orion derin bir nefes aldı. “Hayır,” dedi, her kelimesi bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu. “Yaptığın şey, içindeki büyüyü kullanarak onu kör etmekti. Bu etkileyici, ama yeterli değil. Yaratığı tek bir darbeyle ben yok ettim. Bu sana bir ders olsun: Gücünün sınırlarını anlamadan, asla gerçek bir zafer kazandığını düşünme.”
Bu sözler beni sarstı. Ellerime baktım. Onları nasıl bir ışıkla doldurmuştum? Ve o ışık şimdi nerede? Kendimi bir anlığına güçlü hissetmiştim, ama şimdi bir kez daha küçük ve önemsizdim.
“Sırada ne var?” dedim, sesimdeki titreşimi saklamaya çalışarak.
Orion, ince bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Sırada Vadiana var. Ama seni uyarıyorum, hemen en büyük düşmanlarına saldırma. Üç büyük varlık var bu gezegende: Urigh, Valdor ve Siliqua. Onlarla yüzleşmek istiyorsan, önce kendini hazırlamalısın.”
“Ya hazırlanmadan gidersem?” diye sordum, başımı kaldırarak.
Omuzlarını silkti. “Seçim senin. Ama akıllı bir savaşçı her zaman önce çevresini tanır. Vadiana, yalnızca devlerle değil, onların altındaki küçük ama ölümcül varlıklarla da dolu. Seçimini yap.”
Bu sözlerle parmağını bir kez daha şıklattı ve önümde bir ışık yolu belirdi. Gözlerim bu parlaklığa alışmaya çalışırken, Orion’un sesi arkamdan yankılandı.
“Hazırsan git. Seni izliyor olacağım.”
Işığa doğru yürüdüğümde, bir kez daha düşüyormuşum gibi hissettim. Ama bu kez korku değil, kararlılık doluydu içim. Gözlerimi açtığımda, Vadiana’daydım. Burada gökyüzü, sanki sürekli bir gün batımıymış gibi turuncu ve kırmızı tonlarında parlıyordu. Ağaçlar, devasa ve tuhaf şekilliydi; gövdeleri koyu yeşil, yaprakları ise mavi ışıltılar saçıyordu. Zemin yumuşak, ama ürkütücü bir şekilde nefes alıyormuş gibi hissediliyordu. Adımlarımı attıkça, her şeyin canlı olduğunu düşünmeden edemiyordum.
İlk düşmanlarım kısa sürede karşıma çıktı: İnsan boyutunda kertenkeleler. Derileri sert, gözleri sarı bir ışıkla parlıyordu. Ellerinde keskin pençeler vardı ve hareketleri inanılmaz hızlıydı. Orion’un bana verdiği mızrağı sıkıca kavradım.
“Orion,” dedim sessizce. “Şimdi ne yapmam gerekiyor?”
Cevap hemen geldi, sanki zihnimin içinde yankılanıyordu. “Sakin ol. Hareketlerini izle ve saldırılarını önceden tahmin et. Kendi gücünü akıllıca kullan.”
İlk kertenkele üzerime doğru atıldığında, içgüdüsel bir hareketle mızrağı savurdum. Metal, canavarın zırh gibi sert derisine çarptı ve bir kıvılcım çıkardı. Ama bu yetmemişti. Canavar hırlayarak geri çekildi, sonra daha büyük bir öfkeyle yeniden saldırdı. Bu kez, mızrağı daha dikkatli bir açıyla savurdum ve canavarın boynunu hedef aldım. Bir çığlık, ardından sessizlik.
“İlkini indirdin,” dedi Orion. “Ama asıl test şimdi başlıyor.”
Ormanın derinliklerinden, kısa boylu, geniş omuzlu troller belirdi. Silah taşımıyorlardı ama yumrukları birer balyoz gibi görünüyordu. İlk hamlelerinde hızımı kullanarak saldırılarından kaçındım. Mızrağı döndürüp birinin bacağını hedef aldım. Yerde yatan bir trollün bile tehlikeli olabileceğini çabucak fark ettim; çünkü diğerleri, arkadaşlarının intikamını almak istercesine üzerime hücum etti. Onları tek tek, zorlukla alt ettim.
Savaşların ardından nihayet dinlenebileceğim bir alan buldum. Ama Vadiana, nefes almanıza izin vermeyen bir yerdi. Orion’un sesi bir kez daha yankılandı:
“Şimdi asıl zorluk başlıyor. Urigh, bu gezegenin ilk muhafızı. Yavaş ama inanılmaz güçlü. Saldırılarını önceden tahmin et ve ondan kaçın. Ve Astraia…”
“Evet?”
“Kör etme büyünü unutma. Onu zayıflatmanın tek yolu bu.”
Bu uyarılar zihnimde yankılanırken, Urigh’ın devasa gölgesi önümde belirdi. Vadiana’nın ağaçlarını aşıp göğe doğru yükselen, bir dağ gibi heybetliydi. Her adımı, yerin sarsılmasına neden oluyordu. Elindeki koca balyoz, yıldırımlar kadar tehditkârdı.
Elimi mızrağa götürdüm. Nefesimi kontrol altına almaya çalışarak, devin gözlerinin içine baktım. Orion’un dediği gibi, korku beni yavaşlatabilirdi. Ama artık korkmak için zamanım yoktu.
Urigh’ın gözleri, ışıldayan bir öfkeyle üzerime kilitlendi. İlk saldırısını yapmaya hazırlanırken, kararlı bir şekilde ileri doğru bir adım attım. Savaş başlamak üzereydi.
Yorumlar