Karmaşık Doğanın Dışındakiler

56 0 4 Ekim 2024

Saraybosna, bir zamanlar savaşın gölgesinde kalmış bir şehirdi. Ancak mermerlerin ortaya çıkışıyla dünya hızla değişirken, bu şehir Kızıl Muhafızlar için bir güvenli sığınak haline gelmişti. Duvarlarının ötesinde kaos hüküm sürerken, Saraybosna’da savaşın etkilerinden uzak bir düzen kurulmuştu. Şehir, dışarıdan gelenlere adeta bir vaha gibi görünüyordu, ancak içeride sıkı bir disiplin ve askeri eğitim vardı. Savaşın gelecekteki savaşçıları burada yetiştiriliyordu.

Uluç Sertürk, Denizli’deki trajediden kurtulduktan sonra, kardeşi Mehmet’le birlikte Saraybosna’ya getirilmişti. Kardeşi Mehmet, St. Petersburg’daki özel bir eğitim programına gönderilirken, Uluç Saraybosna’da kalarak Kızıl Muhafızlar’ın askeri eğitimine başlamıştı. İçinde büyüyen öfke ve intikam arzusu, onu her geçen gün daha da sertleştiriyor ve acımasız bir savaşçıya dönüştürüyordu. Ancak bu şehirde Uluç’un yalnızca düşmanlarına karşı değil, kendi iç dünyasıyla da mücadele etmesi gerekiyordu.

Eğitim kampının ilk günlerinde, Uluç kendi halinde kalmayı tercih ediyordu. Her gün aynı rutinle başlıyor, sabahın erken saatlerinde kalkanlar çalıyor ve gün boyunca fiziksel dayanıklılık, silah kullanma ve strateji eğitimleri sürüyordu. Ancak bir gün, odasına yeni biri yerleştirildi: Kaan Arında. Almanya’da doğmuş bir Türk olan Kaan, ailesini mermer felaketi sırasında kaybetmiş ve Kızıl Muhafızlar’a katılmak için Almanya’dan buraya getirilmişti.

Kaan, Uluç’un aksine çok daha dışa dönüktü. Odaya ilk adımını attığında, Uluç’a sanki eski bir dostunu selamlıyormuş gibi gülümseyerek baktı.

Kaan: “Selam, dostum! Görünüşe göre bundan sonra aynı odayı paylaşacağız,” dedi neşeli bir şekilde. Yataklarından birine eşyalarını yerleştirirken konuşmaya devam etti. “Adım Kaan. Almanya’dan geldim. Senin adın ne?”

Uluç kısa bir süre sessiz kaldı, bu kadar rahat ve samimi bir yaklaşımı beklememişti. O, genellikle mesafesini korumayı tercih ederdi. Ancak Kaan’ın samimi tavrı, onu bir nebze rahatlattı.

Uluç: “Uluç. Denizli’den geldim,” dedi, gözlerini yere dikerek.

Kaan, Uluç’un ciddiyetini fark etti, ama bu onu durdurmadı. Kendi yatağına oturup Uluç’a baktı.

Kaan: “Hikayelerimiz biraz farklı galiba, ama sonuçta buradayız, değil mi? Dünya şu anda cehennem gibi. Ama Kızıl Muhafızlar’da olmanın bir anlamı var, değil mi? Bir şeyleri değiştirebiliriz.”

Uluç, Kaan’ın gözlerindeki kararlılığı gördü. Kaan’ın mizahi ve rahat tavırlarının arkasında, onun da derin bir acı taşıdığını anladı. Bir süre sessiz kaldı, sonra başını hafifçe sallayarak cevap verdi.

Uluç: “Evet, bir şeyleri değiştirebiliriz. Ama önce bu savaşın biteceğinden emin olmalıyız.”

İlk günlerinde, Uluç ve Kaan arasında güçlü bir bağ gelişti. Kaan’ın enerjik ve esprili kişiliği, Uluç’un ciddiyetiyle bir denge oluşturuyordu. Her gün eğitimlerde birlikte vakit geçirdikçe, Uluç Kaan’la daha fazla konuşmaya başladı. Özellikle zorlayıcı eğitimlerde birbirlerine destek oluyorlardı. Uluç, Kaan’ın Almanya’da yaşadıklarını merak etmişti, ama bu konuda fazla soru sormadı. Zamanla Kaan da Uluç’un geçmişindeki karanlık olayları öğrendi, ama bu konuda onu zorlamadı. İkisinin de taşıdığı acılar farklıydı, ama savaş onları aynı yolda birleştirmişti.

Bir akşam, eğitimden sonra odalarına döndüklerinde, Kaan sessizce yatağına uzanmıştı. O gün eğitim oldukça zorluydu; Gölge Birimleri için aday olan askerler, uzun ve yorucu bir dayanıklılık testine tabi tutulmuşlardı. İkisi de yorgundu, ancak Kaan her zamanki enerjisiyle gülümseyerek Uluç’a döndü.

Kaan: “Eğitim gittikçe zorlaşıyor, ha? Sanırım bizi bu Gölge Birimi’ne alacaklar. Ama sence orada neler olacak?”

Uluç bir an duraksadı. Kaan’ın sorusu basit görünüyordu, ama aslında derin bir endişeyi yansıtıyordu. Gölge Birimi, Kızıl Muhafızlar’ın en seçkin ve gizli operasyonlarını yürüten birimiydi. Ancak oraya girmek kolay değildi. Uluç, bu birime katılmak istiyordu, çünkü Melek Muhafızları’na karşı gerçek bir savaş verebilmek için en iyi olmanın yolunun buradan geçtiğini biliyordu.

Uluç: “Ne olacağını bilmiyorum,” dedi sessizce. “Ama şunu biliyorum ki orada olduğumuzda her şey değişecek. Bu sıradan bir askerlik değil, Kaan. Oraya girmek demek, geri dönüş yok demek.”

Kaan, Uluç’un gözlerindeki kararlılığı gördü. O da aynı şekilde düşündüğünü biliyordu, ama bunu hafifletmek için gülümsedi.

Kaan: “Her zamanki gibi karamsarsın dostum. Ama haklısın, bu işin şakası yok. Yine de, bu hayatı seçtik. Geri dönüş zaten mümkün değil, değil mi?”

Kaan’ın rahat tavırları, Uluç’u bir nebze rahatlatsa da içindeki ağırlık hâlâ duruyordu. Melek Muhafızları’ndan aldığı intikam yeminini hiçbir zaman unutamamıştı. Ne kadar rahat görünse de, bu yemin onu her gün uyanık tutuyordu. Eğitimler zorlaştıkça, Uluç’un kararlılığı da sertleşiyordu.

Ancak bir gün, kamptaki hayatları büyük bir değişikliğe uğradı. Eğitim kampına yeni biri katılmıştı: Nicole. Fransız kökenli bir asker olan Nicole, Melek Muhafızları’ndan ayrılıp Kızıl Muhafızlar’a katılmıştı. Nicole, güzelliği ve kararlı duruşuyla hemen dikkat çekmişti. O, Uluç ve Kaan gibi Gölge Birimi’ne katılmak isteyen adaylardan biriydi. Ancak Nicole’ün Kızıl Muhafızlar’a katılma hikayesi, onu diğerlerinden ayırıyordu.

Nicole, Fransa’nın Melek Muhafızları’nın en güçlü kalelerinden biri olduğu bir ortamda büyümüştü. Ailesi ve çevresi, mermerlerin insanlık için bir tehdit olduğunu savunuyordu. Nicole ise zamanla bu inançları sorgulamaya başlamış ve Kızıl Muhafızlar’ın ideallerine daha yakın hissetmişti. Mermerlerin yok edilmesi gerektiğine değil, kontrol edilip insanlığın yararına kullanılabileceğine inanıyordu. Bu yüzden ailesini ve ülkesini geride bırakarak Kızıl Muhafızlar’a katılmaya karar vermişti.

Nicole’ün kampa gelişiyle, Uluç’un hayatında beklenmedik bir şey oldu: Duygular. Uluç, o zamana kadar sadece savaşmaya ve intikam almaya odaklanmıştı. Ancak Nicole’ü gördüğü andan itibaren, içinde tanımlayamadığı bir his uyanmaya başladı. Nicole, savaşın ortasında bile zarif ve güçlü bir duruş sergiliyordu. Soğukkanlılığı ve keskin zekası, Uluç’un ilgisini çekmişti. Ancak Uluç, bu duyguların ne anlama geldiğini tam olarak anlayamıyordu. O, Nicole’e sadece bir savaşçı gözüyle bakmaya çalışsa da, içten içe ona karşı hissettiklerini bastırmakta zorlanıyordu.

Nicole ise Uluç’a karşı herhangi bir özel his beslemiyordu. Onun için Uluç ve Kaan, birlikte savaşa hazırlanan diğer askerlerdi. Nicole, tüm dikkatini eğitime ve Gölge Birimi’ne katılma sürecine vermişti. Eğitim sırasında Uluç’un farkında bile olmadığı bir şey, Nicole’ün ona olan bakışları değildi. Ama Uluç her zaman Nicole’ü izliyor, onun gücüne hayran kalıyordu. Zaman zaman göz göze gelseler de, Nicole’ün bu bakışlara bir anlam yüklediği söylenemezdi.

Bir akşam, eğitimlerden dönerken Uluç, Nicole’le kamp ateşinin başında karşılaştı. O sırada Kaan kampta başka bir yerdeydi, ve Uluç ilk kez Nicole’le baş başa kalmıştı. Sessiz bir anın ardından, Uluç konuşmaya cesaret etti.

Uluç: “Fransa’da işler nasıldı?” diye sordu, gözlerini yere dikerek. Nicole’ün geçmişi hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyordu, ama bunu doğrudan sormak istemedi.

Nicole, kısa bir süre sessiz kaldı, sonra Uluç’a bakarak cevap verdi.

Nicole: “Fransa, Melek Muhafızları için bir kale gibiydi. Ailem de onların inançlarına sıkı sıkıya bağlıydı. Ama ben farklı düşündüm. Bu yüzden buradayım.”

Uluç, onun sözlerini dikkatle dinledi. Nicole’ün cesareti, ailesini ve geçmişini geride bırakma kararı, onu daha da etkiledi. Ancak aynı zamanda, onunla konuşmak bile Uluç’u huzursuz ediyordu. Bu duygular, savaşın gerçekliğiyle çelişiyor gibiydi.

Uluç: “Zor olmalı. Aileni geride bırakmak…”

Nicole, hafifçe başını salladı.

Nicole: “Evet, zor oldu. Ama bu savaşta bir şeylerin değişmesi gerekiyordu. Ben de kendi yolumu seçtim.”

Uluç, Nicole’ün sözlerini derinlemesine düşündü. Onun cesareti, Uluç’un kendisini yeniden sorgulamasına neden oldu. O da intikam peşindeydi, ama Nicole gibi büyük bir fedakarlık yapmış mıydı? Kendini yalnızca intikam duygusuyla mı sürüklüyordu?

Bu kısa konuşmanın ardından, Nicole sessizce uzaklaştı. Uluç ise onu izlerken içindeki karmaşık duygularla baş başa kaldı. Nicole’e olan ilgisi her geçen gün artıyordu, ancak bu duyguların onun için iyi bir şey olup olmadığını bilemiyordu.

Kampa yeni katılan askerler arasında, Gölge Birimi’ne katılma süreci başlamıştı. Uluç, Kaan ve Nicole, bu seçkin birime girmek için tüm güçlerini ortaya koyuyorlardı. Eğitimler zorlaştıkça, bu üçlü arasında güçlü bir bağ oluşmuştu. Uluç ve Kaan, birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmışken, Nicole’le aralarındaki bağ daha stratejik ve mesafeli kalmıştı.

Gölge Birimi’ne katılmak, sıradan askerlerin eğitimiyle kıyaslandığında çok daha zordu. Fiziksel dayanıklılığın yanı sıra, zihinsel güç ve stratejik düşünme yetenekleri de büyük önem taşıyordu. Özellikle mermerlerin doğaüstü etkilerine karşı savaşabilecek kadar güçlü olmak gerekiyordu.

Bir gün, eğitim sırasında Uluç ve Kaan, bir dayanıklılık testinde en iyiler arasında yer aldı. Ancak Nicole, bu testte onları geride bırakarak dikkat çekti. Nicole’ün hızı ve zekası, onu kısa sürede eğitimdeki en başarılı askerlerden biri yapmıştı.

Eğitimler ilerledikçe, bu üçlü birbirine daha da yakınlaştı. Artık sadece birer takım arkadaşı değil, aynı zamanda savaşın ortasında birbirlerine güvenen dostlar haline geliyorlardı. Ancak Uluç’un Nicole’e olan hisleri hâlâ içinde büyüyordu. O, bu duygularını kontrol etmeye çalışıyor, ama her geçen gün Nicole’ün varlığı ona daha fazla karmaşa yaratıyordu.

Sonunda, Gölge Birimi’ne katılmaya hak kazandılar. Bu, onların hayatında yeni bir dönemin başlangıcıydı. Ancak bu yeni dönemde, hem Uluç’un içindeki savaş hem de dış dünyadaki savaş daha da karmaşık hale gelecekti.

Saraybosna’da, Kızıl Muhafızlar’ın üslerinde her zamanki gibi sıkı bir düzen hâkimdi. Ancak bu gece, Gölge Birimi’ne yeni atanmış olan Uluç, Kaan ve Nicole için sıradan bir gece değildi. Sonunda ilk görevlerine çağrılmışlardı. Sabah erken saatlerde Köprü adı verilen operasyon merkezine gitmeleri emredilmişti. Burası, en gizli ve tehlikeli görevlerin planlandığı yerdi ve şimdi üçlü buradaki ilk gerçek görevlerine atanacaklardı.

Üçlü operasyon merkezine ulaştığında, onları efsanevi bir komutan olan Yüzbaşı Foley karşıladı. Foley, Birleşik Krallık iç savaşında büyük başarılar kazanmış ve İngiltere’nin Kızıl Muhafızlar’a teslim olmasını sağlayan adam olarak tanınıyordu. Şimdi bu yeni ekibe liderlik yapıyordu.

Foley, hiç vakit kaybetmeden konuşmaya başladı. Üçlü, onu dikkatle dinledi.

Foley: “Gölge Birimi’ne katıldınız, ancak bu yalnızca bir başlangıç. Burada her görev, hayatınızla ödüllendirilir ya da hata yaparsanız hayatınızla ödenir. İlk göreviniz Bozcaada’ya sızmak ve ne olduğunu bilmediğimiz bu mermer madeninde Melek Muhafızları’nın ne tür operasyonlar yürüttüğünü öğrenmek.”

Foley, masanın üzerindeki Bozcaada haritasını açtı. Ekip, haritaya dikkatle bakıyordu.

Foley: “Eski bir mermer madeni görünümündeki bu yer, Melek Muhafızları tarafından kullanılıyor. Ancak elimizdeki istihbarat, buranın bir madenden çok daha fazlası olduğunu söylüyor. İçeride ne tür operasyonlar yürütüldüğünü bilmiyoruz. Görevimiz gözlem yapmak ve gerekli görürsek müdahale etmek. Ancak unutmayın, öncelikli amacımız, kimse fark etmeden geri dönmektir.”

Nicole, haritaya bakarken sorular sormaya başladı.

Nicole: “Madenin içinde sivil ya da askeri personel bulunuyor mu? Elimizdeki istihbarat ne söylüyor?”

Foley başını salladı.

Foley: “Net bilgi yok. İstihbaratımız, içeride deneyler yapıldığını gösteriyor, ama bu deneylerin ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Gözlemden sonra gerekli adımları atacağız.”

Uluç, haritaya bakarken içindeki huzursuzluğu bastırmaya çalışıyordu. Melek Muhafızları’nın insanlara zarar verebileceği fikri, onun intikam arzusunu yeniden alevlendiriyordu. Ancak bu görevde duygularına yenik düşemezdi. Soğukkanlı olmalıydı. Nicole ve Kaan, onun güvenebileceği iki dostu ve savaşta beraber yol alacağı insanlardı. Görevi tamamlamak zorundaydılar.

Foley: “Hepiniz bu gece yola çıkacaksınız. Ben de sizinle olacağım. Görevi bizzat yöneteceğim. Nicole, güvenlik sistemlerini devre dışı bırakacak. Kaan, patlayıcıları hazırlayacak. Uluç, sen içeride bilgi toplayacak ve keşfi yapacaksın. Hazırlıklarınızı tamamlayın.”

Görev netti ve herkes rolünü biliyordu. Nicole’ün gözlerindeki kararlılık ve Kaan’ın rahat tavırları, Uluç’un içindeki baskıyı biraz hafifletti. Ancak yaklaşan görevin tehlikesi büyüktü. Gölge Birimi’nde olmak büyük bir onurdu, ama aynı zamanda hayatlarını her an riske atacakları anlamına geliyordu.

Gece yarısı, Bozcaada’nın ıssız kıyılarına yanaşan küçük botun içinde ekip, sessizce adaya yaklaştı. Karanlık, onlara bir koruma kalkanı gibi hizmet ediyordu, ama bu koruma sonsuza kadar sürmeyecekti. Adanın içine ilerledikçe, eski mermer madeninin terk edilmiş gibi göründüğünü fark ettiler. Ancak içeride neler olup bittiğini bilmiyorlardı.

Foley, el işaretleriyle ekibi yönlendirdi. Nicole öne geçti ve madenin güvenlik sistemlerini devre dışı bıraktı. Madenin kapıları, sessizce aralandı ve ekip içeride ilerlemeye başladı. İlk başta sadece karanlık ve soğuk bir sessizlik vardı. Ancak derinlere doğru ilerledikçe, tuhaf sesler duyulmaya başlandı; metalik yankılar, alçak sesle konuşmalar, ve arka planda rahatsız edici bir uğultu.

Kaan, etrafını incelerken bir an durdu ve fısıldadı.

Kaan: “Burası çok yanlış geliyor. Bu bir maden değil, başka bir şey var burada.”

Nicole, sessizce başını salladı.

Nicole: “Hissetmiyor musunuz? İçeride bir şeyler dönüyor, ama ne olduğunu anlamıyorum.”

Uluç, onların bu konuşmalarını duysa da gözlerini odakladığı bir şeye dikmişti. Madenin daha derinlerine indikçe büyük bir laboratuvarın varlığını fark etmişlerdi. Laboratuvar, mermer madeninin bir cephesi olarak kullanılıyordu. İçeride cam küplerin içinde insanlar vardı. Uluç, camların arkasında gördüğü manzarayla şok oldu. Küplerin içinde tutulan insanlar, korkunç bir dönüşüm geçiriyordu. Üzerlerine püskürtülen mermer tozuyla bazıları süper askerlere dönüşürken, bazıları zombileşiyordu.

Uluç: “Tanrım… Bu… bu bir felaket.”

Foley de manzarayı görünce yüzü ciddileşti. Melek Muhafızları, insanları deneylerinde kullanıyordu. Mermer tozunun etkileri, insanları korkunç varlıklara dönüştürüyordu. İçerdeki sesler, insanların acı çığlıklarıyla doluydu. Zombiye dönüşenlerin hırıltıları, madenin derinliklerinde yankılanıyordu.

Foley: “Patlayıcıları yerleştirin. Burayı havaya uçuracağız. Bu deneyler durdurulmalı.”

Ancak tam bu sırada Nicole ve Kaan, duvarın arkasından gelen bir konuşmayı gizlice dinlediler. Zeynep adında bir bilim insanının bu deneyleri zorla yaptığını duydular. Dr. Zeynep, Türk bir bilim insanıydı ve Melek Muhafızları tarafından bu deneyleri yürütmek zorunda bırakılmıştı.

Nicole, Foley’nin emrini duyduktan sonra bile harekete geçmekten kendini alıkoyamadı. Zeynep’in zorla burada tutulduğunu öğrenmek, onu kurtarma arzusunu körükledi. Kaan’la göz göze geldi ve ikisi de bir an tereddüt etti.

Nicole: “Zeynep burada. Onu burada bırakamayız.”

Kaan: “Zorla çalıştırılıyor. Bir şeyler yapmalıyız.”

Foley’nin emirleri netti; görev sadece gözlem ve imha içindi. Ancak Nicole ve Kaan, Foley’ye haber vermeden Zeynep’i kurtarmaya karar verdiler. Zeynep’i bulmak için laboratuvarın derinliklerine doğru ilerlediler. Uluç, onların hareket ettiğini fark ettiğinde ne yaptıklarını anladı, ama patlayıcıları yerleştirmekle meşguldü.

Nicole ve Kaan, Zeynep’in bulunduğu odaya ulaştıklarında onu laboratuvardaki cihazların başında buldular. Zeynep, gözlerinde çaresizlikle çalışıyordu. Kendi insanlarını, mermer tozu kullanarak bu korkunç deneye kurban ediyordu. Ancak her an takip ediliyordu ve ne yapabileceğini bilmiyordu.

Nicole, Zeynep’e yaklaştı ve alçak bir sesle konuştu.

Nicole: “Zeynep, seni buradan çıkaracağız. Hemen bizimle gel.”

Zeynep şaşkınlıkla etrafına bakındı.

Zeynep: “Ama… Ama Melek Muhafızları… Peşimdeler. Buradan çıkmam imkansız. Eğer beni kaçırmaya çalışırsanız hepimizi öldürürler.”

Tam o sırada alarm çaldı. Melek Muhafızları, Gölge Birimi’nin varlığını fark etmişti. Nicole ve Kaan, hızla Zeynep’i almak zorundaydı. Ancak Melek Muhafızları, hızla laboratuvara doğru geliyordu. Nicole ve Kaan, Zeynep’i alıp çıkışa yönelmek için harekete geçti. Fakat Uluç’un patlayıcıları yerleştirdiği bölgede çıkan patlamalar, madenin çökmesine neden olmuştu.

Uluç, Foley’nin emriyle dışarı çıkmaya hazırlanırken Nicole ve Kaan’ın hâlâ dönmediğini fark etti. Zeynep’i kurtarmak için içeride kaldıklarını biliyordu. Bir an duraksadı, ama içindeki vicdan ona onların yardıma ihtiyacı olduğunu söylüyordu.

Foley’nin sesi yankılandı.

Foley: “Çıkıyoruz, hemen burayı terk edin! Patlamalar başladı!”

Ancak Uluç, geri dönmek zorundaydı. Nicole’ü ve Kaan’ı geride bırakamazdı. Onların bu durumdayken yardıma ihtiyacı vardı. Geri dönmeye karar verdi.

Uluç: “Ben onları almaya gidiyorum. Hemen dönerim.”

Foley bir an duraksadı ama Uluç’un gözlerindeki kararlılığı gördü. Onu durdurmanın bir anlamı olmadığını biliyordu.

Uluç, madenin içlerine doğru koşarken toz, duman ve patlamaların arasında hızla hareket ediyordu. Her adımda zemin sarsılıyor, duvarlar çatırdıyordu. Nicole ve Kaan’ın nereye gittiklerini tahmin edebiliyordu. Zeynep’i bulmak için laboratuvarın derinliklerine gitmiş olmalıydılar.

Koşarken, etrafta patlamaların yarattığı karmaşa içinde düşen molozların altından sıyrıldı. Nefes alışverişi hızlanmıştı, ancak zihnindeki tek şey Nicole ve Kaan’ı bulup onları çıkarmaktı. İçindeki adrenalin, bedenine hâkim olmuştu. Bir süre sonra Zeynep’i ve ikisini gördü. Melek Muhafızları ile aralarındaki çatışma giderek yoğunlaşıyordu. Nicole ve Kaan, Zeynep’i korumaya çalışırken köşeye sıkışmışlardı.

Uluç, gördüğü anda silahını çekti ve Melek Muhafızları’na ateş açarak dikkatlerini dağıttı. Kaan ve Nicole, bu fırsattan yararlanarak Zeynep’i alıp hızla harekete geçti. Ancak bir patlama daha gerçekleşti ve madenin tavanından dökülen büyük bir mermer tozu bulutu Uluç’un üzerine çöktü.

Mermer tozu doğrudan Uluç’un tenine temas etti, ama hiçbir şey hissetmedi. Nefesi kesilmedi, bedeni değişmedi. Nicole ve Kaan, onun bu durumunu şaşkınlıkla izliyordu. Mermer tozu ona zarar vermemişti.

Nicole: “Uluç! İyi misin? Sana… Sana bir şey olmadı mı?”

Uluç, şaşkınlıkla kendine baktı, ama hiçbir şey hissetmediğini fark etti. Mermer tozunun onu etkilememesi akıl almazdı. Ancak şu an düşünme zamanı değildi. Nicole ve Kaan’ı alıp hızla çıkmaları gerekiyordu.

Uluç: “Şimdi düşünmenin zamanı değil. Hemen dışarı çıkmalıyız!”

Üçü, Zeynep’i de yanlarına alarak hızla çıkışa yöneldiler. Maden çökmek üzereydi. Patlamalar ardı ardına gerçekleşiyordu. Tam zamanında dışarı çıktılar. Dışarı çıktıklarında, Foley onları bekliyordu. Maden, arka planda büyük bir gürültüyle çökerken helikoptere doğru koştular ve hızla Bozcaada’dan ayrıldılar.

Bozcaada’daki operasyon tamamlandıktan sonra ekip, Selanik Üssü’ne ulaştı. Ancak herkesin aklında tek bir soru vardı: Uluç, mermer tozuna temas ettiği halde nasıl etkilenmemişti? Zeynep, hemen tıbbi gözetim altına alındı, ama Uluç’un durumu araştırılmalıydı. Foley, Selanik’teki üs komutanına bilgi verdi ve Uluç laboratuvara götürüldü.

Doktor Konstantinos, Uluç’un kan örneklerini aldı ve detaylı testler yaptı. Nicole ve Kaan, sonuçları beklerken dışarıda sessizce oturuyordu.

Kaan: “Bu çocukta kesinlikle bir şey var. Mermer tozuna maruz kalmasına rağmen hiçbir şey olmadı.”

Nicole: “Bu normal değil. Test sonuçları bunu açıklayacaktır, ama o sıradan biri değil.”

Bir süre sonra Doktor Konstantinos dışarı çıktı ve Uluç’a test sonuçlarını açıkladı.

Doktor Konstantinos: “Sonuçlar temiz. Kanında mutasyona dair hiçbir iz yok. Vücudun mermer tozuna karşı tamamen direnç gösteriyor. Ama nedenini henüz bilmiyoruz. Daha fazla test yapmamız gerekecek.”

Uluç, şaşkınlıkla doktorun söylediklerini dinledi. Mermer tozuna neden dirençli olduğunu anlamıyordu, ama bu kesinlikle sıradışı bir durumdu.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla