6. Sherlock Holmes Tatbikat Yapıyor

7 0 10 Eylül 2024 0 Oy

“Şimdi  Watson,”  dedi  Holmes  ellerini  ovuşturarak,  “baş  başa  kalacak yarım saatimiz var. Bundan iyi yararlanalım. Size söylediğim gibi, vakayı üç   aşağı   beş   yukarı   çözdüm;   ama   kendimize   aşırı   güvenerek   hata yapmamalıyız. Gerçi şimdi vaka basit görünüyor, ama altında daha derin bir şeyler yatıyor olabilir.” 

“Basit ha!” deyiverdim. 

“Elbette,” dedi sınıfına ders veren bir tıp profesörü edasıyla. “Gidip şu köşede oturun da ayak izleriniz meseleyi karmaşıklaştırmasın. Hadi şimdi iş başına!  Birincisi,  bu  adamlar  nasıl  geldiler  ve  nasıl  gittiler?  Kapı  dün geceden beri kilitliydi. Peki ya pencere?” Lambayı pencereye götürdü, bir yandan  da  gözlemlerini  yüksek  sesle  mırıldanıyor,  ama  bunları  bana söylemekten    çok    kendi    kendine    konuşuyordu.    “Pencere    içeriden mandallanmış. Kasası sağlam. Yanda hiç menteşe yok. Açalım bakalım. Yakında  hiç  su  borusu  yok.  Dam  epeyce  yüksekte.  Oysa  pencereden tırmanmış bir adam var. Dün gece biraz yağmur yağdı. Şurada, pervazın üstünde çamurlu bir ayak izi var. Şurada da yuvarlak bir çamur lekesi var, yerde bir tane daha ve masanın yanında da yine bir tane. Şuraya bakın Watson! Bu gerçekten de apaçık görünüyor.” 

Yuvarlak, belirgin çamur lekelerine baktım. 

“Bu bir ayak izi değil,” dedim. 

“Bizim  için çok daha değerli bir şey. Bir takma bacak izi bu. Bakın pervazın şurasında metal topuklu ağır bir çizmenin izi var, yanındaki de bir takma bacak izi.” 

“Takma bacaklı bir adam bu.” 

“Evet, öyle. Ama birisi daha gelmiş… çok çevik ve becerikli bir suç ortağı. Siz şu duvardan tırmanabilir miydiniz Doktor?” 

Açık pencereden dışarıya baktım. Evin o köşesine hâlâ parlak ay ışığı vuruyordu. Yerden on beş yirmi metre yükseklikteydik ve nereye bakarsambakayım, ne ayak basacak bir yer, ne de tuğlalar arasında bir çatlak olsun göremiyordum. 

“Buna olanak yok,” diye karşılık verdim. 

“Yardım almadan olanaksız. Ama tut ki burada bir arkadaşınız vardı ve size  köşede  durduğunu  gördüğüm  şu  ipin  ucunu  sarkıttı,  bir  ucunu  da duvardaki şu kocaman kancaya bağladı. O zaman bence çevik birisiyseniz, takma bacaklı bile olsanız tırmanabilirsiniz. Aynı yoldan da aşağıya inip gidebilirsiniz elbette, suç ortağınız da ipi yukarı çeker, kancadan çözer, pencereyi  kapatır,  içeriden  mandallar  ve  nereden  geldiyse  yine  oradan sıvışır. Ek bir bilgi olarak da,” diye konuşmayı sürdürdü ipi parmaklarının arasında  inceleyerek,  “takma  bacaklı  dostumuz  gerçi  tırmanmasına  iyi tırmanmış, ama mesleği gemicilik değilmiş. Elleri hiç de nasırlanmamış. Büyütecimle birden fazla kan lekesi görüyorum, özellikle ipin ucuna doğru, anladığım kadarıyla öyle hızla aşağıya kaymış ki ellerinin derisi sıyrılmış.” 

“Hepsi  iyi  güzel  de,”  dedim,  “mesele  daha  da  anlaşılmaz  oluyor.  Şu gizemli suç ortağı? Odaya nasıl girdi?” 

“Evet, suç ortağı!” diye tekrarladı Holmes düşünceli bir edayla. “Bu suç ortağıyla ilgili ilginç durumlar var. Onun sayesinde bu vaka sıradanlıktan kurtuluyor. Bu suç ortağı galiba ülkenin suç tarihinde yeni bir çığır açıyor… gerçi Hindistan’da ve eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, Senegambia’da da benzer vakalar görülmedi değil.” 

“Şu halde içeriye nasıl girdi?” diye tekrarladım. “Kapı kilitli, pencere kapalı. Yoksa bacadan mı girdi?” 

“Şömine  fazlasıyla  küçük,”  diye  cevap  verdi.  “Bu  olasılığı  gözden geçirmiş bulunuyorum.” 

“O zaman nasıl?” diye üsteledim. 

“Demek   benim   ilkemi   uygulamayacaksınız,”   dedi   başını   iki   yana sallayarak. “Size kaç kez söyledim, olanaksızlıkları eledikten sonra, geriye kalan şey gerçektir, ne kadar olasılık dışı görünürse görünsün. Kapıdan, pencereden ya da bacadan gelmediğini biliyoruz. Odada bir yere saklanmış olamayacağını  da biliyoruz, çünkü saklanacak hiçbir yer yok. Şu halde nereden geldi?”“Tavandaki delikten!” diye haykırdım. 

“Tabii  ki  öyle  yaptı.  Öyle  yapmış  olmalı.  Lambayı  tutmak  lütfunda bulunursanız   şimdi   araştırmalarımızı   yukarıdaki   odada   sürdüreceğiz… hazinenin bulunmuş olduğu gizli odada.” 

Basamakları  tırmandı  ve  iki  eliyle  birden  bir  kirişe  tutunarak  kendini tavan  arasına  çekti.  Sonra  yüzüstü  yatarak  lambaya  uzandı,  o  lambayı taşırken ben onu izliyordum. 

Kendimizi bir yanı üç metre, öteki yanı iki metre boyutlarında bir odada bulduk. Odanın zeminini kirişler oluşturuyordu, araları sıvayla kapatılmıştı, bu yüzden kirişlere basarak yürüyorduk. Eğimli tavanın ortası bir dar açı halinde birleşiyordu ve belli ki evin çatısının hemen altındaydık. Ortalıkta hiçbir mobilya yoktu, yerler yılların biriktirdiği tozla kaplıydı. 

“İşte burada, görüyorsunuz ya,” dedi Sherlock Holmes elini eğimli duvara koyarak. “Çatıya açılan bir gizli kapı bu. Biraz itince hafifçe eğimli olan dama çıkılıyor. Demek Bir Numara eve bu yoldan girdi. Bakalım kimliğine ilişkin birtakım izler bulabilecek miyiz?” 

Lambayı yere doğru tutarken yüzünde o akşam ikinci kez şaşkın, aklı karışmış bir ifade belirdiğini gördüm. Bense onun baktığı yere bakınca, soğuk  ter  döktüm.  Yer  çıplak  ayak  izleriyle  doluydu…  bunlar  belirgin, biçimleri kusursuz, ama bir insanınkinin yarısı büyüklükte izlerdi. 

“Holmes,” diye fısıldadım, “bu korkunç şeyi bir çocuk yapmış.” 

Holmes bir çırpıda kendini toparlamıştı. 

“Bir  an  kafam  karıştı,”  dedi,  “ama  her  şey  oldukça  doğal.  Belleğim yanılttı   beni,   yoksa   önceden   tahmin   edebilmem   gerekirdi.   Burada öğrenilecek bir şey kalmadı. Aşağıya inelim.” 

“Şu halde o ayak izleri konusundaki kuramınız ne?” diye merakla sordum yeniden, aşağıdaki odaya indiğimizde. 

“Sevgili  Watson,  kendiniz  çözümlemeyi  bir  denesenize,”  dedi  biraz sabırsız    bir    edayla.    “Benim    yöntemlerimi    biliyorsunuz.    Bunları uygularsanız sonuçlarımızı karşılaştırmak verimli olabilir.”“Bütün olguları kapsayabilecek bir düşüncem yok,” diye cevap verdim. “Çok geçmeden her şeyi anlayacaksınız,” dedi önemsemeyen bir tavırla. 

“Burada önemli sayılacak bir şey kaldığını sanmıyorum, ama bakacağım.” Cebinden  büyüteciyle  mezurasını  çıkardı  ve  dizüstü  çöküp  ince  uzun 

burnu  yerdeki  ahşap  döşemelerden  yalnızca  bir  santim  yukarıda,  bir kuşunkileri andıran gözlerinde kurnazca parıltılarla odada dört dönüp ölçtü, karşılaştırdı, inceledi. Hareketleri bir kokunun izinden giden eğitimli bir av köpeği gibi, öylesine çevik, sessiz ve sinsiydi ki, gücünü ve aklını yasaların savunulması yerine, çiğnenmesine harcayacak olsaydı, ne kadar korkunç bir cani olabileceğini düşünmeden edemedim. Aranıp dururken sürekli kendi kendine mırıldanıyordu ve sonunda sevinç-le haykırdı. 

“Talihimiz  yaver  gidiyor,”  dedi.  “Artık  fazla  sorunumuz  olmaz.  Bir Numara şanssızmış ki kreozota  basmış. Şu kötü kokulu sızıntının yanı başındaki ufak ayak izinin kenarında bir çizgi görülüyor. Biliyorsunuz ya, damacana çatlamış ve içindekiler akmış.” 

“Şu halde?” diye sordum. 

“Onu enseledik, hepsi bu,” dedi. 

“Bu kokuyu dünyanın öteki ucuna kadar izleyecek bir köpek biliyorum. Eğer  bir  balık  sürüsü  bir  ringa  balığını  bir  eyaletten  öbürüne  kadar kovalayabiliyorsa, eğitimli bir av köpeği bu kadar keskin bir kokunun izini acaba  nereye  kadar  sürebilir?  Herhalde  binlerle  ifade  edilebilecek  bir mesafe.  Bunun  cevabını  bilirsek…  Ama  bu  ses  de  ne!  İşte  resmi  yasa temsilcileri geldi.” 

Aşağıdan  ayak  sesleri  ve  yüksek  sesle  konuşmaların  yarattığı  gürültü patırtı duyuluyordu ve koridor kapısı hızla çarpılarak kapandı. 

“Onlar buraya gelmeden önce,” dedi Holmes, “elinizi bu adamcağızın koluna, sonra bacağına koyun. Ne hissediyorsunuz?” 

“Kasları kazık gibi sert,” diye cevap verdim. 

“Evet. Olağan ölüm katılaşmasını çok aşan aşırı bir kasılma durumu var. Yüzündeki bu çarpıklığı, bu Hipok-ratik gülümsemeyi ya da eski yazarların deyimiyle ‘müstehzi gülüş’ü de buna eklerseniz, aklınıza ne geliyor?”“Güçlü bir bitkisel alkaloid zehirlenmesi,” diye cevap verdim, “tetanoza neden olan striknin benzeri bir madde sonucu ölüm.” 

“Cesedin yüz kaslarındaki gerilmeyi görür görmez benim de aklıma gelen buydu.  Odaya  girince  zehrin  onun  bedenine  nasıl  girdiğini  anlamaya çalıştım   hemen.   Gördüğünüz   üzere,   fazla   güç   harcamadan   kafasına saplanan ya da fırlatılan bir diken bulduydum. Dikenin saplanma yerinin adam koltuğunda dik oturuyor olsaydı, tavandaki deliğin tam karşısında olacağına dikkat edin. Şimdi şu dikeni inceleyin.” 

Dikeni dikkatle elime alıp lambaya doğru tuttum. Uzun, sivri uçlu, siyah, ucu sanki üzerinde yapışkan bir madde kurumuş gibi parlak görünen bir cisimdi. Sivri olmayan öbür ucu bir bıçakla düzeltilip yuvarlatılmıştı. 

“Bu bir İngiliz dikeni mi?” diye sordu Holmes. 

“Hayır, kesinlikle değil.” 

“Bütün bu verilerin ışığında doğru bir çıkarsama yapmanız gerekir. Ama işte resmi görevliler geliyor, şimdi yardımcı güçlerin geri çekilme zamanı.” 

Holmes konuşurken koridordaki ayak sesleri de yaklaşarak arttı ve tıknaz, epeyce irikıyım, gri takım elbise giymiş bir adam odaya daldı. Kırmızı suratlı, yapılı, kanlı canlı, şiş göz kapaklarının arasından küçücük gözleri kurnaz parıltılarla yanıp sönen bir adamdı. Peşinden de üniformalı bir polis müfettişi ve hâlâ tir tir titreyen Thaddeus Sholto girdi. 

“İşte iş burada!” diye söylendi kısık ve boğuk bir sesle. “Ne iş ama! Bunlar da kim? Ev değil, tavşan yuvası sanki!” 

“Beni hatırlıyor olmalısınız Bay Athelney Jones,” dedi Holmes usulca. “Elbette    hatırlıyorum!”    diye    hırladı    adam.    “Siz    Bay    Sherlock 

Holmes’sunuz,  kuramcı  Holmes.  Hatırlamaz  olur  muyum?  Bishopgate mücevherleri vakasında nedenler, çıkarsamalar ve sonuçlar konusunda bize çektiğiniz nutku hiç unutmayacağım. Bizi ipucuna yönlendirdiğiniz doğru, ama artık kabul etmelisiniz ki, bunda tavsiyelerinizin doğruluğundan çok sadece talihinizin yaver gitmesi rol oynamıştı.” 

“Yalnızca çok basit bir akıl yürütmeydi.”“Hadi canım, hadi canım! Kabul etmekten utanmayın hiç. Ama burada olup bitenler ne? Kötü bir vaka! Kötü bir vaka! Burada yalnız olgular var… kuramlara yer yok. Neyse ki başka bir vaka dolayısıyla Norwood’daydım! Mesajı aldığımda karakoldaydım. Bu adam neden öldü dersiniz?” 

“Bu vakada kuramlar ileri sürmek bana düşmez,” dedi Holmes soğuk bir sesle. 

“Doğru,   doğru.   Yine   de   zaman   zaman   tam   isabet   ettirdiğinizi yadsıyamayız. Tanrım! Kapı kilitliymiş anladığım kadarıyla. Yarım milyon değerinde mücevherler kaybolmuş. Ya pencere?” 

“Kapalıymış, ama pervazda ayak izleri var.” 

“İyi  güzel  de,  kapalı  olduğuna  göre,  ayak  izlerinin  bu  vakayla  hiçbir ilişkisi olamaz. Bir sağduyu meselesi bu. Adam belki de bir kalp krizinden öldü, ama o zaman kayıp mücevherlere ne demeli? Hah! Bir kuramım var. Bazen böyle şeyler içime doğar… Sen biraz dışarı çık Çavuş, siz de Bay Sholto. Arkadaşınız burada kalabilir… Şuna ne dersiniz Holmes? Sholto kendi ifadesine göre, dün akşam kardeşiyle birlikteymiş. Kardeşi kalp krizi geçirip ölüyor, bunun üzerine Sholto da hazineyi alıp gidiyor? Nasıl ama?” 

“Bundan sonra da ceset çok düşünceli davranarak kalkıp kapıyı içeriden kilitliyor.” 

“Hımm! Bunda bir yanlışlık var. Meseleye sağduyuyla yaklaşalım. Şu Thaddeus  Sholto  kardeşiyle  birlikteymiş,  kavga  etmişler:  Bu  kadarını biliyoruz. Kardeş ölüyor, mücevherler de kayboluyor. Bunu da biliyoruz. Thad-deus  yanından  ayrıldıktan  sonra  kardeşini  gören  olmamış.  Yatağı bozulmamış. Thaddeus altüst olmuş durumda. Görünümü… eh, pek de hoş değil. Görüyorsunuz ya, ağımı Thaddeus’un çevresinde örüyorum. Adam kıskıvrak yakalanmak üzere.” 

“Henüz bütün olguları bilmiyorsunuz,” dedi Holmes. “Zehirli olduğuna kesinlikle inandığım şu kıymık adamın kafatasına saplıydı, açtığı deliği hâlâ görebiliyorsunuz; gördüğünüz gibi üstünde yazı olan şu kâğıt da masanın üzerindeydi ve yanında ucuna bir taş takılı şu tuhaf silah duruyordu. Bütün bunlar sizin kuramınızla nasıl bağdaşıyor?” 

“Her    bakımdan    kuramımı    doğruluyor,”    dedi    şişman    dedektif böbürlenerek.   “Bu   ev   Hindistan’dan   gelme   hatıra   eşyalarıyla   dolu. Thaddeus  bundan  söz  etti  ve  eğer  bu  kıymık  zehirliyse,  herkes  kadar Thaddeus  da  cinayet  işlemek  için  bundan  yararlanmış  olabilir.  Kâğıda gelince, o bir hokus pokus… bir hile herhalde. Akla gelen tek soru, katil buradan nasıl çıktı? Ah, tabii, şurada tavanda bir delik var.” 

Cüssesine kıyasla büyük bir çeviklikle basamakları tırmanıp tavan arasına çıktı ve hemen arkasından da sevinç-le gizli kapıyı bulduğunu haykırdı. 

“Bir şeyi bulmasına buluyor,” dedi Holmes omuz silkerek, “arada bir akıl yürüttüğü de oluyor. Il n’y a pas des sots si incommodes que ceux qui ont de l’esprit!” 

“Görüyorsunuz    ya!”    dedi    Athelney    Jones    yine    basamaklarda göründüğünde.  “Olgular  kuramlardan  yeğdir,  ne  de  olsa.  Vakayla  ilgili görüşüm doğrulandı. Dama açılan bir gizli kapı var ve aralık duruyor.” 

“Onu ben açtım.” 

“Sahi mi? Demek siz de fark ettiniz, öyle mi?” Biraz süngüsü düşmüş görünüyordu.  “Eh,  kim  fark  ederse  etsin,  şu  bizim  beyefendinin  nasıl kaçtığını gösteriyor. Müfettiş!” 

Koridordan, “Buyrun efendim,” sesi geldi. 

“Bay Sholto’ya buraya gelmesini söyle… Bay Sholto, söyleyeceğiniz her şeyin aleyhinize kanıt olarak kullanılabileceğini belirtmek benim görevim. Kardeşinizin ölümüyle ilgili olarak sizi kraliçe adına tutukluyorum.”“Şu  işe  bak!  Size  söylememiş  miydim?”  diye  haykırdı  zavallı  adam kollarını savurarak ve teker teker hepimize bakarak. 

“Kaygılanmayın  Bay  Sholto,”  dedi  Holmes.  “Sanırım  ben  sizi  bu suçlamadan kurtarabilirim.” 

“Tutamayacağınız sözler vermeyin Bay Kuramcı, tutamayacağınız sözler vermeyin!” dedi dedektif. “Bakarsınız sandığınız kadar kolay olmaz bu.” 

“Yalnızca onu aklamakla kalmayacağım Bay Jones, aynı zamanda dün akşam  bu  odada  olan  iki  kişiden  birinin  adını  ve  eşkalini  de  armağan edeceğim size. Adı, çok iyi biliyorum ki, Jonathan Small. Eğitimsiz, ufak tefek bir adam, sağ bacağı kesilmiş olduğundan takma bacaklı ve bunun iç tarafı  aşınmış.  Sol  ayağındaki  çizmenin  burnu  köşeli  ve  topuğunda  bir demir halka var. Bu orta yaşlı, epeyce yanık tenli, eski bir hükümlü. Bu bir iki işaretin, bir de avuç derisinin soyulmuş olmasının size biraz yardımı olur. Öteki adam ise…” 

“Ya!  Öteki  adam?”  diye  sordu  Athelney  Jones  alaycı  bir  sesle,  ama Holmes’un    kesin    konuşma    tarzından    etkilenmiş    olduğunu    açıkça görebiliyordum. 

“O tuhaf birisi,” dedi Sherlock Holmes, topuğunun üzerinde dönerek. “Yakında  ikisini  de  sizinle  tanıştırabileceğimi  umuyorum.  Size  bir  çift sözüm var Watson.” 

Beni merdivenlerin başına götürdü. 

“Bu  beklenmedik  olay,”  dedi,  “yola  çıkmamızın  asıl  amacını  biraz unutturdu bize.” 

“Ben  de  şimdi  bunu  düşünüyordum,”  diye  cevap  verdim.  “Bayan Morstan’ın bu netameli evde kalması doğru değil.” 

“Hayır,  doğru  değil.  Onu  evine  götürmelisiniz.  Aşağı  Camberwell’de Bayan Cecil Forrester ile birlikte oturuyor, dolayısıyla buraya fazla uzakta değil.   Ola   ki   sonra   buraya   dönecekseniz,   sizi   beklerim.   Ama   çok yorgunsanız o başka?” 

“Hiç  yorgun  değilim.  Bu  inanılmaz  meseleyle  ilgili  başka  şeyler  de öğreninceye dek dinlenebileceğimi sanmıyorum. Neler gördüm geçirdim,ama inanın, bu geceki bir dizi şaşırtıcı olay sinirlerimi tümüyle bozdu. Yine de bu meseleyi sizinle birlikte çözmeyi isterim, madem bu noktaya kadar vardım.” 

“Varlığınızın  bana  çok  yararı  dokunur,”  diye  karşılık  verdi.  “Kendi başımıza vakayı çözer, şu Jones’u da bırakırız ne çeşit bir arapsaçı kurarsa kursun. Bayan Mor stan’ı evine bıraktıktan sonra Lambeth’deki ırmak kıyısında Pinchin Sokağı 3 numaraya gitmenizi  istiyorum. Sağdan üçüncü evde kuş dolduran bir adam oturuyor, adı Sherman. Vitrinde bir tavşan yavrusunu tutan bir sansar göreceksiniz.  Kapıyı  vurup  Sherman’ı  uyandırın  ve  benim  selamlarımı ilettikten sonra derhal Toby’yi istediğimi söyleyin. Toby’yi arabaya bindirip buraya getirirsiniz.” 

“Toby bir köpek herhalde.” 

“Evet, olağanüstü bir koku alma gücü olan tuhaf bir kırma. Londra’daki tüm dedektif örgütündense Toby’nin yardımını yeğlerim.” 

“Getiririm,” dedim. “Şu anda saat bir. Dinlenmiş bir at bulabilirsem, üçten önce dönebilirim.” 

“Ben de,” dedi Holmes, “Bayan Bernstone’dan ve Bay Thaddeus’un bana söylediğine göre bitişik tavan arasında yatan Hintli hizmetkârdan bakalım neler öğrenebileceğim. Sonra da büyük Jones’un yöntemlerini inceleyip hiç de kibarca olmayan alaycı sözlerini dinleyeceğim. ‘Wir sind gewohnt dass die Menschen verhöhnen was sie nicht verstehen. Goethe hep anlamlı laf eder zaten.” 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla