Yargıçlar Valero ve Franc, açıklıkların arasında altında elleri ve dizleri üzerinde sürünerek ilerlediler. Mermerlerle kaplı odadan, lazer şiddetinin darbeleri vahşi bir katliam sesine dönüşmüştü. Savaştan çıkan duman tutamları Adalet Evi’ne sızdı, görkemli yapısının kudretini yok ediyordu. Buna rağmen iki yargıç dumanlı mahkeme salonundan tek bir sıyrık bile almadan çıkıp Yaldızlı Saray’ın koridorlarında ilerlemeyi başarmıştı. Bir yandan hafif bir tempo ile koşuyor, bir yandan da bir sonraki adımlarını düşünüyorlardı.
Franc koşarken:
“Başyargıç gözümüzün önünde katledildi. Artık hadlerini aştılar!”
Kanuni Valero Dorbant tam ağzını açacaktı ki birkaç tıkırtı onu yeğeninin de kolundan tutarak kendini koridorun köşesine atmasına sebep oldu. Aralarındaki -kaçaklardan- habersiz bir lejyon devriyesi saklandıkları duvarın arkasından marş halinde geçiyordu. Valero;
“Sessiz ol…”
Zırhlı botların belli belirsiz gıcırtıları yaklaştı, yargıçlar duvara yaslanıp beklediler, ve az sonra İmparatorluk devriyesinin gri zırhlı figürleri arkalarını dönerek devriyeye devam etti, miğferleri yüzlerindeki her türlü ifadeyi gizliyordu. Onları uzaktan görmek bile hem Franc, hem de Valero’nun tüylerini diken diken etmişti.
Valero hemen hızlı adımlarla koridorda yürümeye başladığında Franc:
“Valero Amca, ne tarafa gideceğiz ?”
Sağına ve soluna bakan deneyimli hukukçu, ilerlerdiği koridordan sapmadan başını salladı:
“Bilemiyorum Franc, bilemiyorum.”
Sarayın geniş koridorlarında labirent gibi yavaşça dolaşarak sanki bir sonsuzluk gibi gelen bir sürenin ardından, sesler onlara doğru yaklaşırken yavaşladılar. Franc ve Valero bir sütunun arkasına saklanıp köşeden dikkatlice baktılar. Hemen ileride, iki muhafız büyük, süslü bir kapının yanında duruyordu. Sesleri alçaktı, ancak Franc kelimelerini yakalamak için çabaladı.
“…Leydi Penelope Sybille…” dedi içlerinden biri, kayıtsız bir tonla. “Mordvan’dan ikinci emir bir gelene kadar burada tutulacak.”
İsim, Franc’ı bir elektrik çakması gibi uyarmıştı—Penelope. Leydi Penelope Sybille D’Artheus! O kapının arkasında tutuluyordu. Nefesi hızlandı ve Valero’ya döndü, sesi neredeyse bir nefesten fazlaydı, ne düşündüğünden bile emin değildi.
“Amca, Leydi Penelope burada… onu kurtarabiliriz!”
Valero, muhafızlara doğru baktı, ifadesi hayal kırıklığıyla gergindi. Başını salladı, acilen fısıldadı. “Kafayı mı yedin yeğen ? Böyle bir şey yapamayız—intihar bu. Silahımız yok, Franc. Başkasını kurtarmaktan bahsetmiyorum bile, kendimizi bile zar zor hayatta tutabiliyoruz.”
Franc’ın aklı hızla çalışıyordu. Valero’nun haklı olduğunu biliyordu—hiçbir plan, kaynak, çıkış yolu yoktu. Ama Penelope’yi geride bırakma düşüncesi nedense içini kemiriyordu. Artık Penelope onun için güzel bir surattan daha fazlasıydı; bu salonları şu anki durumda ondan iyi bilen biri yoktu. Kaçmalarına yardım edebilirdi.
“Amca, onu geride bırakırsak buradan asla çıkamayız. O bu sarayı muhtemelen herkesten iyi biliyordur. Bizi dışarı çıkarabilir.”
Valero’nun çenesi kasıldı. Zihni Franc’ın ortaya koyduğu çaresiz mantığa karşı mücadele ediyordu, ama herhangi bir argüman bulamamıştı. Franc daha ısrarcı bir sesle devam etti.
“Bize yardım edebilir, Amca. Ve onu Rejim’in planladığı şeyle yüz yüze bırakamayız. Onu kurtarırsak bir şansımız olur.”
Valero alçak sesle iç çekti, yeğeni haklıydı. Franc ve Valero sütunun arkasına sokulurken, Franc’ın eli dalgınlıkla kemerindeki soğuk ve metalik bir şeye, Cog’un metal kafasına değdi. Patlamadan beri kemerinde robot arkadaşının kalıntısı taşıdığını neredeyse unutmuştu. Garip, tanıdık ağırlık ona bir fikir vermişti, kulağa ne kadar çılgınca gelse de.
Franc, Valero’ya döndü, gözleri kararlılıkla parladı. “Bir fikrim var,” diye fısıldadı, metal kafayı işaret ederek.
Valero bir kaşını kaldırdı. “Cog’un kafası mı? Ne yapmayı planlıyorsun? Dikkat dağıtmak için mi kullanacaksın?”
Franc hafifçe dudaklarını büzdü, sesini alçaltarak. “Dikkat dağıtmak için değil. Gardiyana fırlatacağım, bu şey gerçekten düzgün atılırsa bir gülle olabilir, herif darbenin etkisindeyken üzerine atılırız, ya tarih, ya da ölüm işte. Akademide yakar top oynardım, hatırladın mı? Atışım pek de fena değildir.”
Valero gözlerini kırpıştırdı ve bir an için itiraz edecekmiş gibi göründü. Ancak muhafızların yaklaşan ayak sesleri ve durumlarının aciliyeti tartışmaya zaman bırakmadı. Valero başını sertçe sallayarak kabul etti.
“Tamam ama, ikisi bir arada iken olmaz. Ayrılmalarını beklememiz gerek..”
Tam harekete geçmek üzereyken, muhafızlardan biri omzunun üzerinden baktı, köşeden kaybolmadan önce partnerine bir şeyler mırıldandı, muhtemelen başka bir koridoru kontrol etmek için ayrılmıştı. Şimdi Franc Yıldıztozu’nun kendini gösterme zamanıydı.
Yargıç çömeldi, Cog’un metal kafasını daha sıkı kavradı, kalan muhafız hafifçe dikkatini kaybedene kadar bekledi, bileğindeki iletişim cihazına bir şey vurdu. Keskin bir nefesle Valero Franc’a “Şimdi,fırlat çabuk.” diye fısıldadı.
Ayağa kalktı, kolu bir zamanlar Akademi’de olduğu gibi geriye kıvrıldı. Hızlı ve hesaplı bir hareketle tek gözünü kapatarak Cog’un başını fırlattı ve doğrudan muhafızın göğsünü, zırh parçalarının birleştiği, boyun ile göğüs arasındaki açık bölgeyi hedef aldı. Metalik kafa havada vızıldadı ve muhafıza çarptı, yüksek bir çınlamayla değil, onu geriye doğru sendeleyen beklenmedik bir gümlemeyle. Lejyonerin vücudu gerildi ve şaşırtıcı bir şekilde yere yığıldı, lazer karabinası yere düşmüştü. Neye uğradığını şaşırmış gibiydi.
“Böyle bir etki beklemiyordum,” diye düşündü Franc, atışının lejyoneri gerçekten yere serdiği gerçeğini zar zor kavrayarak. Ama bunu kutlamak için zaman yoktu; içgüdü ile öne atıldı, düşen silaha doğru hamle yaptı. Yere düşmüşken parmakları lazer karabininin soğuk metalini kavradı, tam ikinci asker köşeden belirirken yerde yuvarlanarak hala yerde nefes almaya çalışan lejyonerden uzaklaştı.
Karşındaki lejyonerin ise lazer tabancası yarı kalkıktı ama Franc’ın refleksleri önce geldi. Yerde sırt üstü ikem titrek bir nefesle tetiğe bastı, silahtan parlak bir ışık patlaması yükseldi. Atış lejyonerin göğsünü delip geçmişti, darbe onu geriye doğru sendelettikten sonra yere yığmıştı. Adamın vücudu tamamen hareketsiz bir halde yerde yatıyordu.
Franc donup kalmış bir şekilde, yere düşen gardiyana bakıyordu. Elleri titremeye başkadı, içinde adrenalin ve şok karışımı bir duygu dolaşıyordu. Kimseyi öldürmek niyetinde değildi; gardiyanın öldüğünden ya da sadece yaralı olduğundan bile emin değildi. Ama bu artık gerçekti. Yaşam ve ölüm arasında bir seçim.
Valero çoktan harekete geçmişti bile. Hala yerde inleyen ve Cog’un kafasının çarpmasıyla sersemlemiş, ayağa kalkmaya çalışan lejyonere doğru koştu ve suratına bir tekme indirdi. Bilincini yitirdiğine emin olduğunda Franc ve vurduğu lejyonere baktı. Yeğeninin değişimine kendi gözleri ile şahit oluyordu, ama bu konuda nasıl hissetmesi gerektiğini anlamamıştı.
Bir an için koridor, saraydaki asansör, komuta bilgisayarları gibi makinelerin hafif uğultusu dışında hareketsiz kaldı. Hala lazer karabinasını tutan Franc hiçbir şey olmamış gibi Cog’un çok az yamulan kafasını alarak tekrar beline taktı, zihni bulanıktı. Sanki kendi bedeninin dışında bir yerden gözlemliyormuş gibi garip bir kopukluk hissetti. Vurduğu lejyonerin yanına çöküp tabancasını alan Valero’yu görünce, gerçeklik bir anda yerine oturdu.
“İyi atış.” dedi Valero.
Franc derin bir nefes vererek:
“Harekete geçmeliyiz. Penelope şu kapının hemen arkasında. Zaman kaybetmeyelim.”
Kapı mekanik bir tıslamayla açıldığında, Leydi Penelope Sybille D’Artheus odanın ortasında dikilmiş, kapıyı süzüyordu, Franc ilk karşılaşmalarındaki zarif açık mavi elbise yerine daha pratik bir kıyafet giymişti – beyaz pantolon ve çizmelerinin üzerine oturan krem rengi bir yelek, beklenmedik durumlara hazırlıklı biri gibi görünüyordu. Farklı, daha sağlam, daha… sert görünüyordu, ama duruşu hala aynı zariflikteydi.
Leydi Penelope keskin mavi gözleri hemen Franc’a kilitledi, Bir an sadece birbirlerine baktılar, ikisi de balo sohbetini anımsamıştı. Sonra, Penelope’nin dudaklarının köşesinde hafif bir sırıtma belirdi.
“Vay, vay, idealist yargıç çocuk,” dedi, sesi alaycıydı ama Franc’ın beklediği keskin küçümseme yoktu.
Tam tersi, sözleri hoş bir sürprize uğramış birinden beklenecek sıcaklıktaydı. Franc şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı.
“Beni hatırlıyor musunuz Majeste?” diye sordu, elindeki karabinayı hafifçe aşağı doğru kaydırırken. Muhafızlarla yaşanan çekişmenin ardından artık silahlıydı, ancak silah elinde olmasına rağmen ona yabancı hissediyordu, eline yakıştıramamıştı.
Penelope kaşını kaldırarak yaklaştı. “Elbette hatırlıyorum. Oldukça etkileyiciydin bu arada – balo salonunun ortasında adalet hakkında nutuk atıyordun. Gördüğüm en genç yargıcı nasıl unutabilirim ?”
Franc çok gergindi ve kıpkırmızı olmuştu, sebebinin her an tutuklanma veya ölme tehlikesinden mi, yoksa karşısındaki Penelope’den mi bilmiyordu. Genç kadın orada sakin ve soğukkanlı dururken bir srüe ne söyleyeceğini bilememişti, ama ardından. “Eh, doğru.” dedi ve boğazını temizledi, daha kendinden emin görünmeye çalışarak: “Sizi burada öylece bırakamazdık.”
Penelope’nın gözlerinda okunamayan bir şey vardı, saniyeler sonra yumuşak bir şekilde gülümsedi. “Şey, itiraf ediyorum, beni kurtaracak kişinin sen olacağını beklemiyordum. Aslında.. kurtarılacak kadar önemli olduğumu da düşünmüyordum. Her neyse..”
Kapıda durup koridoru tarayan Valero, elinde yerdeki lejyonerden aldığı tabanca ile öne çıktı.
“Çok fazla zamanımız yok,” dedi, her zamanki gibi ihtiyar bürokratlığını göstererek.
Sonra devam etti:
“Silahlıyız majeste, ancak daha fazla lejyoner yolda olabilir. Hareket etmemiz gerekiyor.”
Penelope iki adamı süzdü, bir anlığına ikisi de ifadesini okuyamamıştılar, ardından başını salladı, özgüveni geri gelmişti:
“Bir çıkış yolu biliyorum,”
“Büyük büyük annem Roza D’Artheus tarafından yapılmış, sarayın karşı binasında, ilk kattaki saray arazisinden çıkan gizli bir tünel var, çocukken keşfetmiştim. Riskli, ancak burada kalmaktan daha iyi. Çabucak varmak için bu bu bölmenin koridorunun sonundaki süper asansörleri kullanabiliriz.”
Franc, önce Valero’ya sonra tekrar Penelope’ye baktı, garip bir rahatlama ve anlamadığı bir şey hissetti. Leydi ona güveniyordu. Ama söylenmesi gereken bir şey daha vardı…
Anlamadığı birkaç kelime geveledi, ama sessizliği bozan Valero oldu, sesi ciddiydi.
“Majesteleri, enişteniz Henrik… vefat etti. Lord Mordvan tarafından duruşma sırasında vuruldu..”
Genç kadın olduğu yerde donup kalmıştı, kelimeler zihnine işledikçe yüzü soluvermişti.. Esir tutulmasına rağmen bu ana kadar beklenmedik bir şekilde sakindi. Ama Henrik’in ölümünü duymak, ona Franc’ın beklediğinden daha sert vurdu. Dudakları büküldükten sonra çenesini sıktı, gözleri yaşlarla doldu. Bir an için, sanki koridorda dağılacakmış gibi görünüyordu, kendinden emin, eğitimli, güçlü leydi bir süreliğine gitmiş, tanıdığı tek aile halası ve eniştesi olup anne ve babasını hiç tanımamış küçük kız gelmişti. Ama birkaç saniye içinde kendini beklenmedik bir biçimde hemen toparladı ve hızlı adımlarla koridorda yürümeye başladı, yargıçlar onu takip ediyordu.
“Ben… Bunu bekliyordum,” dedi sessizce,. “Henrik Amca her zaman bir hedefti. Bu duruşma da asla adaletle ilgili değildi… En başından beri bir hataydı. Umalım da başkentteki halam sağ olsun.”
Franc ne diyeceğini bilmiyordu. Valero sadece başını salladı ve Henrik hakkında başka bir söz söylenmeden yollarına devam ettiler. Aralarındaki sessizlik derindi ama kimse bu sessizliği bir daha bozmaya cesaret edememişti.
Süper asansörlerden önceki son köşeye ulaştılar, bu son teknoloji mucizesi, onları saray arazisinin alt katlarına götürebilecek çok hızlı bir ulaşım aracıydı.
Ama onlar asansörlere dikkat edemeden Franc geçtikleri koridorda köşeyi döner dönmez olduğu yerde donup kaldı. Ağır gri zırhları geniş koridor penceresinden vuran güneş ışığını yansıtan dört kişilik bir İmparatorluk lejyoneri mangası koridorda devriye geziyordu.
Lejyonerler onları henüz görmemişti ama doğruca onlara doğru geliyorlardı. Franc’ın yüreği ağzına geldi. Onlardan kurtulmanın bir yolu yoktu. Geri dönmeyi akıllarından bile geçirmemişlerdi.
Sessizce “Geliyorlar, saklanın!” diye komut veren emektar yargıç Valero, Franc ve Penelope’yi büyük bir sütunun arkasındaki gölgelere geri çekti.
Silahsız ve savunmasız olan Leydi Penelope, fısıldadı, “Hepsiyle doğrudan çatışamayız. Ne yapacağız?”
Franc başını salladı, daha önce muhafızdan aldıkları lazer karabinini kavradı. Bu bir oyun değildi, sonu ölüm veya yaşamdı. Aklına bir anlığına az önce canını korumak için vurduğu lejyoner gelince kolları gevşedi, derin bir nefes aldı. Neye dönüştüğü konusunda felsefe yapmak için zamanı olduğunu sanmıyordu. Komut almak için karşı yanındaki amcasını süzdüğünde Valero ona hızlıca bir bakış attı.
“Onları geri püskürtmemiz lazım. “Dikkatli olmak gerek, ama beklemedikleri bir anda saldırırsam…”
Franc yutkundu, lazer karabinasının tutuşunu ayarladı, emniyeti kapatıp açtı ve başını salladı, başka bir şey söylemeden harekete geçmişti. Kafasını dışarı çıkarıp nişan aldı ve nefes vererek amcasını bekledi.
İlk atışı yapan Valero, kendilerine en yakın lejyoneri şaşırtıp, aniden yere yatmasına sebep olduğunda, düşman hemen karşı ateşle karşılık verdi. Koridor seri bir lazer ateşiyle yankılandığında, Franc ve Penelope lejyonerlerin açılarını genişletip iki ayrı hedefe odaklanmaları için başka bir sütünün arkasına atılmıştı. Işıltı parçaları duvarlardan sekerken sarayda muhtemelen hiç görülmemiş bir vaka yaşanıyordu. Yargıçlar ve lejyonerler arasında bir çatışma.
Franc göz ucu ile sütünun ötesine bakarken tek eli ile belirsiz bir nişan alıp körce ateş etti, renksiz enerji parçası karşısındaki lejyonerlerden birinin göğsüne isabet ettiğinde lejyoner yere yıkılıverdi… genç yargıç tepki veremeden, başının yanından geçen başka bir lazer hüzmesi, saklandıkları taş sütunu sıyırıp geçmişti. Kafasını yeniden içeri çekmek zorunda kaldı.
Yanında çömelen Penelope, sırtını soğuk taş sütuna bastırıyordu, ellerini kulaklarına götürmüştü. Silahı yoktu ve Franc bir anlığına onu süzdüğünde gözlerindeki hayal kırıklığını görebiliyordu. Bu çatışmayı hemen bitirmeleri gerekiyordu.
Artık elindeki karabinaya alışmış Franc bir kez daha siperi olan sütundan dışarı doğru eğildi ve tekrar ateş ederek ikinci bir lejyoneri bacağından vurdu. Asker tek dizinin üzerine düştüğünde denemesine rağmen, ayağa kalkamamıştı.
“Geri çekilin!” diye bağırdı askerlerden biri, sesi miğferinin içinde boğuk bir şekilde çıkarak.
“Neler oluyor! Gidiyorlar mı ?” diye fısıldadı Penelope acilen, kalan iki lejyonerin yeniden toplanıp kesin bir şekilde yaralıları da alarak uçsuz bucaksız görünen koridorda geri çekilip kaybolmalarını izlerken, yargıçlar ile beraber nefes nefese kalmıştı. Valero daha hızlı kaçmaları için arkalarından kör bir yayılım ateşi açsa da isabet ettirememişti ama onları görüş alanlarından çıkarmayı başarmıştı.
Ağır ağır soluyan Franc, siperinin arkasından dışarı baktı ve takviyeye dair herhangi bir işaret olup olmadığını görmek için koridoru taradı. Şimdilik güvendeydiler. Hemen koşarak karşılarında duran beyaza boyanmış metal süper asansöre yöneldiler.
Üçlü asansöre yaklaşırken, asansörün devasa kapıları alçak bir tıslamayla açıldı. Franc içgüdüsel olarak silahını kaldırdı, ancak bir lejyoner veya imparatorluk subayı yerine, orada duran figür Savcı Ursus Benard’dan başkasın değildi.
Adamın genellikle sert, sakin bakışları şimdi zoraki bir rahatlamayı ifade ediyordu. Koyu renk gözleri ellerinde acemice silahlar tutan Franc ve Valero’ya ve en sonunda saray salonlarının loş ışığını hala yansıtan altın kumral rengi saçları olan, arkada duran Penelope’ye kaydı.
“Yıldızlara şükür, hayattasınız,” diye soludu Ursus, kollarını kavuştururken. Kadife savcı cübbesi buruşmuştu ve yüzünde yalnızca gerginlik okunuyordu.
“Savcı Benard,” Valero şaşkınlık ve tedirginlikle. “Burada ne yapıyorsunuz? Duruşma-“
Ursus elini sallayarak sözünü kesti. “Duruşmanın kanıtları gitti! Her şey yok edildi. Lejyon her şeyi sildi—her kaydı, her belgeyi. Sanki duruşma hiç yaşanmamış gibi… Ama…” Tereddüt etti, etrafta kimse olmadığından emin olmak ister gibi omzunun üzerinden baktı. “Duruşma kaydının bir kopyasını almayı başardım. Başyargıç’ın cinayetine karşı kanıtlar ve İmparatorluğun örtbas etmeye çalıştığı her şey. Bu kayıt rejimi çökertebilir.”
Cübbesinin içine uzandı ve küçük, şık bir veri diski çıkardı. Kayıtlar göründüğü anda, Franc ve Valero bakıştılar. İşte bu! Hiçbirinin tahmin etmediği kadar büyük bir şeyi ateşleyebilecek bir kanıt..
Ursus öne çıktı ve veri diski Penelope’ye uzattı. “Leydi Penelope,” diye ona resmi bir şekilde hitap ettikten sonra devam ederek:
“Bunu sen almalısın ve yayınlandığından emin olmalısın. İnsanlar burada ne olduğunu görürse, eminim ki bir kıvılcım ateşlenecektir—hatta belki rejime karşı temel bir direniş… Ama onu saklamak benim için çok tehlikeli. Sen, Senin… bağlantıların var, Phason ile konuştuğunu biliyorum, onun yolundan gittiğini de biliyorum, bunun görülmesini sağlayacak tek kişi sensin, sana hangi isyancıyla görüşmeni istediyse ona git! Bu günün geleceğini hiç düşünmezdim ama bulunduğumuz durumda İmparatorluğa ihanet yapılacak en ahlaklı şey.”
Penelope bir an küçük veri diskine baktı, Ona verilen sorumluluk bir anlığına çok ağır gelmişti ama bunun yapılması gereken doğru şey olduğunu biliyordu. Derin bir nefes alarak diski Ursus’un uzattığı elinden aldı.
“Bunu yayınlayacağımdan emin olabilirsin,” dedi sessizce, sesi inançla doluydu, artık sürekli aklına Phineas’ın önce kendine güvenmesi gerektiğini söyleyen sözleri geliyordu.
Ursus uzun bir iç çektikten sonra. “İyi. İyi… Benim yapabileceğim tek şey bu, size katılırsam sizi yavaşlatırım, eğer yaşarsam gezegende barışçıl bir muhalefet organize edeceğim. Bundan sonrası size kalmış.”
Son bir kez etrafına baktı, yüzünde bir şeylerin parıltısı vardı – belki korku, belki de pişmanlık. Hayatı boyunca İmparatorluğa sadık bir savcı olmuştu ama şimdi umudunu eli silahlı, kaçak olarak yaftalananlara, isyancı sempatizanlarına emanet ediyordu.
“Sizi olabildiğince uzun süre örtbas edeceğim ama…” Ursus başını iki yana salladı. “Dikkatli olun, Mordvan adil oynamıyor. Bu kayıtları yok etmek için ellerinden geleni yapacaklar. Gezegende sıkıyönetim ilan edileceği konuşuluyor. Ama siz zaten silahlısınız…”
Valero minnettarlıkla başını salladı.
“Her şey için, teşekkür ederiz, Savcı Benard.”
Ursus buruk bir şekilde gülümsedi. “Umalım ki bu kayıtlar bir fark yaratsın..”
Bunu söyledikten sonra cübbesini düzeltti ve hepsine son bir kez baktı. “Size şans diliyorum ve rejimin çöküşünü görmek için sabırsızlanıyorum.”
Savcı kısa bir baş sallamayla asansörden inerek koridora geçti, ve üç kaçak onun yerine asansöre binince onlara el salladı.
“Devam edelim” dedi Valero gerginliği dağıtarak. “Zaman azalıyor.”
Penelope başını salladı, kararlılığı çok belli oluyordu. Phineas Phason’un “Kendine güveniyor musun ?” sözü hala aklında çınlıyordu.
“Hadi gidelim.”
Süper asansör çalıştığında sarayın alt katlarına doğru yola koyulmuştular, yolları şans eseri kesişmesine rağmen, üçü de kaçmaya ve kanlı rejimi yıkacak delili taşımaya kararlıydılar.
Yorumlar