1. Sonuç Çıkarma Sanatı

39 0 10 Eylül 2024

Sherlock Holmes şöminenin üstünde, bir köşede duran şişesini aldı ve maroken  kutu  içindeki  enjektörünü  çıkardı.  Uzun,  beyaz  parmaklarıyla enjektörün  ucuna  incecik  iğneyi  telaşla  taktıktan  sonra,  gömleğinin  kol ağzını kıvırarak sol kolunu açtı. Bir süre düşünceli bakışlarla bileğindeki ve kaslı kolundaki sayısız iğne deliğine ve yaraya baktı. Sonunda iğnenin sivri ucunu koluna batırdı, ufak pistona parmağıyla bastırdı ve rahatlayarak derin bir iç çekişle kadife döşemeli koltuğuna gömüldü. 

Gerçi   aylardır   günde   üç   kez   bu   sahneye   tanık   oluyordum,   ama ilkelerimden ötürü buna bir türlü alışamamıştım. Tersine, günden güne bu manzara karşısında daha da sinirleniyor ve buna engel olma cesaretinden yoksun  olduğum  için  her  gece  vicdan  azabı  çekiyordum.  Bu  konudaki düşüncelerimi   ona   açmak   için   kendi   kendime   yemin   üstüne   yemin ediyordum; ama dostumun soğukkanlı ve umursamaz tavrı, onun böyle yüz göz  olmaya  yakın  bir  girişimde  bulunulabilecek  dünyadaki  en  son  kişi olduğunu gösteriyordu. Büyük yetenekleri, bilgili tavırları ve sahip olduğu olağanüstü niteliklere ilişkin deneyimlerim ona karşı gelmek konusunda beni çekingen ve sıkılgan biri yapıyordu. 

Yine de o öğleden sonra, öğle yemeğinde içtiğimBeaune şarabının etkisiyle mi, yoksa onun aşırıya kaçan kasıtlı davranışı yüzünden  midir  bilinmez,  birdenbire  artık  kendimi  tutamayacağımı hissettim. 

“Bugün hangisini kullandınız,” diye sordum, “morfin mi, yoksa kokain mi?” 

Bakışlarını elinde açık tuttuğu Gotik harflere basılmış kitabından ağır ağır kaldırdı. 

“Kokain,”  dedi,  “yüzde  yedilik  bir  çözelti.  Siz  de  denemek  ister miydiniz?” 

“Kesinlikle hayır,” diye sert bir sesle karşılık verdim. “Sağlığım henüz Afganistan’daki savaşın etkilerini atlatmadı. Fazladan bir zararlı etkiyi göze alamam.” 

Öfkeme  gülümsedi.  “Belki  de  haklısınızdır  Watson,”  dedi.  “Galiba bünyeye zararlı bir etkisi var. Ama öylesine mucizevi bir uyarıcı ve zihni açıcı etkisi de var ki, yan etkisi bunun yanında önemsiz kalıyor.” 

“Ama bir düşünün!” dedim büyük bir içtenlikle. “Neye mal olduğunu düşünün! Beyniniz dediğiniz gibi uyarılıp canlanıyor olabilir, ama doku bozulmasını artıran patolojik ve marazi bir süreç bu; kalıcı bir zayıflamaya neden olabilir. Sizde nasıl olumsuz bir tepki yarattığını da biliyorsunuz. Aldığınız keyif bu zararlara değmez. Sırf geçici bir zevk uğruna, ne diye sahip   olduğunuz   büyük   yetenekleri   kaybetme   riskini   göze   alasınız? Unutmayın ki, sizinle yalnızca bir dostunuz olarak değil, sağlığınızdan az da olsa sorumlu olan bir hekim sıfatıyla konuşuyorum.” 

Gücenmiş   gibi   görünmüyordu.   Tersine,   sohbet   etmek   istercesine parmaklarını bitiştirip dirseklerini koltuğun kenarlarına dayadı. 

“Zihnim,”  dedi,  “durağanlığa  başkaldırıyor.  Karşıma  sorunlar  çıksın, yapılacak bir iş çıksın, en çapraşık bir şifre ya da en karmaşık bir inceleme çıksın, o zaman tam bana uygun bir ortamda buluveriyorum kendimi. O zaman yapay uyarıcılara gerek duymam. Ama tekdüze bir yaşantıdan nefret ediyorum. Zihinsel bir coşkuya özlem duyuyorum. Bu yüzden bu mesleğiseçtim kendime, daha doğrusu yarattım, çünkü dünyada benden başka bu meslekten kimse yok.” 

“Yani  dünyadaki  tek  özel  dedektifsiniz,  öyle  mi?”  dedim  kaşlarımı kaldırarak. 

“Dünyadaki   tek   özel   danışman-dedektif,”   diye   cevap   verdi.   “Ben dedektiflikte  en  son  ve  en  yüksek  temyiz  makamıyım.  Gregson  ya  da Lestrade veya Athelney Jones işin içinden çıkamadığında –ki genellikle çıkamazlar–  mesele  benim  önüme  gelir.  Verileri  bir  uzman  gözüyle incelerim  ve  uzmanca  bir  görüş  belirtirim.  Bu  gibi  durumlarda  bir onurlandırma da beklemem. Hiçbir gazetede adım çıkmaz. İşin kendisi, özel yeteneklerime uygun bir alan bulmuş olmam en büyük ödülümdür. Ama Jefferson Hope vakasında siz de benim çalışma yöntemlerim konusunda deneyim edinmiştiniz.” 

“Gerçekten öyle,” dedim içtenlikle. “Yaşamım boyunca beni bu kadar etkileyen hiçbir şey olmamıştı. Hatta bunu bir kitapçık haline getirip ‘Kızıl İpucu’ diye harika bir başlık bile koydum.” 

Kederli bir tavırla başını iki yana salladı. 

“Şöyle  bir  göz  attıydım,”  dedi.  “Doğrusunu  söylemek  gerekirse,  bu konuda sizi kutlayamıyorum. Dedektiflik kesin bir bilimdir ya da olmalıdır; aynı soğukkanlı ve duygudan arınmış bir tavırla ele alınmalıdır. Siz işin içine   romantizm   karıştırmaya   kalkışınca,   sanki   Euklides’in   beşinci önermesine bir aşk öyküsü ya da sevgilisiyle kaçan bir kızın öyküsünü katmışsınız gibi olmuş.” 

“Ama    romantik    bir    öyküydü,”    diye    itiraz    ettim.    “Olguları değiştiremezdim ya.” 

“Bazı olgular örtbas edilmeli ya da hiç değilse uygun bir oranda yer almalarına  dikkat  edilmelidir.  O  vakada  söz  etmeye  değer  yegâne  şey, sonuçtan  öncüllere  doğru  akıl  yürütmeydi  ve  ben  de  bu  sayede  vakayı çözdüm.” 

Özellikle   onu   memnun   etmeyi   amaçladığım   bir   çalışmayı   böyle eleştirmesine   içerledim.   Kitapçığımın   her   bir   sayfasının   onun   özel marifetlerinin  anlatımına  adanmasını  buyuran  bu  bencilliğin  sinirimedokunduğunu  da  itiraf  etmeliyim.  Onunla  birlikte  Baker  Sokağı’nda yaşadığım yıllar boyunca dostumun sessiz ve bilimsel tavrının gerisinde biraz kibir yattığını birçok kez fark etmiştim. Buna karşın hiçbir karşılık vermeden oturduğum yerde dizimi ovdum, geçmişte bacağıma saplanan bir Jezail mermisi gerçi yürümeme engel olmuyordu, ama iklim değişiklikleri sırasında için için sızlıyordu. 

“Kısa bir süre önce çalışmalarım Kıta Avrupası’na kadar uzandı,” dedi Holmes biraz sonra, gül ağacından piposuna tütün doldururken. “Geçen hafta, herhalde biliyorsunuzdur, Fransız polis örgütünde son zamanlarda adı öne  çıkan  François  le  Villard  da  danışmanlıkta  bulunmam  için  bana başvurdu.  Kendisi  Keltlere  özgü  çabuk  sezgi  yeteneğine  sahip,  ama mesleğinde  ilerleyebilmesi  için  gerekli  geniş  kapsamlı  bilgiden  yoksun. Bana danıştığı vaka bir vasiyetle ilgiliydi ve ilginç yönleri vardı. Buna koşut  özellikler  gösteren  iki  vakayı  incelemesini  söyledim  ona:  Biri 1857’de  Riga’da,  öbürü  de  1871’de  St.  Louis’de  gerçekleşmişti,  bunlar onun doğru bir çözüme varmasını sağladı. Yardımlarıma teşekkür etmek için yazdığı bu mektubu bu sabah aldım.” 

Bunları söylerken bana yabancı kökenli, buruşuk bir mektup kâğıdı uzattı. İçeriğine şöyle bir bakınca, Fransız’ın dostuma duyduğu büyük hayranlıkla bol bol serpiştirdiği, iltifat dolu, yer yer onu göklere çıkaran cafcaflı ve tumturaklı sözler ilişti gözüme. 

“Sanki hocasıyla konuşan bir öğrenci gibi yazmış bunu,” dedim. 

“Ah evet, benim yardımlarıma çok değer veriyor,” dedi Sherlock Holmes üzerinde durmadan. “Kendisi de epeyce yetenekli. İdeal bir dedektif için gerekli üç özellikten ikisi var onda. Gözlem ve sonuçlara varma yetenekleri. Yalnızca  bilgisi  eksik,  o  da  zamanla  gelişir.  Şimdi  kısa  yapıtlarımı Fransızcaya çeviriyor.” 

“Yapıtlarınız mı?” 

“Bilmiyor muydunuz?” deyip güldü. “Evet, birçok makale yazmak gibi bir suç işledim. Hepsi de teknik konularda. Sözgelimi şuradaki ‘Çeşitli Tütünlerin Küllerinin Ayırt Edilmesi Üzerine’. Bu makalede yüz kırk puro, sigara ve pipo tütünü sıralayıp, renkli resimlerle, külleri arasındaki farkları gösteriyorum.  Katillerin yargılanması sırasında  sürekli olarak  gündemegelen bir konu bu ve bazen de ipucu olarak büyük önem taşıyor. Örneğin, eğer bir cinayeti  Hint lunkah purosu içen  bir adamın  işlediğinden eminseniz, araştırma alanınız kesinlikle daralır. Deneyimli gözler için bir Trichonopoly’nin siyah  külüyle  ince  kıyım  tütünün  bembeyaz  külü arasındaki fark, lahanayla patates arasındaki fark kadar büyüktür.” 

“En ince ayrıntılar konusunda siz bir dâhisiniz,” dedim. 

“Bunların öneminin farkındayım. Burada ayak izlerinin nasıl inceleneceği ve izlerin alçı kalıplarının alınmasıyla ilgili bir yazım var. Buradaki de kişinin yaptığı işin elinin biçimini nasıl etkilediğiyle ilgili bir çalışmam, taş işçilerinin, gemicilerin, şişe mantarı kesicilerinin, dokumacıların ve elmas perdahlayıcılarının   ellerini   gösteren   litotipleri   de   içeriyor.   Bilimsel yöntemlerle çalışan bir dedektif için pratikte büyük önem taşıyan bir şey bu…  özellikle  bir  yakınları  bulunamayan  cesetlerde  ya  da  katillerin geçmişlerinin araştırılmasında. Ama bu hobimle sizin canınızı sıkıyorum.” 

“Hiç  de  değil,”  dedim  içtenlikle.  Hele  bunları  günlük  yaşama  nasıl uyguladığınızı  gözlerimle  görme  fırsatını  bulmuş  olduğum  için,  bunlara büyük bir ilgi duyuyorum. Ama demin gözlemden ve sonuçlara varmaktan söz ettiniz. Bunlardan biri kesinlikle öbürünü de içeriyor.” 

“Pek  de  değil,”  diye  cevap  verdi,  sırtını  geriye  yaslayıp  koltuğuna gömülerek   piposundan   yoğun   mavi   bulutlar   üflerken.   “Sözgelimi, gözlemlerim   bana   sizin   bu   sabah   Wigmore   Sokağı’ndaki   postaneye gittiğinizi  gösteriyor,  ama  oradayken  bir  telgraf  çektiğinizi,  sonuçlara vararak buluyorum.” 

“Doğru!” dedim. “Her ikisi de doğru! Ama bu sonuca nasıl vardığınızı anlamadığımı itiraf etmeliyim. Birdenbire aklıma esen bir şeydi ve bundan kimseye söz etmemiştim.” 

“O kadar basit ki,” dedi benim şaşırmama kıkır kıkır gülerek… “o kadar basit ki, açıklanması bile gereksiz; yine de gözlemin ve sonuçlara varmanın sınırlarının belirlenmesine yarayabilir. Ayağınızın üstünün kırmızımsı bir küfle kaplı olduğunu gözlemledim. Wigmore Sokağı Postanesi’nin önünde kaldırım  kazılıp  kenara  biraz  toprak  yığıldı,  buna  basmadan  postaneye girmek zor. Topraktaki kırmızımsı renk bildiğim kadarıyla çevrede hiçbir yerde görülmüyor. Bu kadarı gözlem. Gerisi ise sonuçlara varma.”“Şu halde telgrafı nereden bildiniz?” 

“Ama mektup yazmadığınızı tabii ki biliyordum, bütün sabah karşınızda oturuyordum. Şuradaki yazı masasının üstünde de birtakım pullar ve kalın bir deste kartpostal duruyor. O zaman telgraf çekmekten başka ne amaçla postaneye gitmiş olabilirdiniz? Bütün öteki etmenleri ayıklayınca geriye doğru olanı kalıyor.” 

“Bu  durumda  kesinlikle  öyle,”  diye  cevap  verdim  biraz  düşündükten sonra. “Her şey dediğiniz gibi çok basit. Sizin kuramlarınıza daha ciddi bir sınama uygulayacak olsam, densizlik etmiş olur muyum?” 

“Tersine,” diye cevap verdi, “ikinci bir kokain dozu almamı önler. Önüme sereceğiniz her sorunu seve seve incelerim.” 

“Birisinin   her   gün   kullandığı   bir   eşyanın   üzerine,   deneyimli   bir gözlemcinin   görebileceği,   kendi   kişiliğinin   izini   bırakmaması   zordur demiştiniz. Bende kısa bir süre önce elime geçen bir saat var. Bu saatin son sahibinin karakteri ya da huylarına ilişkin bilgiler verebilir misiniz lütfen?” 

Saati   ona   verirken   içimden   hafifçe   gülüyordum,   çünkü   bu   sınavı başarması olanaksızdı ve amacım ara sıra takındığı kestirip atan tavrına karşı ona bir ders vermekti. Saati avucuna aldı, kadranına dikkatle baktı, arkasındaki kapağı açtı, önce çıplak gözleriyle, sonra güçlü bir dışbükey mercekle mekanizmasını inceledi. Sonunda kapağı kapatıp saati bana geri verirken yüzünde beliren yılgın ifade karşısında gülümsemekten kendimi alamadım. 

