11. Büyük Agra Hazinesi

23 0 10 Eylül 2024

Tutsağımız kamarada, elde etmek için çok uğraştığı ve uzun zamandır kavuşmayı  beklediği  demir  sandığın  karşısında  oturuyordu.  Yanık  tenli, gözü kara bir adamdı, koyu kahverengi yüz hatları güneşin altında geçen zor bir yaşama işaret eden çizgilerle buruş buruştu. Sakalla kaplı çenesinin sivri   çıkıntısı,   amacından   kolay   kolay   vazgeçmeyecek   birisi   olduğu izlenimini  uyandırıyordu.  Yer  yer  ağarmış  siyah,  kıvırcık  saçlarından yaşının elliye yakın olduğu anlaşılıyordu. Gerçi sessiz sakin otururken yüzü sevimsiz değildi, ama biraz önce gördüğüm gibi, öfkelendiği zaman kalın kaşlarıyla saldırgan görünümlü çenesi yüzünden suratı korkunç bir ifadeye bürünüyordu.   Şimdi   kelepçeli   elleri   kucağında,   başı   önüne   düşmüş oturuyor, bir yandan da zeki, kıvılcım saçan gözlerini yaptığı kötülüklerin nedeni olan sandığa dikmiş bakıyordu. Katı ve ifadesiz yüzünde öfkeden çok hüzün var gibi geldi bana. Bir kez başını kaldırıp bana baktığında, gözlerinde neşeye benzer bir şey gördüm. 

“Evet, Jonathan Small,” dedi Holmes purosunu yakarken, “işin sonunun buraya varmasına üzüldüm.” 

“Ben  de  efendim,”  diye  cevap  verdi  adam  içtenlikle.  “Bu  mesele yüzünden   asılabileceğime   inanmıyorum.   Size   yemin   ederim   ki   Bay Sholto’ya elimi bile sürmedim. Tonga denen o ifrit, zehirli oklarından birini fırlattı  ona.  Benimle  hiç  ilgisi  yoktu  efendim.  Sanki  Bay  Sholto  kendi akrabammış   gibi   üzüldüm.   Bu   yüzden   küçük   şeytanı   ipin   ucuyla kırbaçlamasına kırbaçladım, ama olan olmuştu, bunu değiştiremezdim.” 

“Bir puro yak,” dedi Holmes, “mataramdaki içkiden de bir yudum içsen iyi  olur,  sırılsıklam  olmuşsun.  Şu  kara  derili  kadar  ufak  tefek  ve  zayıf birinin sen ipten yukarı tırmanırken, Bay Sholto’yu alt edebileceğini nasıl düşünürsün?” 

“Sanki oradaymışsınız gibi her şeyi biliyorsunuz efendim. Aslında odayı boş bulacağımı umuyordum. Evdekilerin alışkanlıklarını biliyordum, Bay Sholto genellikle o saatte akşam yemeğine inerdi. Benim gizlim saklım yok. Kendimi savunmak için en iyisi doğruyu söylemek. Bakın, söz konusu yaşlı binbaşı olsaydı, onun için seve seve ipe giderdim. Şu puroyu tüttürdüğümkadar gönül rahatlığıyla bıçaklardım onu. Ama hiçbir alıp veremediğimin olmadığı o genç Sholto yüzünden hapse girmek bana çok ağır geliyor.” 

“Şu anda Scotland Yard’dan Bay Athelney Jones’un tutuklususun. Seni evime   getirecek,   orada   senden   olan   biteni   olduğu   gibi   anlatmanı isteyeceğim.  Hiçbir  şey  saklamamalısın,  çünkü  böyle  yaparsan  sana yardımım dokunabilir. Zehrin çok çabuk etki gösterdiğini ve bu yüzden adamın sen daha onun odasına ulaşmadan önce öldüğünü kanıtlayabilirim sanırım.” 

“Ölmüştü   efendim.   Tırmanıp   pencereden   içeriye   girdiğimde   kafası omzuna sarkmış sırıtarak bana bakan suratını gördüğüm zamanki gibi bir duyguyu hayatımda hiç yaşamamıştım. Epeyce sarsıldım efendim. Sıvışıp gitmeseydi Tonga’nın canını çıkarırdım. Bana söylediğine göre baltasını ve oklarından birkaçını bu yüzden orada bırakmış; sizler de bu sayede izimizi buldunuz,  ama  nasıl  olup  da  bu  izi  sürdürdüğünüze  aklım  ermiyor.  Bu yüzden  size  kin  gütmüyorum.  Yine  de,”  diye  ekledi  yüzünde  acı  bir gülümsemeyle, “yarım milyon değerinde bir servette hak iddia ederken, yaşamımın yarısını Andaman Adaları’nda bir dalgakıran inşa etmekle, öbür yarısını büyük olasılıkla Dartmoor’da kanal kazmakla geçirmek bana tuhaf geliyor. Tüccar Ahmet’i tanıdığım ve sahibine hiçbir zaman uğursuzluktan başka bir şey getirmeyen Agra hazinesine ilgi duyduğum güne lanet olsun. Bu hazine ona ölüm, Binbaşı Sholto’ya korku ve suçluluk duygusu getirdi, benim içinse yaşam boyu tutsaklık demekti.” 

O   sırada   ufacık   kamaranın   kapısında   Athelney   Jones’un   kocaman suratıyla geniş omuzları göründü. 

“Bir aile toplantısı desenize,” dedi. “Şu mataranızdan ben de bir yudum alacağım Holmes. Eh, bence birbirimizi kutlayabiliriz. Yazık ki berikini canlı ele geçiremedik, ama başka seçenek yoktu. Holmes bu işi çok iyi başardığınızı kabul etmelisiniz. Aurora’ya yetişmemiz gerekiyordu.” 

“Sonu iyi biten her şey iyidir,” dedi Holmes. “Ama Aurora’nın bu kadar hızlı bir tekne olduğunu kesinlikle bilmiyordum.” 

“Smith  onun  ırmaktaki  en  hızlı  teknelerden  biri  olduğunu  ve  kazana kömür   atacak   birisi   daha   olsaydı,   hiçbir   zaman   yetişemeyeceğimizisöylüyor.  Norwood  olayı  konusunda  ise  hiçbir  şey  bilmediğine  yemin ediyor.” 

“Bilmiyordu,” diye haykırdı tutuklumuz… “hiçbir fikri yoktu. Çok hızlı gittiğini duyduğum için onun teknesini seçtim. Ona hiçbir şey söylemedik, ama iyi para ödedik ve Gravesend’de Brezilya’ya gidecek olan Esmeralda gemisine bizi yetiştirebilirse yüklü bir para daha alacaktı.” 

“Eh, eğer yanlış bir şey yapmamışsa, başına kötü bir şey gelmemesini sağlarız. Biz adamlarımızı çabuk yakalarız, ama o kadar çabuk mahkûm etmeyiz.”   Burnu   büyük   Jones’un   adamların   yakalanmasını   şimdiden sahiplenmeye başladığını görmek eğlenceliydi. Sherlock Holmes’un yüzünde beliren hafif gülümsemeden, bu konuşmanın gözünden kaçmadığını anladım. 

“Birazdan Vauxhall Köprüsü’nde olacağız,” dedi Jones, “orada sizi hazine sandığıyla birlikte indireceğim Dr. Watson. Bunu yapmakla  büyük  bir  sorumluluk  aldığımı  size  söylememe  gerek  yok. Usullere çok aykırı bir şey bu, ama tabii ki anlaşma anlaşmadır. Ancak bu kadar  değerli  bir  şey  taşıyacağınız  için  yanınıza  bir  polis  müfettişi vereceğim. Herhalde arabayla gideceksiniz?” 

“Evet, arabayla gideceğim.” 

“Yazık ki bir anahtarı yok, önce içindekilerin bir dökümünü yapardık. Kilidi kırmanız gerekecek. Bunun anahtarı nerede dostum?” 

“Irmağın dibinde,” dedi Small kısaca. 

“Hımm!   Bize   bu   gereksiz   zahmeti   vermeseniz   iyi   olurdu.   Sizin yüzünüzden   zaten   çok   uğraştık.   Yine   de   Doktor,   dikkatli   olmanızı söylememe gerek yok. Sandığı Baker Sokağı’ndaki eve getirin. Karakola gitmeden önce orada olacağız.” Taşıdığım ağır demir sandıkla ve eşlik edecek açık sözlü, güler yüzlü 

müfettişle  birlikte  Vauxhall’da tekneden  indirdiler  beni.  Bayan  Cecil Forrester’ın evi arabayla on beş dakika tuttu. Bu geç saatte bir ziyaretçinin gelmesi  hizmetçiyi  şaşırttı.  Bayan  Cecil  Forrester’ın  akşam  için  dışarı çıktığını  ve  muhtemelen  geç  döneceğini  söyledi.  Ama  Bayan  Morstan salondaydı, ben de iyi niyetli müfettişi arabada bırakıp elimde sandıkla salona gittim. 

Bayan  Morstan  boynu  ve  beli  kırmızı  biyeli,  beyaz  bürümcük  giysisi içinde, açık pencerenin önünde oturuyordu. Hasır koltuğa sırtını yaslayınca bir  lambanın  abajurundan  sevimli  ve  ciddi  yüzüne  yumuşak  bir  ışık vuruyor,  gür  saçlarının  dolgun  kıvrımlarında  donuk  bir  madeni  parıltı oluşturuyordu. Bembeyaz kolu ve eli koltuğun kenarından aşağıya doğru sarkıyor,   bedeni   ile   duruşu   tümüyle   derin   bir   melankoli   görünümü çiziyordu. Oysa ayak seslerimi işitince ayağa fırladı, şaşkınlık ve sevinçle solgun yanaklarına renk geldi. 

“Bir araba sesi duydum,” dedi. “Bayan Forrester’ın erken döndüğünü sandım,   gelenin   siz   olduğu   hiç   aklıma   gelmedi.   Bana   ne   haberler getirdiniz?” 

“Haberden daha iyi bir şey getirdim size,” dedim sandığı masanın üzerine koyarken, yüreğimde bir ağırlık hissetmeme karşın, neşeli ve canlı bir sesle konuşuyordum. “Dünyadaki tüm haberlere eşdeğer bir şey getirdim size. Bir servet getirdim size.” 

Demir sandığa baktı. 

“Hazine bu demek ki?” dedi epeyce soğuk bir sesle. 

“Evet,  büyük  Agra  hazinesi  bu.  Yarısı  sizin,  yarısı  da  Thaddeus Sholto’nun. İkinizin de payına birkaç yüz bin düşer. Bir düşünün! Yılda on bin sterlin değerinde bir gelir. İngiltere’de sizden daha zengin çok az genç hanımefendi olacak. Harika, değil mi?” 

Sanırım  sevincimi  biraz  abartmıştım;  tebriklerimin  aşırıya  kaçtığını düşünmüş olmalıydı, çünkü kaşlarının hafifçe kalktığını ve bana merak dolugözlerle baktığını gördüm. 

“Eğer ona sahip olacaksam,” dedi, “bunu size borçluyum.” 

“Hayır,  hayır,”  diye  cevap  verdim,  “bana  değil,  arkadaşım  Sherlock Holmes’a. İstesem de onun çözümleme dehasını bile zorlayan bir ipucunun izini hiçbir zaman süremezdim. Aslına bakılırsa, son dakikada az kalsın onu yitiriyorduk.” 

“Lütfen oturun ve bana her şeyi bir bir anlatın Dr. Watson,” dedi. Kendisiyle  son  görüşmemizden  bu  yana  olup  bitenleri  ona  kısaca 

anlattım.  Holmes’un  yeni  araştırma  yöntemini,  Aurora’yı  buluşumuzu, Athelney  Jones’un  çıkagelişini,  akşam  vakti  yaptığımız  yolculuğu  ve Thames’deki  heyecanlı  kovalamacayı.  Ben  maceralarımızı  anlatırken,  o dudakları  aralanmış  olarak  ve  gözleri  parlayarak  dinledi.  Bize  isabet etmesine  ramak  kalan  oktan  söz  ettiğimde  yüzü  öylesine  soldu  ki bayılacağını sanıp korktum. 

Ben koşup ona bir bardak su getirirken, “Önemli bir şey değil,” dedi. “Şimdi iyiyim. Dostlarımı böylesine korkunç bir tehlikeye atmış olduğumu öğrenmek beni sarstı.” 

“Hepsi geçti,” diye cevap verdim. “Önemli değildi. Anlatacağım başka korkunç ayrıntı yok. Şimdi daha güzel şeylerden söz edelim. İşte hazine. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Onu ilk gören olmayı isteyeceğinizi düşünerek yanımda getirmek için izin aldım.” 

“Bunu çok isterdim,” dedi. Gel gelelim sesinde hiç heves yoktu. Elde edilmesi bunca şeye mal olmuş bir ödüle karşı kayıtsız kalmak, kuşkusuz kendi açısından nezaketsizlik olur gibi gelmişti ona. 

“Ne güzel bir sandık!” dedi üzerine eğilerek. “Hint yapımı sanırım?” “Evet, Benares metal işçiliği.” 

“Ne kadar da ağır!” dedi kaldırmaya çalışırken. “Sandığın kendisi de değerli olmalı. Anahtarı nerede?” 

“Small onu Thames’e fırlattı,” diye cevap verdim. “Bayan Forrester’ın ocak demirini ödünç almalıyım. Sandığın ön tarafında, oturan Buda biçimiverilmiş  dökme demirden  bir  asma  kilit  halkası  vardı.  Ocak demirinin ucunu bunun altına sokup dışa doğru kanırttım. Kilit büyük bir çatırtıyla kırıldı.  Ellerim  titreyerek  kapağı  kaldırdım.  İkimiz  de  şaşkınlık  içinde bakakaldık. Sandık boştu! 

Ağır  olmamasına  şaşmamak  gerekti.  Demir  kasa  çepçevre  iki  santim kalınlığındaydı. Çok değerli şeyler taşımak için yapılmış bir sandık olarak işçiliği iyi, masif ve sağlamdı, ama içinde maden ya da mücevherden eser yoktu. Tümüyle bomboştu. 

“Hazine kaybolmuş,” dedi Bayan Morstan sakin bir sesle. 

Söylediklerini işitip bunların anlamını kavradığımda ruhumdan sanki bir gölge kalktı. Bu Agra hazinesi sonunda uçup gidene kadar, üstümde nasıl bir  ağırlık  yarattığını  bilmiyordum.  Bu  bencilce,  haince  ve  yanlış  bir duyguydu kuşkusuz, ama onunla aramızdaki altın engelin kalkmış olması dışında hiçbir şeyin farkında değildim. 

“Tanrıya şükür!” sözleri koptu ta yüreğimden. 

Sorgu dolu gözlerle bana baktı hemen. 

“Niçin böyle söylüyorsunuz?” 

“Artık ulaşamayacağım bir yerde değilsiniz de ondan,” dedim onun elini tutarak. Elini çekmedi. “Seni seviyorum da ondan Mary, bir erkek bir kadını ne kadar yürekten sevebilirse o kadar. Bu hazine, bu servet, dudaklarımı mühürlemişti de ondan. Artık hazine kalmadığına göre, ne kadar sevdiğimi söyleyebilirim sana. İşte bu nedenle ‘Tanrıya şükür’ dedim.” 

“O zaman ben de ‘Tanrıya şükür’ diyorum,” diye fısıldadı onu kendime doğru çekerken. 

Her kim bir hazine yitirmiş olursa olsun, ben bir hazine kazandığımı biliyordum o gece. 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla