“Devlet yeni dil modelini yayınladı. Artık yasaklara gerek yok. Kimse istenmeyen düşünceler düşünemeyecek artık. Aşırı gelişmiş hiyerarşik toplum düzenimiz sayesinde artık kimse böyle saçma hırslara kapılmayacak artık. Merak duymak, bilinmeyeni bilmeye çalışmak gibi şeylere gerek yok. Tüm insanlık aynı düzeni takip ederek nihai huzura ulaşabilir. Sınavlara odaklanmaktan daha mantıklı bir şey kalmadı. İnsanların bireysel veya toplumsal bir hareket ile herhangi bir değer ortaya koymasına gerek yok ki zaten bu artık imkansız. Kaynak sorunumuz çözüldüğünden beri kimsenin böyle arayışlara ihtiyacı yok. Yeniye gitmek yerine herkes toplumsal ağaçta yükselmeye çalışmalı. Manalı ve anlamlı olan tek şey bu artık yeni toplumumuzda. Nihai korunma için insanlık önemsiz olan bazı fonksiyonları göz ardı etti ve kurban etti.”
-Zafer Gazetesi 2/1/0
Video tekrardan oynamaya başladı. Öğrenci tekrardan önemli kısımları not almaya başladı. Sınav için. Eğer geçemezse tekrar aynı sınıfta bir yıl geçirmesi gerekecek. Düşüncelerini kontrol etmekte zorlanıyordu tekrardan. İlaç kutusuna baktı. Son bir ilacı kalmıştı. Çok düşünmeden ilacı içti. Rahatlamıştı öğrenci. Zihni durmuştu tekrardan. Zil sesi ile dikkati dağıldı. Yazarlar klubünden arkadaşı arıyordu. “Ah bu aptal kulüp.” Diye söylendi kendi kendine. “Aynı değerleri aşılamaya çalışan, aynı mesajı vermeye çalışan tekrarlayan eserler yazmak. Faydalı fakat sıkıcı.” Diye geçirdi kendi içinden. “Acaba örnek aldığımız o büyük yazarın orijinal eserleri nasıldı? Neyi anlatıyordu bu eserler? Aynı şeyi mi? Tıpatıp aynı mesajlar mı?” Öğrenci kızardı. Aşırı derecede rahatsız olmuştu. “Yine soru cümleleri. Bana yardımcı olur diye bu dili kullanıyorum düşünürken fakat, sanki kendi ellerimle batıyorum. Sürekli olarak medeniyetimize karşı günahlar işliyorum bu soruları düşünerek. Bu cüretkar ve günahkar dil zihnimi ele geçiriyor. Bu dili sadece özel öğrenciler öğrenmeye hak kazanır. Ben bildiklerime ve ağaca ihanet ediyorum. Acaba tarih ve edebiyattan ilerlemek bir hata mıydı? Neyse ki düşüncelerimi kimse duyamaz.Neyse ki ilaçlar var onlar olmasa ne yapardım? Sınav stresinden olmalı bu düşünceler. Bu günahkar düşünceler yakında gider sanırım. Yakında bu dile alışırım sanırım. Neden merak etmek yasak? Bu merak krizleri neden tetikleniyor?”
Öğrenci tekrar dehşete düştü. Teslim olmayı geçiriyordu içinden. Zihni onu bir çukura çekiyordu. Sanki zihni artık değişmiş gibiydi. Artık beyni sanki onun eskiden alışık olduğu şekilde işlemiyormuş gibi hissediyordu. Bu suçluluk ve pişmanlık dolu hatta derin utanç dolu hissin aynı zamanda azıcık da olsa ona zevk verdiğini fark ediyordu yavaş yavaş fakat bunu düşünerek kendine itiraf etmek istemiyordu. Fakat durumu zihni işliyordu yavaş yavaş.
Aklını durduramıyordu, çaresizce bu gerçeğin zihnini doldurduğuna şahit oluyordu. Aklı hızlı çalışıyordu. Durumu anlayamayacak kadar aptal değildi zaten. Bir zihin girdabı gibi bu düşünceler onu boğuyordu. Kaygı giderici hapların olduğu kutuya baktı. Kalmamıştı. Yenileri için başvursa bir gün içinde teslim edileceklerini biliyordu fakat içindeki bir şey bunu yapmaktan onu alıkoyuyordu. Kendisini dinlemesi gerektiğini düşündü. “Acaba herkesi bu ilaçlarla mı idare ediyorlar?” diye geçirdi içinden. Aklının artık bu düştüğü dehşeti göz ardı edip başka yerlere dağılması bu durumu yavaş yavaş kabullendiğine işaret ediyordu. Artık her zaman kendini avantajlı kılmış ve kılacak olan bu dilin bedelini bu günahkar düşüncelere sahip olmakla ödemeye hazır gibiydi. Konuyu hızlı kavrayışı ve bir nebze bu konuda ilgisiz oluşu onu dehşete düşürdü bir nebze fakat artık durumunu çoktan kabullenmişti.
Telefonunun çalmayı durdurduğunu fark etti. Arkadaşını geri aradı. Arkadaşı onu yakınlardaki bir parka davet ediyordu. Bu düşüncelerden bir nebze sıyrılıp kafasını dağıtmak için hevesle kabul etti bu teklifi. ET-88 parka gitmek üzere yola çıktı. Yukarı baktı. “Dev ihtişamlı avize. Yeni güneşimiz. Yeni gök kubbemizin yapılış amacını hiç düşünmemiştim. Acaba neden yapıldı bu? Neyden korunuyoruz? Tüm bu telaş niye ki? Ne kadar aptalız. Ne kadar aptalım. Ne kadar aptallar. Kimse bunu sorgulamıyor mu? Tüm bu kargaşa neden? Neden bu gök kubbe? Neden bu dev kara bina? Bilmiyorum. Asla bilmeyeceğim. Ama en azından merak ediyorum. Diğer insanlar bunu yapmaktan acizler.” Diye düşüncelere dalmışken önünde kocaman parkın tabelasını görünce kendine geldi tekrardan. Etrafına bakındı. ES-79 bir ağacın yanındaki bankın dibinde el sallayarak ET-88’e sesleniyordu.
ET-88 onu fark etti ve onun yanına gitti. Selamlaştılar, hemen ardından ES-79 konuya girdi: “Bu gün yeni bir tiyatro yazıyorum. İsmini daha belirlemedim ama bu sefer çok güzel gidiyor eser.” ET-88 bu cümlenin üzerine yine düşüncelere daldı: “Bu sefer mi? Sanki diğerlerinden farklı bir konu ele alıyormuş gibi. Her şey aynı. Tüm eserler aynı konuyu işliyor. Sanat etkileyiciliğini çoğu zaman sadece tüyleri diken diken eden ve kitleleri harekete geçiren bir şey olmasından mı alıyor? Sanat artık çok sıradan. Saçmalık.” Düşüncelerinin ardından ES-79’un söylediklerine cevap olarak soğuk ve umursamazca “Ne güzel!” diyebildi sadece. ES-79 yine tekrardan konuşmaya başladı fakat bu sefer susmak bilmedi ve tüm gün konuşmaya devam etti ES-79. ET-88 sürekli umursamazca cevaplar vererek geçiştirdi ES-79’u fakat o bunu hiç umursamadan durmadan konuşmaya devam ediyordu. İlk defa “en yakın dostum” dediği bu kişinin yanında sıkıldığını hissediyordu o anlarda. Sürekli aklında bu gün zihninde olup bitenleri düşünürken uzun zamandır parkta olduğunu fark etti. Parktaki saat kulesine baktı ve neredeyse üç saattir orada oturduklarını fark etti ET-88. Hemen panikle endişeli bir ses tonuyla: “Gitmeliyim, sonra görüşürüz!” Dedi ardından aniden banktan kalkıp hızlı hızlı oradan uzaklaşmaya başladı. Bu yaptığı şeyi bir yere yetişmek için değil de, artık bunalmaya başladığı o yerden uzaklaşmak için yapmıştı. Etraftaki ekranlara bakıyordu oradan uzaklaşırken.
Ekranlar sürekli kaygı içindeymişçesine bir şeyler anlatıyordu her zamanki gibi. Sanki bir şeyden kaçıyor veya saklanıyormuşçasına. Hep haykırmalar, ünlemler ve özellikle nefret. Nefret havasındaydı tüm ekranlar, kaygı değil de nefretti bu kesinlikle. Yine ilginç bir durumdu bu ET-88 için çünkü hiç oturup düşünmeye vakti olmamıştı, aslında kaygı soruları doğurmalı ama sorgusuz kaygı nefreti doğuruyor olmalıydı çünkü söylev ve üslup bir şeylere karşı sanki derin bir nefreti ifade ediyor fakat bu nefretin odakları her zaman belirsiz. Yanlış hissettiriyordu bu durum ET-88 için çünkü tanımlayamadıkları şeylerden korkmaları gerektiğini, kaygı ifadeleri kullanmaları gerektiğini düşünüyordu fakat hemen bu düşüncelerin ardından bu duyuruları yapan şeyin bir kişi olmadığını hatırladı.
“Bu devletin herhangi bir şeyden korkması absürt olurdu sonuçta yüzyıllardır hüküm sürüyorlar, yani sanırım.” diye düşündü. ET-88’in odağı tekrardan bir ekrana kaydı ve ekrandan duyulan sözlere kulak verdi: “Hep dediğimiz gibi: Dünyadaki en merhametli şey, insan zihninin içerdiği bilgiler arasında karşılıklı bağlantılar kurmaktaki yetersizliğidir. Kapkara sonsuzluk denizinin ortasındaki dingin cehalet adasında yaşıyoruz ve uzaklara gitmek bize göre değil. Her biri kendi yönünde çaba sarf etmiş olan bilimler bize çok az zarar verdi, ama bir gün dağınık bilgilerin bir araya getirilmesi gözümüzün önüne öyle korkunç bir gerçeklik serecek ki, bu manzara içindeki kendi konumumuzu görünce ya ortaya çıkan bu gerçek nedeniyle ya delireceğiz ya da ölümcül ışıktan yeni bir karanlık çağın huzur ve güvenliğine kaçacağız, işte dün olduğu gibi bu gün de biz o hep bahsettiğimiz idealimiz olan karanlık çağda yaşıyoruz ve yarın da yaşamaya devam edeceğiz. Eskiden bu sözler bir umut ve devrimi ifade ediyordu, ulaşılması gereken bir hayali ifade ediyordu fakat şimdi buna ulaştık. Yüzyıllardır ölümcül ışıktan korunuyoruz ve sonsuza kadar…”
ET-88 bu kısma gelince başını çevirdi ve yürümeye devam etti, daha fazla dinlemek istememişti ve tekrar düşüncelere daldı: “Bu bilginin ne olduğu, korkulanın ne olduğu belli değil benim için fakat onlar için belli olmalı. Biz neyden korunuyoruz? Neyden kaçıyoruz? Sanırım asla öğrenemeyeceğim. Bu trilyon insan içinde bir hiç sayılırım hatta onun dışında tüm bu gerçeklik içinde bir hiçim. Böcekvari bir yaşam yaşıyoruz ve sanırım bunu tek fark eden kişi benim. Asıl nefretle dolup taşması gereken tek kişi benim fakat tüm bu insanlık, hakları olmamasına rağmen bilmedikleri bir şeye nefret kusuyor. Nefretini temellendirebilecek tek kişi ben olmama rağmen tüm insanlık nefret etme hakkına sahip sanıyor kendini.”Tüm bu düşüncelerine rağmen hissettiği duygular sadece hüzün ve çaresizlikti. Sanki tüm insanlıktan ve gerçeklikten daha önemliydi ama onların sonsuzluğunda kaybolmak kaçınılmaz gibiydi. Bin katlı, neyden yapıldığını bile bilmediği bir binadaki altı bin daireden birinde yaşıyordu hem de bu yaşadığı yer hakkında bile pek bir şey bilmiyordu, aslında hiç bir şey bilmiyordu yaşadığı gezegen hatta yaşadığı gerçeklik hakkında kendini bu gerçekliğin boyutu karşısında bir böcek gibi hissediyordu ve aslında sadece bu bina içinde bile bir böcekten pek bir farkı yoktu. Düşüneceği veya yapacağı herhangi bir şeyin bu bomboş gerçeklikten daha anlamlı olduğunu biliyordu fakat bunun, bu anlamın herhangi bir şey doğurmayacağını biliyordu çünkü özel olmak, bu gerçeklikte, gerçekten önemli veya farklı bir şeyler yapabileceğin anlamına gelmez.
Yorumlar