Bayan Morstan kararlı adımlarla ve soğukkanlı bir görünümle odaya girdi. Sarışın, ufak tefek, eldivenli ve çok şık giyimli bir genç hanımdı. Öte yandan, kıyafetindeki sadelik ve gösterişsizlik maddi olanaklarının sınırlı olduğunu gösteriyordu. Üzerinde beje çalan koyu gri, hiçbir süsü olmayan bir giysi, başında da aynı kasvetli renkte, yalnızca yanındaki beyaz tüyle iç açıcılık kazanan, kenarsız bir şapka vardı. Ne yüz hatları çok düzgündü, ne de teninde olağanüstü bir güzellik vardı, ama ifadesi tatlı ve sevimliydi, kocaman mavi gözleri derin ve cana yakın bir ifadeyle bakıyordu. Kadınlarla ilgili deneyimlerimin pek çok ulusu ve üç kıtayı kapsamasına karşın, şimdiye dek hiç bu kadar kibar ve duyarlı bir kişilik vaat eden bir yüze rastlamamıştım. Sherlock Holmes’un kendisi için çektiği koltuğa otururken, dudaklarının ve ellerinin titrediği ve içindeki yoğun heyecanın her türlü belirtisini gösterdiği gözümden kaçmadı.
“Bay Holmes,” dedi, “size gelmemin nedeni bir zamanlar işverenim olan Bayan Cecil Forrester’ın evindeki küçük bir sorunu çözmesi için ona yardım etmiş olmanız. Kibarlığınız ve becerileriniz onu çok etkilemiş.”
“Bayan Cecil Forrester,” diye tekrarladı Holmes düşünceli bir tavırla. “Sanırım kendisine ufak bir hizmetim dokunmuştu. Ama hatırladığım kadarıyla çok basit bir vakaydı bu.”
“Kendisi öyle düşünmemiş. Ama en azından benim vakam için aynı şeyi söyleyemezsiniz. Başıma gelen bu durumdan daha tuhaf, daha akıl sır ermez bir durum düşünemiyorum.”
Holmes ellerini ovuşturdu, gözleri parladı. Bir atmacayı andıran düzgün yüz hatlarında yoğun bir dikkat ifadesiyle koltuğunda öne doğru eğildi.
“Durumunuzu anlatın,” dedi iş konuşurkenki canlı ses tonuyla.
Kendimi orada rahatsız bir konumda hissettim.
“Ben çekileyim, izninizle,” dedim ayağa kalkarak.
Genç hanım beni durdurmak için eldivenli elini havaya kaldırınca şaşırdım.“Eğer arkadaşınız,” dedi, “burada kalma nezaketini gösterirse, bana çok büyük bir yardımda bulunmuş olabilir.”
Yeniden koltuğa oturdum.
“Kısacası,” diye konuşmasını sürdürdü, “size olayı anlatayım. Babam Hindistan’daki bir alayda görevli bir subaydı ve çocukluğumda beni ülkeme gönderdi. Annem ölmüştü ve İngiltere’de hiçbir akrabam yoktu. Gel gelelim Edinburgh’da rahat bir pansiyona yerleştirildim ve on yedi yaşıma gelinceye kadar orada kaldım. 1878 yılında, o sırada görevli olduğu alayda kıdemli yüzbaşı olan babam on iki aylık bir izin aldı ve ülkesine geri döndü. Londra’dan bana çektiği telgrafta sağ salim vardığını ve adresi olarak bildirdiği Langham Oteli’ne gitmemi yazmıştı. Hatırladığım kadarıyla üslubu sevecen ve sevgi doluydu. Londra’ya varınca bir arabayla Langham Oteli’ne gittim ve bana Yüzbaşı Morstan’ın orada kaldığı, ama bir gece önce dışarıya çıkıp henüz dönmediği bilgisi verildi. Bütün gün orada bekledimse de ondan hiçbir haber alamadım. O gece otel müdürünün tavsiyesi üzerine polise başvurdum ve ertesi sabah bütün gazetelere ilan verdik. Araştırmalarımız hiçbir sonuç vermedi, o günden bu yana talihsiz babamdan hiç haber alınamadı. Biraz huzur bulmak, biraz rahatlamak umuduyla ülkesine dönmüş, oysa onun yerine…
Elini boğazına götürdü ve boğulurcasına bir hıçkırık yüzünden cümlesini tamamlayamadı.
“Hangi tarihte?” diye sordu Holmes, defterini açarak.
“Babam 1878’de, Aralık ayının üçünde –yaklaşık on yıl önce– ortadan kayboldu.”
“Bavulu ne oldu?”
“Otelde kaldı. İçinde ipucu sayılacak hiçbir şey yoktu… birkaç giysi, birkaç kitap ve Andaman Adaları’ndan getirdiği bir sürü hatıra eşyası. Oradaki gardiyanların başında bulunan subaylardan biriydi.”
“Orada hiç arkadaşı var mıydı?”
“Yalnızca birini tanıyorduk… kendisinin görevli olduğu Otuz Dördüncü Piyade Taburu’ndan Binbaşı Sholto. Binbaşı kısa bir süre önce emekliyeayrılmıştı ve Yukarı Norwood’da oturuyordu. Onunla temasa geçtik elbette, ama subay arkadaşının İngiltere’ye geldiğini bile bilmiyordu.”
“Tuhaf bir vaka,” yorumunda bulundu Holmes.
“Size en tuhaf yanını daha anlatmadım. Aşağı yukarı altı yıl önce –tam olarak 4 Mayıs 1882’de– Times’da yayınlanan bir ilanda Bayan Mary Morstan’ın adresi soruluyor ve ilana cevap vermesinin kendi lehine olacağı yazıyordu. İlanda hiçbir ad ya da adres yoktu. Ben o sırada mürebbiye olarak Bayan Cecil Forrester’ın ailesinin yanındaydım. Onun tavsiyesiyle ilan sütununda adresimi yayınladım. Aynı gün postayla üzerinde adım yazılı küçük bir karton kutu geldi, içinden de çok büyük ve parlak bir inci çıktı. Kutuya hiçbir mektup koyulmamıştı. O günden beri her yıl aynı tarihte, hep içinde benzer bir inci bulunan, kimin gönderdiği belli olmayan bir kutu geliyor. Bir uzman bunların ender görülen çeşitte ve epeyce değerli inciler olduğunu söyledi. Ne kadar güzel olduklarını kendi gözlerinizle görün.”
Konuşurken yassı bir kutuyu açıp bana hayatımda gördüğüm en güzel altı inciyi gösterdi.
“Anlattıklarınız çok ilginç,” dedi Sherlock Holmes. “Başka bir olay oldu mu?”
“Evet, hem de daha bugün. Bu yüzden size geldim. Bu sabah bu mektubu aldım, isterseniz kendiniz okuyun.”
“Teşekkür ederim,” dedi Holmes. “Zarfı da verin lütfen. Londra, S.W. damgalı. Tarih, 7 Temmuz. Hımm! Köşesinde bir başparmak izi var… büyük olasılıkla postacınınki. En pahalı kâğıttan. Paketi altı penilik zarflardan. Adam kırtasiyeye meraklıymış. Hiç adres yok. ‘Bu akşam saat yedide Lyceum Tiyatrosu’nun önündeki soldan üçüncü sütunun oraya gelin. Kendinizi güvende hissetmezseniz, iki dostunuzu da birlikte getirin. Siz haksızlığa uğramış bir kadınsınız ve hakkınızı alacaksınız. Polis getirmeyin. Getirirseniz, her şey boşuna olur. Tanımadığınız bir dostunuz.’ Bu gerçekten de esrarlı bir durum! Ne yapmayı düşünüyorsunuz Bayan Morstan?”
“Ben de size bunu soruyorum.”“Şu halde mutlaka oraya gitmeliyiz… siz, ben ve… evet, Dr. Watson tam aradığımız adam. Mektubu yazan iki dost getirin demiş. Kendisiyle daha önce de birlikte çalışmıştık.”
“Eğer bir yardımım dokunabilecekse,” dedim hararetle, “bundan büyük bir gurur ve mutluluk duyarım.”
“İkiniz de çok naziksiniz,” diye cevap verdi Bayan Morstan. “Ben içime kapanık bir yaşam sürdüm ve yardımını rica edebileceğim hiçbir arkadaşım yok. Saat altıda buraya gelmem uygun olur sanırım?”
“Altıyı geçirmeyin,” dedi Holmes. “Ama bir başka husus daha var. Bu el yazısıyla, inci kutusunun üzerindeki aynı mı?”
“Hepsi burada,” dedi Bayan Morstan, çantasından yarım düzine kâğıt parçası çıkararak.
“Siz gerçekten örnek bir müşterisiniz. Sezgileriniz doğru. Şimdi bir bakalım.” Kâğıtları masanın üzerine yayıp gözleriyle hepsini birer birer taradı. “Mektup dışında hepsi de el yazısı değiştirilerek yazılmış,” dedi çok geçmeden, “ama aynı elden çıktıkları su götürmez. Yunanca ‘e’ harfinin nasıl da değişmeden yazıldığını ve sondaki ‘s’ harfinin kıvrımını görüyor musunuz? Kuşkusuz aynı kişi yazmış bunları. Sizi boşuna umutlandırmak istemem Bayan Morstan, ama bu el yazısıyla babanızınki arasında bir benzerlik var mı?”
“Hiçbir benzerlik yok.”
“Böyle demenizi bekliyordum. Şu halde sizi saat altıda bekleyeceğiz. Lütfen bu kâğıtlar bende kalsın. O saate kadar meseleyi inceleyebilirim. Şu anda saat daha üç buçuk. Görüşmek üzere.”
“Görüşmek üzere,” dedi ziyaretçimiz ve ikimize de pırıl pırıl, nazik birer bakış yönelterek inci kutusunu göğsüne bastırıp telaşla gitti.
Pencerenin önünde durup kasvetli kalabalıkta şapkasıyla beyaz tüyü bir nokta haline gelinceye kadar sokakta çevik adımlarıyla yürüyüşünü izledim.
“Amma çekici bir kadın!” dedim dostuma dönerek.Piposunu yeniden yakmış, göz kapakları yarı kapalı olarak sırtını koltuğun arkasına yaslamıştı. “Çekici mi?” dedi mahmur bir sesle. “Fark etmedim.”
“Siz tam bir makinesiniz… bir hesap makinesi,” diye haykırdım. “Zaman zaman insan olmanın çok ötesinde bir hal alıyorsunuz.”
Hafifçe gülümsedi.
“Mantığın kişisel niteliklerin etkisinde kalmaması,” dedi, “birincil önem taşır. Benim için bir müşteri yalnızca bir birimdir, bir sorunun öğesidir. Duygusal nitelikler akıl yürütmeye ters düşer. Sizi temin ederim ki, tanıdığım en göz alıcı kadın sigortadan tazminat alabilmek için üç küçük çocuğu zehirleme suçuyla asıldı ve tanıdığım en itici adam ise Londra’daki yoksullar için hemen hemen çeyrek milyon harcayan bir hayırseverdi.”
“Oysa bu vakada…”
“Ben kuraldışı olanı hiç hesaba katmam. Kuraldışı olan bir şey kuralı bozar. El yazısından karakter inceleme çalışması hiç yaptınız mı? Bu adamın yazısı hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Okunaklı ve düzgün,” diye cevap verdim. “Bir işadamının alışkanlıkları ve biraz karakter gücü var.”
Holmes başını iki yana salladı.
“Harflerinin yüksekliğine bir bakın,” dedi. “Aşağı yukarı birbiriyle aynı yükseklikte. Şu ‘d’ harfi bir ‘a’ ve ‘İ’ harfi ‘e’ olabilirdi. Karakterli kişiler yüksek harfleri hep öbürlerinden farklı yazar, okunaksız bile yazsalar. ‘K’ harflerinde kararsızlık ve büyük harflerinde de özgüven var. Ben şimdi dışarıya çıkıyorum. Bir iki araştırma yapacağım. Şu kitabı okumanızı tavsiye ederim… kaleme alınmış en ilginç kitaplardan biri. Winwood Reade’in İnsanın Şehadeti adlı kitabı. Bir saat sonra dönerim.”
Kitabı elime alıp pencerenin önüne oturdum, ama düşüncelerim yazarın iddialı varsayımlarından çok uzaklardaydı. Aklım biraz önceki ziyaretçimizdeydi… gülümsemesi, sesindeki derin tınılar, yaşamını örten tuhaf sır perdesi. Babası ortadan kaybolduğunda on yedi yaşında idiyse, şimdi yirmi yedi yaşında demekti… gençliğin sıkılganlığının geçip deneyimler yoluyla bir ağırbaşlılık kazandığı, güzel bir yaştı bu. Böyleceoturup düşüncelere daldım, derken aklıma öyle tehlikeli düşünceler geldi ki, telaşla yazı masama gidip patoloji konulu en son bilimsel yazının sayfaları arasına daldım. Yetersiz bacağımla ve daha da yetersiz banka hesabımla, kim oluyordum ki böyle şeyler düşünüyordum? O yalnızca bir birim, bir sorunun öğesiydi… o kadar. Eğer geleceğim karanlıksa, bunu hayal ürünü sanrılarla aydınlatmaya çalışmaktansa, bir erkek gibi göğüslemek mutlaka daha iyiydi.
Yorumlar