Hayatımda hiçbir şey yolunda gitmedi. Bu, öyle basit bir yakınma değil; aksine, kaderin ince ince işlediği bir şaheser kadar kesin bir gerçeklik. Sabah çalan alarm sesiyle başlayan günlerimin her biri, hayatın üzerime inatla kurduğu yeni bir tuzak gibiydi. Penceremin dışındaki gri gökyüzü, içimdeki boşluğun bir yansımasıydı. Ama yine de yataktan kalktım, çünkü kalkmak zorundaydım. Her sabah olduğu gibi, aynaya baktığımda kendime aynı soruyu sordum: Neden buradayım?
Okul yolundaydım. Yanımdan hızla geçen arabaların gürültüsü, şehir yaşamının rutinini hatırlatıyordu. Kalabalığın içinde kaybolmayı umarak başımı önüme eğdim, çünkü yüzümü tanıyan birini görmek istemiyordum. Herkesin bana baktığını ve içimden geçen utancı görebildiğini hayal etmek bir alışkanlık haline gelmişti. Belki de yalnızca bir yanılsamaydı. Belki de değildi.
Ama o gün, o yolda yürürken, hayatımın daha da kötüye gideceğini hayal bile edemezdim.
“Hey! Dur bakalım!” diye bir ses duyduğumda, gözlerim istemsizce sağa sola kaydı. Sesin kime yöneldiğini anlamaya çalışıyordum. Beni işaret etmiyor olmalıydı, değil mi?
Yanıldım. Sesin sahibi olan iri yarı çocuk, yanında ufak tefek ama gözleri kurnazca parlayan başka bir gençle birlikte önüme dikildi.
“Ne var çantanın da?” dedi iri olan. O an nefes alışverişim hızlandı. Kaçmayı düşündüm, ama ayaklarım ağırlaşmış gibiydi. İnsan bedeninin nasıl bu kadar çaresizleşebileceğini o an öğrendim.
“Hiç… bir şey yok…” diye mırıldandım. Sesim o kadar zayıftı ki, rüzgarın bir esintisiyle bile kaybolabilirdi. Ama çocuklar bu kadar nazik değildi. Daha sözüm biter bitmez biri çantama uzandı, diğeri cebimi karıştırmaya başladı.
“Yeter!” diye bağırdım, ama bir cevap yerine yüzümde hissettiğim keskin bir acıyla sustum. Yumruk. Gözümün önünde kıvılcımlar çaktı ve ayaklarım tökezledi. Yere düştüğümde yalnızca çantamı değil, hayatımdaki tüm gücümü kaybetmiş gibi hissettim. Onlar, üzerimdeki her şeyi aldıktan sonra bile gitmediler. Her yumruk, her tekme, içimde bir parçayı daha parçaladı.
Sonunda yere yığıldım. Acıyı artık hissetmiyordum. Gözlerim ağırlaştı. Uzaklardan gelen gülüşler ve ayak sesleri giderek daha da silikleşti. Burada bitecek. Hayatım bu şekilde sona erecek.
Ve sonra, her şey karardı.
Gözlerimi açtığımda, ilk fark ettiğim şey soğuktu. Derin, kemiklerime kadar işleyen bir soğuk. Ama aynı zamanda bu soğuk, her nefes alışımda ciğerlerime dolan bir tazelik taşıyordu. Nefes alıyordum… ama nasıl?
Yavaşça doğruldum ve etrafıma baktım. Bulunduğum yer… tarif etmesi zor bir yerdi. Göz alabildiğine uzanan, parlayan mavi bir zemin üzerindeydim. Yıldızlar, ayaklarımın hemen altında parlıyordu. Sanki gökyüzüyle yer değiştirmiştim. Yukarı bakınca, başka bir dünyayı görebiliyordum: Dağlar, ormanlar, nehirler… ama bu görüntüler bulanık ve hareketsizdi; bir tablo gibi.
Tam o an, önümde bir figür belirdi. Onun nasıl oraya geldiğini anlayamadım. Sanki orada hep varmış gibi, sadece gözlerimin onu fark etmesini beklemişti.
“Hoş geldin,” dedi derin, melodik bir ses. Karşımda duran adam, zarafetle doluydu. Uzun boylu, kusursuz duruşlu, koyu renk bir pelerin giymişti. Yüz hatları, eski zamanların heykellerinden çıkmış gibiydi; güçlü ve etkileyici. Ama en çok gözleri dikkat çekiyordu; yıldızların ışığını yansıtan gözler.
“…Neredeyim?” Sesim titrek çıktı. Hala hayatta olup olmadığımı bilmiyordum.
“Burası geçişlerin diyarı. Adım Orion.”
“Orion…” diye tekrarladım. İsim, zihnimde yankılanıyordu. Ama bir yabancıdan çok daha fazlası gibiydi. İçimde bir his, onun benim kaderimde önemli bir yeri olduğunu söylüyordu.
“Mia,” dedi. Adımı nasıl bildiğini sormaya fırsatım olmadan ekledi: “Ya da burada bilineceğin isimle Astraia.”
Kaşlarımı çattım. “Astraia mı? Hayır, benim adım—”
Elini kaldırdı, konuşmamı kesti. “Burada eski adının bir anlamı yok. Artık bu dünyanın bir parçasısın ve sana verdiğim isimle çağrılacaksın.”
“Ne… ne istiyorsun benden?” İçimde büyüyen korkuyu bastırmaya çalıştım, ama bu adamın varlığı o kadar yoğundu ki kendimi tamamen savunmasız hissediyordum.
“Seninle bir anlaşma yapmak istiyorum,” dedi. Sesindeki ciddiyet, havadaki yıldız tozlarını bile ağırlaştırıyordu. “Yıllardır bu evrende rakipsizim. Ama şimdi, seni buldum. Seni eğiteceğim, güçlendireceğim, şekillendireceğim. Çünkü sen, kaderimdeki en büyük sınavsın.”
Kalbim hızla atmaya başladı. “Eğitmek mi? Neden ben? Ben… hiçbir şeyim! Sıradan, beceriksiz biriyim. Kendi hayatımı bile düzgün idare edemiyorum.”
Orion gülümsedi. Ama bu sıcak bir gülümseme değildi; daha çok, bir bilmeceyi çözdüğünü düşünen birinin gülümsemesiydi. “Hiçbir şey olmadığını mı düşünüyorsun? İşte bu yüzden mükemmel bir adaysın.”
Bir adım attı ve elini uzattı. “Seçim senin, Astraia. Benimle gelirsen, sana güç vaat ediyorum. Ama bu yolun kolay olmayacağını bilmelisin. Her bölüm, seni daha zorlu bir sınava götürecek. Ve her sınav, seni bir adım daha ileri taşıyacak. Ne diyorsun? Kabul ediyor musun?”
Elime baktım. Hissettiğim tek şey korkuydu, ama bu korkunun içinde yanan başka bir şey vardı: Merak. Tüm hayatım boyunca hiçbir şeyde başarılı olamadım. Ama ya burada… ya bu dünyada farklı olabilirse?
Titreyen elimle Orion’un elini tuttum.
“Kabul ediyorum.”
Orion’un gözleri parladı ve etrafımdaki yıldızlar bir anda dönmeye başladı. Bu kararın, beni nereye götüreceğini bilmiyordum. Ama artık geri dönüş yoktu.
Yorumlar