“Hiçbir veri yok gibi,” dedi. “Saat yakınlarda temizlenmiş, böylece ipucu sağlayacak önemli olgulardan yoksun kaldım.” 

“Haklısınız,”    diye    cevap    verdim.    “Bana    gönderilmeden    önce temizlenmiş.” 

Başarısızlığını örtmek için son derece zayıf ve yetersiz bir mazeret ileri süren dostumu içimden suçluyordum. Temizlenmemiş  bir saatte ne gibi olgular bulmayı bekliyordu? 

“Yetersiz  olsa  da,  araştırmam  tümüyle  verimsiz  olmadı,”  yorumunda bulundu,  dalgın  ve  parıltısız  bakışlarını  tavana  dikerek.  “Yanılıyorsamuyarmanız   koşuluyla,   bu   saatin   ağabeyinize   ait   olduğunu,   ona   da babanızdan miras kaldığını söyleyebilirim.” 

“Bunu da kuşkusuz arka kapaktaki H.W. harflerinden çıkardınız?” “Öyle  sayılır.  W.  sizin  soyadınızın  baş  harfi.  Saat  yaklaşık  elli  yıl 

öncesinden kalma ve harfler saat kadar eski, böylece bir önceki kuşak için yapılmış. Değerli eşyalar çoğunlukla en büyük çocuğa kalır ve o da büyük olasılıkla babasıyla aynı adı taşır. Doğru hatırlıyorsam, babanız yıllar önce vefat etmişti. Bu yüzden de bu saat sizin en büyük ağabeyinizdeydi.” 

“Buraya kadar doğru,” dedim. “Başka?” 

“Dağınıklığı huy edinmiş birisiymiş… çok dağınık ve dikkatsizmiş. Eline bir sürü fırsat geçmiş, ama o bunları elinden kaçırmış, arada bir kısa süren refah  dönemleri  geçirmişse  de,  bir  süre  yoksulluk  içinde  yaşamış  ve sonunda da içki alışkanlığı yüzünden ölmüş. Kestirebildiklerim bu kadar.” 

Koltuğumdan  ayağa  fırladım  ve  epeyce  içerlediğimden,  topallayarak sabırsızlık içinde odayı arşınlamaya başladım. 

“Size  hiç  yakışmıyor  bu  Holmes,”  dedim.  “böyle  bir  şeye  tenezzül edeceğiniz aklıma gelmezdi. Talihsiz ağabeyimin geçmişini araştırmışsınız, şimdi de bu bilgiyi gizemli bir biçimde anlamış numarası yapıyorsunuz. Bütün bunları onun eski saatine bakarak anladığınıza inanmamı benden bekleyemezsiniz! Bu çok kırıcı bir davranış ve açık konuşmak gerekirse, biraz şarlatanlık kokuyor.” 

“Sevgili  Doktor,”  dedi  sevecen  bir  sesle,  “sizden  özür  diliyorum.  Bu meseleyi soyut olarak ele aldığım için, sizin açınızdan ne denli kişisel ve üzücü bir durum olabileceğini unuttum. Ama sizi temin ederim ki, bu saati elime verinceye kadar bir ağabeyiniz olduğunu bile bilmiyordum.” 

“Peki ama, Tanrı aşkına bütün bunları nereden bildiniz? Hepsi de en ince ayrıntısına kadar kesinlikle doğru.” 

“Ah, bir talih eseriydi bu. Ancak olasılıkları tartıp biçerek konuştum. Bu kadar doğru sonuçlara varmayı beklemiyordum.” 

“Yani yalnızca tahmin değil miydi?”“Hayır,   hayır;   ben   hiç   tahminde   bulunmam.   Tahmin   kötü   bir alışkanlıktır…   insanın   mantıklı   düşünme   yeteneğini   bozar.   Siz   bunu yadırgadınız,  çünkü  benim  düşünce  yöntemimi  izlemiyorsunuz  ya  da önemli     çıkarsamaların     temelindeki     küçük     olguların     gözlemini yapmıyorsunuz.   Örneğin,   ağabeyinizin   dikkatsiz   olduğunu   söyleyerek konuşmaya başladım. Saatin kasasının aşağı kısmını incelerseniz, yalnızca iki çentik değil, aynı cepte madeni para ya da anahtar gibi sert nesneler taşıma alışkanlığı yüzünden baştan başa çizik ve izlerle kaplı olduğunu görürsünüz. Bir İngiliz altını değerindeki bir saati bu kadar düşüncesizce taşıyan birisinin dikkatsiz olduğunu varsaymak herhalde hiç de büyük bir marifet  değil.  Ayrıca  kendisine  bu  kadar  değerli  bir  eşya  miras  kalan birisinin başka bakımlardan da epeyce varlıklı olduğunu çıkarsamak fazla ileri gitmek olmasa gerek.” 

Düşünce mantığını izleyebildiğimi göstermek için başımı salladım “İngiltere’deki rehinciler bir saati rehin aldıklarında verdikleri makbuzun 

numarasını saatin kasasının içine iğneyle kazırlar. Numaranın kaybolması ya  da  yerinin  değişmesi  riski  olmadığından,  etiket  koymaktan  daha elverişlidir bu. Merceğimle baktığımda bu saatin içinde görünen böyle en az dört numara var. Vardığım sonuç… ağabeyiniz çoğu zaman para sıkıntısı çekiyormuş.  Vardığım  ikinci  sonuç…  arada  bir  hali  vakti  yerinde oluyormuş,  yoksa  rehine  verdiği  eşyayı  geri  alamazdı.  Sonuncusu  da, sizden  kapağın  içindeki  kurma  deliğine  bakmanızı  istiyorum.  Deliğin çevresindeki  binlerce  çiziğe  bir  bakın…  Deliği  bulmak  için  anahtarı sürterken oluşan çizikler. Ayık birisinin saatinde bu çizikler olur muydu? Ama bir ayyaşın saatinde bunlar mutlaka olur. Saatini geceleri kurar ve eli titrediği için bu izler kalır. Bütün bunların neresinde gizem var?” 

“Gün  gibi  açık,”  diye  cevap  verdim.  “Size  haksızlık  ettiğim  için üzgünüm.  Sizin  harika  yeteneğinize  daha  çok  inanmalıydım.  Şu  anda mesleki bir araştırma yürütüp yürütmediğinizi sorabilir miyim?” 

“Hayır,   yürütmüyorum.   Bu   yüzden   kokain   kullanıyorum.   Beynim çalışmazsa,  yaşayamıyorum.  Yaşanacak  başka  ne  var  ki?  Pencereden dışarıya bir bakın. Dünya bundan daha kasvetli, iç karartıcı ve kısır olabilir mi? Sokak boyunca döne döne savrulan ve boz renkli evlerin üzerine çöken şu sapsarı sisi görüyor musunuz? Bundan daha yavan ve somut bir şey olabilir mi? İnsan yeteneklerini uygulayacağı bir alan bulamazsa Doktor,yetenekli olmak ne işe yarar? Cinayet sıradan, varoluş sıradan ve sıradan olanların dışında hiçbir özellik bu dünyada bir işe yaramıyor.” 

Bu söyleve cevap vermek üzere ağzımı açmıştım ki, ev sahibemiz kapıyı hafifçe vurarak, üzerinde bir kartvizit bulunan gümüş bir tepsiyle içeriye girdi. 

“Sizi görmek isteyen genç bir hanımefendi geldi efendim,” dedi dostuma. “Bayan Mary Morstan,” diye kartviziti okudu Holmes. “Hımm! Bu adı hatırlamıyorum.  Hanımefendiyi  içeriye  alın  Bayan  Hudson.  Gitmeyin Doktor. Burada kalmanızı yeğlerim.” 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla