Uluç gözlerini açtığında, dünyası karanlık ve bulanıktı. Zihnini toplayamıyor, vücudundaki garip hisse anlam veremiyordu. Ter içinde kaldığını fark ettiğinde, ateşinin ne kadar yüksek olduğunu hissetti. Nefesi derinleşiyor, kalbi göğsüne sanki dışarı fırlayacakmış gibi vuruyordu. Yatakta doğrulmaya çalıştı, ancak bedeni onu taşımayacak kadar güçsüzdü. Kafası dönüyor, gözleri oda içinde bulanık şekiller seçiyordu.
Bir an boyunca neler olduğunu anlamaya çalıştı, ancak her şey çok hızlı gelişiyordu. Sıcaklık, beynini yakıyor gibiydi. Vücudunun her bir kası ağrıyordu, sanki ateş bedeninin derinliklerine işlemişti.
Kaan, aynı odada uyuyordu. Uluç’un yatağından gelen sesleri fark ettiğinde uyanıp hızla onun yanına geldi.
Kaan: “Uluç! İyi misin? Neler oluyor?”
Kaan, Uluç’un yüzüne bakarken onun renginin solduğunu fark etti. Yüzü terden sırılsıklam olmuştu, gözleri adeta ateş içindeydi.
Kaan: “Sen ateş içinde yanıyorsun dostum!” dedi endişeyle, elini Uluç’un alnına koyarak. “Bu çok kötü. Seni hemen doktorlara götürmemiz gerek.”
Uluç, zor bela kafasını kaldırdı, ancak ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Kaan’ın sesi sanki uzaklardan geliyor gibiydi. Zihni ateşin dumanıyla kaplanmıştı. Kaan, daha fazla vakit kaybetmeden koşarak medikal merkezine gitmek için odadan çıktı.
Kaan, üs içindeki sağlık merkezine varır varmaz kapıyı hızla açtı. İçerideki sağlık personeline aceleyle durumu anlattı.
Kaan: “Doktor Konstantinos! Acil bir durum var, Uluç ateşler içinde yanıyor. Hemen gelip bakmanız gerek!”
Bir an içinde medikal merkez hareketlenmeye başladı. Doktor Konstantinos, ellerindeki verileri ve Uluç’un önceki test sonuçlarını hatırlayarak hızlıca harekete geçti. Uluç, Bozcaada’da mermer tozuna maruz kalmıştı ve şimdi olağanüstü yüksek bir ateşi vardı. Mermer tozuna temas edenler genellikle hızla mutasyona uğrar ya da korkunç sonuçlarla karşı karşıya kalırdı. Ancak Uluç’un önceki testleri temiz çıkmıştı, bu durumu daha da gizemli hale getiriyordu.
Doktor Konstantinos: “Hemen karantina odasına götürün,” dedi. “Bu durum mutasyonla ilgili olabilir. Onu izole etmemiz gerekiyor.”
Uluç’un yatağı hızla taşındı ve karantina odasına yerleştirildi. Bu odalar, hastaların dış dünyayla tamamen izole edilebildiği ve mutasyon ya da enfeksiyon riskine karşı koruyucu kıyafetlerle müdahale yapılabildiği özel alanlardı. Kimse riske giremezdi. Uluç’un ateşi tehlikeli derecede yüksekti ve mutasyon ihtimaline karşı tüm tedbirler alındı.
Uluç, karantina odasındaki özel bir medikal küveze yerleştirildi. Vücudu hala ateş içindeydi, ancak bilinci neredeyse kapanmak üzereydi. Zaman zaman gözlerini açıyor, etrafında parlayan ışıklar ve gölgeleri seçmeye çalışıyordu. Ancak gördüğü her şey silik ve belirsizdi.
O sırada Zeynep, laboratuvarda çalışıyordu. Bozcaada’dan kurtarıldığından beri Kızıl Muhafızlar’ın üslerinde çalışıyor, onların mermerlerle ilgili araştırmalarına yardım ediyordu. Ancak Zeynep, Melek Muhafızları ile çalıştığı dönemde öğrendiklerini ve gizli bilgilere olan erişimini tam anlamıyla paylaşmamıştı. Zeynep, medikal merkezde Uluç’un durumuyla ilgili bir acil çağrı aldığında hemen laboratuvarı terk edip oraya yöneldi.
Odaya vardığında, Doktor Konstantinos Uluç’un test sonuçlarını gözden geçiriyordu. Odaya girdiğinde ona bilgi verildi.
Doktor Konstantinos: “Zeynep, Uluç’un kan testleri yine temiz çıktı. Ancak vücut sıcaklığı aşırı derecede yüksek. Ateşi sürekli değişiyor, bir an yükseliyor, bir an düşüyor. Bu durumu anlayamıyoruz.”
Zeynep, Uluç’un yüksek ateşle mücadelesini izlerken düşünceliydi. Uluç’un durumu sıradan bir hastalık ya da enfeksiyona benzemiyordu. Vücudu aşırı bir stres altındaydı, ama kan değerleri her zamanki gibi mükemmel görünüyordu. Zeynep, geçmişte böyle durumlarla karşılaşmıştı, ancak o zamanlar Melek Muhafızları ile çalıştığı için bu tür bilgileri gizli tutmak zorundaydı.
Uluç’a baktı ve onun içsel bir savaşa tutuştuğunu anladı. Bedeni bu savaşa direniyordu, ama neden bu kadar sert bir tepki verdiğini tam olarak çözümleyemiyordu.
Zeynep: “Ateşinin bu kadar dengesiz olmasının bir sebebi olmalı. Bedeni bir şeyle savaşıyor gibi görünüyor, ama bunu anlayabilmemiz için daha fazla test yapmalıyız.”
Doktor Konstantinos: “Haklısın, ama neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyoruz. Mermer tozu böyle bir etki yaratmadı diye düşünmüştük, ama durum sanılandan daha karmaşık olabilir.”
Zeynep, durumu anlamaya çalışırken Uluç’un göz kapaklarının titrediğini fark etti. Bilincine yavaşça geri dönüyordu. Yüksek ateşe rağmen gözlerini açmayı başardı.
Uluç, yavaşça gözlerini açtığında karşısında Zeynep’i gördü. Yorgunluk ve bitkinlikle karışık bir şaşkınlık içinde onu izledi. Zihni bulanıktı, ama Zeynep’in varlığı ona bir nebze olsun rahatlık veriyordu. Zeynep, Uluç’a doğru eğildi ve sakin bir sesle konuştu.
Zeynep: “Ateşin çok yüksek, dinlenmen gerek. Doktorlar seni yakından izliyor, ama test sonuçların temiz. Şu anda güvendesin.”
Uluç’un gözleri dalgın bir şekilde odada gezinirken zihni bir anlık da olsa berraklaştı.
Uluç (zayıf bir sesle): “Ailem… Her zaman gözlerimin önünde. Onları unutamıyorum. Hiçbir şey aklımdan çıkmıyor.”
Zeynep onun gözlerindeki acıyı fark etti. Uluç sadece bedeniyle değil, ruhuyla da savaş veriyordu. Yüksek ateşi ve dengesiz duygu durumu, onun içsel mücadelesinin bir yansımasıydı. Uluç’un bu acıyı hala derinden hissettiğini anladı.
Zeynep: “Bu acıyı taşıman zor olmalı. Ama şu anda odaklanman gereken şey, iyileşmek.”
Uluç, Zeynep’in bu sözlerini duysa da gözleri tekrar uzaklara kaydı. İçinde derin bir boşluk hissediyordu. Sanki her şey anlamını yitirmiş gibiydi. Ailesini kaybetmenin yarattığı boşluk, onun içinde kapanmaz bir yara gibi duruyordu. Zeynep, onun ne kadar genç ve kırılgan olduğunu daha iyi anlamaya başlamıştı. Ölüm ve kayıp düşüncesi Uluç’un ruhunu tüketiyordu.
Bir süre sessizlik oldu, sonra Uluç’un gözleri dışarıdaki camın arkasına odaklandı. Nicole, odanın dışında durmuş, onu izliyordu. Zayıf düşmüş bedeniyle bile Uluç, Nicole’ü görür görmez gözleri bir an için parladı. Onu gördüğünde içindeki karışıklık bir nebze olsun dindi. Zeynep, Uluç’un bu tepkisini hemen fark etti.
Zeynep, Uluç’un gözlerindeki parıltıyı izledi. Nicole’e olan ilgisi, sadece bir hoşlanmanın ötesindeydi. Uluç’un duygusal durumu, bedenindeki her tepkide bir rol oynuyor gibiydi. İçindeki karmaşa, Nicole’ü gördüğünde bir an için hafifliyordu.
Zeynep (kendi kendine): “Bu çocuk sadece fiziksel olarak etkilenmiyor. Duygusal bağları çok güçlü… Nicole onun için bir şey ifade ediyor.”
Bu sırada dışarıda duran Kaan da Uluç’un Nicole’ü gördüğündeki bakışlarını fark etti. Kaan, uzun zamandır Uluç’un Nicole’e olan ilgisini sezmişti, ancak bu sefer farklı bir şey vardı. Gözlerinde bir parıltı, bir yaşam belirtisi vardı.
Kaan (kendi kendine): “Uluç’un durumu sadece fiziksel değil. Onun Nicole’le ilgili bir şeyler hissettiğini biliyordum, ama bu… Bu farklı.”
Zeynep, Uluç’un duygusal tepkilerinin onun fiziksel durumunu nasıl etkilediğini anladığında, durumu daha iyi kavradı. Uluç’un mermer tozuna karşı gösterdiği direnç, sadece fiziksel yapısından kaynaklanmıyordu. Duygusal durumunun, özellikle de Nicole’e olan bağlılığının, bu durumda büyük bir rol oynadığını fark etti.
Günün sonuna doğru, Selanik Üssü’nde yaşanan yoğunluk bir nebze azalırken, üs dışından gelen bir haber ortalığı yeniden hareketlendirdi. Mirsait, Selanik Üssü’ne apar topar gelmişti. Uluç’u görmek istediği haberi hızla yayıldı ve üs içerisindeki hareketlilik yeniden başladı. Mirsait’in aniden gelişi, herkesin dikkatini çekmişti. Uluç’un içinde bulunduğu durum nedeniyle, bu ziyaretin önemi çok daha büyüktü.
Üst rütbeli askerlerin bile saygıyla karşıladığı Yüzbaşı Mirsait, hiç vakit kaybetmeden Uluç’un bulunduğu izolasyon merkezine doğru yürüdü. Yüzünden ciddi bir ifade eksik olmuyordu, ancak onun kararlılığı ve sakinliği her adımında belli oluyordu. Onu daha önce tanıyanlar, bu ciddi adamın ne kadar dikkatli bir şekilde düşündüğünü bilirdi.
Mirsait, Uluç ve kardeşi Mehmet’i Denizli’deki kaos ortamından kurtaran kişiydi. Uluç henüz bir çocukken, Mirsait onun hayatına girmiş, ona bir baba figürü olmuştu. Şimdi ise Uluç’un yaşadığı bu tuhaf değişimin ortasında, onunla konuşmak istiyordu.
İzolasyon merkezine ulaştığında, içerideki durumu değerlendirdi. Doktor Konstantinos ona, Uluç’un sağlık durumu hakkında bilgi veriyordu.
Doktor Konstantinos: “Yüzbaşı Mirsait, Uluç’un durumu hala karmaşık. Sabah ateşi çok yüksekti ve mermer tozuna temas etmiş olmasına rağmen herhangi bir mutasyon belirtisi göstermiyor. Testleri temiz çıkıyor, ancak duygu durumunda dalgalanmalar ve vücut sıcaklığında sürekli değişiklikler var.”
Mirsait: “Bu durum onu ne kadar etkiliyor?” diye sordu, gözlerini Uluç’un bulunduğu odaya dikerek.
Doktor Konstantinos: “Şu an stabilize durumda. Fiziksel olarak daha iyi, ama zihinsel olarak ne yaşadığını anlayabilmemiz zor. Sakinleşmiş görünüyor, ama hâlâ gözlem altındayız.”
Mirsait, bir an düşündü. Uluç’un yaşadığı şey, onun için sadece fiziksel bir sınav değildi. İçinde derin bir fırtına kopuyordu ve Mirsait bunun farkındaydı. Ancak Uluç’un bunu kendisinin keşfetmesi gerekiyordu. Bu yüzden doktorun söylediklerini dikkatle dinledikten sonra, tek bir cümleyle karşılık verdi.
Mirsait: “Onunla yalnız konuşmam gerek.”
Doktor Konstantinos: “Komutan, bu durumda izole odada onunla yalnız kalmanız uygun olmayabilir. Onunla ancak koruyucu kıyafetlerle…”
Mirsait elini kaldırarak doktoru durdurdu. Kesin ve net bir sesle konuştu: “Onu ben buraya getirdim. Onun nasıl bir durumda olduğunu biliyorum. Onunla konuşmam gerek. İhtiyacım olan her şeyi yapın, ama beni durdurmayın.”
Doktor, Mirsait’in bu kadar kararlı olduğunu görünce itiraz edemedi. Koruyucu kıyafetler hazırlandı ve gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra Mirsait, Uluç’un bulunduğu izolasyon odasına girdi. Kapı açıldığında, içerideki sessizlik hemen dikkat çekiyordu.
İzolasyon odasının loş ışıkları altında, Uluç odanın ortasında oturmuş, gözleri kapalı bir şekilde derin nefesler alıyordu. Sabah yaşadığı ateşli kriz, bedenini yıpratmıştı, ama şimdi sanki daha sakin bir hale bürünmüştü. Ateşi düşmüş ve zihni bir nebze berraklaşmıştı. Ancak içinde hala kaynayan bir huzursuzluk vardı.
Mirsait, odaya sessizce girdi ve Uluç’un hemen karşısında durdu. Uluç, Mirsait’in varlığını fark edince gözlerini açtı. Bir anlık bir şaşkınlık gözlerinden geçti, ama ardından bu tanıdık yüzü gördüğü için rahatladı. Mirsait, Uluç için sadece bir komutan değildi. O, Uluç’a en zor zamanlarında yol gösteren, onu bir oğul gibi gören kişiydi.
Mirsait yavaşça Uluç’un yanına çömeldi. Onunla aynı seviyeye inmek, bu konuşmayı daha samimi ve derin kılmak için önemliydi. Bir süre sessizce Uluç’a baktı. Sonra yumuşak ama kararlı bir sesle konuşmaya başladı.
Mirsait: “Neler oluyor Uluç? Bu kadar ateşin içinde yanman ve sonra böyle sakinleşmen… Sana ne oldu?”
Uluç, derin bir nefes aldı. Zihni hala karışık ve bulanıktı, ama Mirsait’in sorusu ona daha fazla düşündürmeye başladı. Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra konuşmaya çalıştı.
Uluç: “Bilmiyorum… Sabah her şey çok farklıydı. Sanki bedenim bana karşı savaşıyordu. Kendimi kontrol edemiyordum. Ama şimdi… şimdi daha sakinim. Ama neden böyle olduğunu anlamıyorum.”
Uluç, bu sözlerle içindeki karışıklığı açıkça dile getirmişti. Vücudu ve zihni ona yabancı geliyordu. Eskiden tanıdığı kendisi, artık tamamen değişmiş gibiydi. Ancak bu değişimin nedenini hala çözememişti.
Mirsait, Uluç’un yüzündeki acıyı ve kafa karışıklığını gördü. İçinde bir fırtına kopuyordu, ama bunu dışarı vurmuyordu. Ona daha fazla baskı yapmanın bir anlamı yoktu. Bu, Uluç’un içsel bir yolculuğuydu ve kendi cevaplarını bulmak zorundaydı. Ama ona bir rehberlik yapmalıydı.
Mirsait: “Uluç, bazen bedenin ve zihnin sana neye hazır olup olmadığını gösterir. Bu, her zaman anlaması kolay bir süreç değildir. Bazen anlam veremediğin bir karmaşanın içindeyken, sadece bir adım daha atman yeterlidir. Savaşmayı biliyorsun, ama bazen savaş, sadece silahlarla değil, zihninle olur.”
Mirsait’in bu sözleri, Uluç’un kafasında bir anlam yaratmaya çalışıyordu. Onun hayatında savaşmak her zaman fiziksel bir mücadele olmuştu. Ancak şimdi, içinde başka bir savaş vardı. Bu sefer karşısındaki düşman, kendi içindeki korkular ve karmaşa idi.
Uluç, bir süre düşündü, sonra başını kaldırıp Mirsait’e baktı.
Uluç: “Kendimi bazen kaybolmuş hissediyorum. Her şey anlamını yitirmiş gibi. Ailem öldüğünde bu boşluğu doldurmak için sadece savaştım, ama şimdi… her şey daha karmaşık. Bunu nasıl yöneteceğimi bilmiyorum.”
Mirsait, Uluç’un bu sözleriyle onun içsel savaşını daha net gördü. Uluç, sadece fiziksel anlamda değil, duygusal olarak da büyük bir yük taşıyordu. Ancak ona şimdi söylemesi gereken daha önemli bir şey vardı. Uluç’un kendisiyle ve dünyayla olan mücadelesini anlaması için biraz daha yol kat etmesi gerekiyordu.
Mirsait: “Bazen savaşın içindeyken, o karmaşada kaybolmuş hissedersin. Ama bir şeyin farkına varmalısın, Uluç. Sen burada sadece kendin için değilsin. Daha büyük bir amacın parçasısın. Bu savaş, sadece intikam ya da kişisel acılarla ilgili değil. Senin bir amacın var ve o amacı bulman gerek.”
Uluç, Mirsait’in sözlerine dikkatle kulak verdi. Bu, kendisi için her zaman sadece bir hayatta kalma ve intikam savaşı olmuştu. Ancak Mirsait ona farklı bir şey söylüyordu. Daha büyük bir amacın parçası olduğunu ima ediyordu. Ama bu amacın ne olduğunu henüz bilmiyordu.
Mirsait: “Bu dünyada herkesin bir rolü vardır, Uluç. Senin yolculuğun daha yeni başlıyor. Ama unutma, bu yolda seni bekleyen zorluklar sadece dışarıda değil, içeride de olacak. Şimdi sakinleş ve dinlen. Gücünü geri kazan. Ne zaman hazır olacağını hissettiğinde, o zaman harekete geçeceksin.”
Mirsait, Uluç’a bir an daha baktı. Onun içinde büyüyen karmaşayı, aynı zamanda güçlenmekte olan ruhunu hissediyordu. Ancak bu genç adamın kendi yolunu bulmasına izin vermeliydi. Ona sadece rehberlik edebilir, ama cevapları veremezdi.
Uluç, Mirsait’in sözlerini kafasında tartarken, Mirsait hafifçe eğildi ve Uluç’un omzuna dokundu.
Mirsait: “Seninle gurur duyuyorum, evlat. Ne olursa olsun, asla pes etmedin. Bundan sonra da etmeyeceksin. Kendini bulana kadar savaşmaya devam et.”
Bu sözlerle birlikte Mirsait, yavaşça ayağa kalktı. Uluç’un karşısında duran bu adam, onun için sadece bir komutan değil, aynı zamanda bir yol göstericiydi. Ancak Mirsait’in varlığı, sadece şimdiki zamana ait değildi. Uluç, bunu o an hissetmese de, Mirsait’in sözleri ona gelecekte başka bir anlam kazanacaktı.
Mirsait, Uluç’a son bir kez bakarak kapıya yöneldi. Uluç, hala Mirsait’in söylediklerini düşünüyordu. Kendini bulmak… Bu yolculuk ne kadar sürecekti? Ve onu nereye götürecekti?
Mirsait, odadan çıkarken kendisine güveniyordu. Zamanı geldiğinde Uluç, kendi yolunu bulacaktı. Ancak bu yolculuğun onu nereye götüreceğini yalnızca zaman gösterebilirdi.
Mirsait’in bu ziyaretinden sonra Uluç, kendini daha farklı hissetmeye başlamıştı. Onun söylediği sözler zihninde yankılanıyordu: “Sen burada sadece kendin için değilsin. Daha büyük bir amacın parçasısın.” Uluç, bu sözlerin ne anlama geldiğini henüz bilmiyordu, ama içindeki karmaşa, artık farklı bir yöne doğru evrilmeye başlamıştı. Şimdi, asıl mesele kendini bulmaktı.
Yorumlar