Orion’un eli elimdeydi; parmakları, çelikten bir zincir kadar güçlü ama bir kuş tüyü kadar hafifti. Gözlerim onun parlak bakışlarına kilitlenmişken, dünya bir kez daha değişti.
Yıldızların döndüğünü, ayaklarımın altındaki ışıkların dalgalar halinde aktığını gördüm. Zemin titredi ve bir anda düştüğümü hissettim. Ama bu düşüş, korkutucu olmaktan çok huzur vericiydi; sanki bir annenin kollarına bırakılıyormuş gibi.
Sonunda ayaklarım bir yüzeye değdi. Kendimi toplamak için dizlerimi bükerek yere çömeldim. Hala nefes alıyordum, ama burası… burası gerçek bir yer gibi değildi. Orion’un sesi, başımın üzerinde yankılandı:
“Ayağa kalk, Astraia. Zaman kaybetmeye tahammülümüz yok.”
Başımı kaldırdım ve çevreme bakındım. Şimdi bulunduğum yer, bir rüyanın parçaları gibi gerçeküstüydü. Göz alabildiğine uzanan, parlak kırmızı bir gökyüzü vardı. Ufukta devasa dağlar, içlerinden dışarı fışkıran lavlarla parlıyordu. Toprak, koyu siyah renkteydi; üzerindeki ince çatlaklardan turuncu bir ışık sızıyordu. Her adımımda, yerin sıcaklığı ayakkabılarımdan içeri sızıyor gibi hissediliyordu.
“Bu… bu neresi?” diye sordum, sesim ürkekti.
“Bu bir deneme alanı,” dedi Orion. Yüzü her zamanki gibi soğukkanlıydı. “Seni eğitmek için yaratılmış. Burada fiziksel ve zihinsel sınırlarını zorlayacağız. İlk adım, ateşin korkutucu yüzüyle tanışman.”
Orion, bir el hareketiyle önümde bir yol açtı. Sanki siyah zeminin kendisi bükülerek bir patika oluşturmuştu. Patikanın sonunda, devasa bir yaratık silueti belirdi. Gözlerimi kısarak baktım. Bu şey… insana benzeyen hiçbir tarafı yoktu. Kocaman kanatları, lavla dolu boş gözleri vardı ve ağzından çıkan buhar, bir yanardağın patlamasından farksızdı.
“Bu… bu şey de ne?” diye sordum, panikleyerek geri çekildim. Kalbim, göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu.
Orion sakin bir şekilde bana baktı. “Bir ateş canavarı yani lightuss. Buradaki ilk sınavın. Öldür ya da öl, Astraia.”
Kelimeler onun ağzından dökülürken, beynimde yankılandı. “Öldür ya da öl.” Ellerimi yumruk yaptım. “Ama… ama nasıl? Ben… savaşmayı bile bilmiyorum!”
Orion başını hafifçe yana eğdi. “O zaman öğrenmelisin. Bu dünya, bir öğretmen kadar sabırlı değildir. Hayatta kalmak istiyorsan, bir şeyler yapmayı öğrenmek zorundasın. Şimdi ilerle.”
Beni beklemeden yürümeye başladı. Geniş adımları, kararlı ve rahattı. Onu takip etmekten başka çarem yoktu. Geriye dönüp kaçmayı düşündüm, ama nereye kaçabilirdim ki? Geldiğim yere dair hiçbir fikrim yoktu.
Sonunda yaratığa birkaç metre mesafede durduk. lightuss, bizi fark etmiş gibi göründü. Devasa gövdesi hareket ederken yer titredi, kanatları yavaşça açıldı. Korkudan donakalmıştım, ama Orion hiçbir şey olmamış gibi sakindi.
“Sana bir silah vermeme gerek yok,” dedi, sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi. “Burada kendi gücünü keşfetmek zorundasın. Düşmanına odaklan. İçindeki cevheri hisset. Bu dünyanın sana sunduğu her şeyi kullan.”
“Ne demek istiyorsun?!” diye bağırdım. Ama o anda, yaratık harekete geçti. Devasa bir pençeyi üzerimize doğru savurdu. Gözlerim büyüdü ve bir refleksle kendimi yere attım. Orion kıpırdamadı bile; pençe onun hemen yanından geçti.
“Sen… çıldırmışsın!” dedim, yerde yatarak. Ama o beni dinlemedi.
Yaratık tekrar saldırmaya hazırlanırken, içimde bir şeylerin hareket ettiğini hissettim. Bu tanıdık bir his değildi; sanki damarlarımda kan değil, ateş akıyordu. Orion’un söylediklerini hatırladım: “İçindeki cevheri hisset.”
Nefesimi kontrol etmeye çalıştım. Elleri mi sıktım ve gözlerimi kapattım. Birden avuçlarımda bir sıcaklık hissettim. Gözlerimi açtığımda, ellerimde parlayan bir ışık gördüm.
“Bu… bu ne?” diye fısıldadım.
Orion gülümsedi. “Başlıyoruz.”
İlk saldırımı yaptığım anı hatırlıyorum. Ellerdeki o ışığın, bir enerji patlaması gibi yayıldığını ve yaratığın devasa gövdesine çarptığını gördüm. Canavar geriledi, ama bu yalnızca onu daha da öfkelendirmişti.
Orion, her hareketimi dikkatle izliyordu. “Fena değil,” dedi, sesi kayıtsızdı. “Ama bu kadarla hayatta kalamazsın. Daha güçlü olmalısın. Hızlı olmalısın.”
Canavarın pençesi bir kez daha üzerime indi. Bu kez geri çekilmek yerine, ileri atıldım. Ayaklarımın altındaki zeminden yükselen turuncu ışık, bana rehberlik ediyordu. Ellerdeki ışığı, bir kalkan gibi kullanarak yaratığın darbesini engelledim.
Ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bu yaratığı alt edemeyecekmişim gibi hissediyordum. Gövdesi çok büyük, derisi çok sertti. Enerjim ise hızla tükeniyordu.
“Yapamayacağım!” diye bağırdım. Yaratık, devasa bir alev püskürttü. Sıcaklık yüzüme çarptığında, öleceğimden emindim. Ama tam o anda, Orion’un sesi duyuldu:
“Astraia! Korku, seni yavaşlatır. Hissetmekten vazgeçme, harekete geç!”
Gözlerimi kapattım ve içimde bir başka güç dalgası yükseldi. Yaratığın alevlerini yok sayarak, ışıkla dolmuş avuçlarımı havaya kaldırdım. Bu kez daha büyük bir patlama oldu. Ortalık, parlak bir beyazlıkla doldu.
Gözlerim karardı. Sırt üstü yere düştüğümü hissettim. Gökyüzüne baktığımda, alevlerin azaldığını gördüm. Yaratık yere yığılmıştı.
Nefes nefese, titreyerek doğruldum. Elimden akan ışık, yavaşça kayboluyordu. Orion yanıma geldi, yüzünde gururlu ama bir o kadarda ciddi bir ifadeyle bana baktı.
“İlk adımını attın. Ama bu yalnızca bir başlangıç.”
Yorumlar