10. Yerlinin Sonu

49 0 10 Eylül 2024

Keyifli bir akşam yemeği yedik. Canı istediğinde Holmes’un  sohbetine  doyum  olmazdı,  o  akşam  da  böyleydi.  Sanki  bir coşkuya kapılmış gibiydi. Hiç bu kadar hoş sohbet görmemiştim onu. Bir konudan  öbürüne  geçiyor  –Ortaçağ  oyunları,  çömlekçiliği,  Stradivarius kemanları, Seylan Budizmi, gelecekteki savaş gemileri– her birinden de sanki kendisi bu konuda özel bir araştırma yapmış gibi söz ediyordu. Bu keyifli  ruh  hali,  önceki  günlerde  geçirdiği  karanlık  bunalıma  karşı  bir tepkiydi. Athelney Jones da mesai dışında cana yakın birisi olup çıktı ve yemeğini bir gurme edasıyla yedi. Bana gelince, göre-vimizin sona ermeye yüz tutması beni sevindirmişti ve Holmes’un  neşesi  biraz  bana  da  bulaştı.  Bizi  bir  araya  getiren  nedene yemek boyunca hiçbirimiz değinmedik. 

Sofra örtüsü kaldırılınca Holmes saatine baktı ve üç kadehe porto şarabı doldurdu. 

“Küçük yolculuğumuzun başarısı şerefine kadeh kaldıralım,” dedi. “Ve artık yola çıksak iyi olur. Tabancanız var mı Watson?” 

“Ordudan kalma tabancam yazı masamın çekmecesinde duruyor.” “Yanınıza  alsanız  iyi  olur.  Hazırlıklı  olmak  en  iyisi.  Araba  kapının 

önünde. Saat altı buçukta gelmesini tembih etmiştim.” 

Westminster İskelesi’ne varıp teknenin bizi beklediğini gördüğümüzde saat yediyi biraz geçiyordu. Holmes tekneyi gözleriyle iyice inceledi. 

“Bunun polis teknesi olduğunu belli eden bir işaret var mı?” 

“Evet, yandaki şu yeşil fener.” 

“Öyleyse çıkarıp alın onu.” 

Bu ufak değişiklik yapıldıktan sonra tekneye bindik, halatlar çözüldü. Jones, Holmes ve ben teknenin kıç tarafına geçip oturduk. Dümende bir adam, motorla ilgilenen başka birisi ve önde de irikıyım iki polis müfettişi vardı. 

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Jones. 

“Kule’ye. Jacobson’s Yard’ın karşısında durmalarını söyleyin.” Teknemiz  çok  hızlı  bir  tekneydi.  Biz  yanlarından  geçerken,  yük  dolu 

mavnalar  sanki  oldukları  yerde  duruyorlar  gibi  geliyordu.  Bir  ırmak vapurunu geçip geride bıraktığımızda Holmes memnuniyetle gülümsedi. 

“Herhalde ırmakta giden her şeye yetişebiliriz,” dedi. 

“O da bir şey mi? Bizden hızlı gidebilen tekne sayısı azdır.” 

“Aurora’ya  yetişmemiz  gerek,  o  da  hızıyla  ünlü.  Size  olup  biteni anlatayım  Watson.  Ufacık  bir  şey  yüzünden  engellenmeye  ne  kadarkızdığımı hatırlıyor musunuz?” 

“Evet.” 

“Eh, ben de bir kimyasal deneye girişerek zihnimi güzelce dinlendirdim. Büyük devlet adamlarımızdan biri, farklı bir iş yapmanın en iyi dinlenme yolu   olduğunu   söylemiş.   Gerçekten   de   öyle.   Üzerinde   çalıştığım, hidrokarbonu çözündürme işini başardıktan sonra, yine Sholto kardeşler olayına    döndüm    ve    vakayı    yeni    baştan    tümüyle    düşündüm. Görevlendirdiğim çocuklar ırmağı boydan boya aramışlar ve hiçbir sonuç elde edememişlerdi. Tekne hiçbir iskelede yoktu, geri de dönmemişti. Oysa uzaklaşıp  izlerini  kaybettirmiş  de  olamazlardı;  gerçi  bütün  olasılıkların değerlendirilmesi başarısızlıkla sonuçlanırsa, bu da olası bir varsayımdı. Small  adlı  bu  adamın  bir  ölçüde  açıkgöz  olduğunu  biliyordum,  ama böylesine   incelikli   bir   kurnazlık   gösterebileceğini   düşünmüyordum. Genellikle  yüksek  öğrenimlilerde  olur  bu.  Daha  sonra  da,  bir  süredir Londra’da   olduğuna   göre   –çünkü   Pondicherry   Konutu’nu   sürekli gözetlediğine     ilişkin     kanıtlarımız     vardı–     bir     çırpıda     buradan ayrılamayacağını,  işlerini halletmek  için bir günlük bile olsa bir süreye gerek duyacağını düşündüm. Olasılıklar dengesi bunu gerektiriyordu, en azından.” 

“Bence biraz zayıf bir olasılık bu,” dedim. “Daha yola çıkmadan önce işlerini halletmiş olması daha olası.” 

“Hayır,   pek   sanmıyorum.   Vazgeçmek   zorunda   kalması   durumunda saklanabileceği  bir  yer  onun  için  büyük  değer  taşıyor,  oraya  gerek duymadığından  emin  oluncaya  kadar.  Ama  sonra  aklıma  başka  bir  şey geldi.   Jonathan   Small   ne   kadar   gizlerse   gizlesin,   arkadaşının   tuhaf görünüşünün dedikodulara yol açabileceğini ve bir olasılıkla bu Norwood faciasıyla   ilişkilendirilebileceğini   düşünmüş   olmalıydı.   Bunu   hesaba katacak kadar zeki birisiydi. Saklandıkları yerden karanlıkta çıkmışlardı ve ortalık aydınlanmadan önce oraya geri dönmek istiyordu. Bayan Smith’in söylediğine göre, tekneyi aldıklarında saat üçü geçmişti. Bir iki saat içinde ortalık aydınlanacak ve insanlar evlerinden çıkmaya başlayacaklardı. Bu yüzden de, fazla uzağa gitmemişlerdir dedim kendi kendime. Ağzını sıkı tutması için Smith’e iyi bir para ödediler, son kaçış için teknesini hazır tutmasını  söylediler  ve  hazine  sandığıyla  birlikte  çarçabuk  saklandıkları yere   gittiler.   Birkaç   gün   bekleyip   gazete   haberlerini   gördükten   vekendileriyle ilgili birtakım kuşkuların olup olmadığını öğrendikten sonra, karanlıkta  gizlice  Gravesend  ya  da  Downs’da,  daha  önceden  yerlerini ayırttıkları  bir  gemiye  binip Amerika’ya  yahut  kolonilerden  birine gideceklerdi.” 

“Ama ya tekne? Onu saklandıkları yere götüremezlerdi ki.” 

“Doğru. Gerçi tekne görünürde yoktu, ama fazla uzakta olamayacağını düşündüm.  Sonra  da  kendimi  Small’un  yerine  koyup  o  kurnazlıkta  bir adamın gözüyle baktım meseleye. Ola ki polis peşine düşerse, tekneyi geri göndermesi  ya  da  bir  iskelede  tutmasının  izlenmesini  kolaylaştıracağını herhalde hesaba katacaktı. Şu halde, tekneyi hem gizlemeyi, hem de istediği anda elinin altında bulunmasını nasıl sağlayabilirdi? Onun yerinde olsam, ben  ne  yapardım  diye  düşündüm.  Bunu  başarmanın  bir  tek  yolu  vardı. Tekneyi  ufak  tefek  değişiklikler  yaptırmak  için  bir  tekne  tamircisine götürürdüm.  Orada  tekne  bir  kızağa  çekilip  yeterince  gizli  kalır,  aynı zamanda da bir iki saat öncesinden haber vererek onu istediğim zaman alabilirdim.” 

“Oldukça basit görünüyor.” 

“İşte gözden kaçanlar da bu çok basit şeylerdir. Ben yine de bu fikre göre hareket etmeye karar verdim. Hemen bu zararsız gemici kılığına büründüm ve ırmak boyunca bütün tersanelerde araştırma yaptım. On beş tersaneden sonuç alamadım, ama on altıncısında –Jacobson’un tersanesinde– Aurora’yı iki gün önce takma bacaklı bir adamın, dümeniyle ilgili bir sorunun onarımı için  oraya  bıraktığını  öğrendim.  ‘Dümeninde  hiçbir  sorun  yok,’  dedi ustabaşı.  ‘İşte  şurada  duruyor,  kırmızı  çizgili  olan.’  Tam  o  sırada  kim çıkageldi dersiniz? Teknenin kayıp sahibi Mordecai Smith’in ta kendisi. Zilzurna  sarhoştu.  Bana  kalsa  onu  tanımazdım  elbette,  ama  adını  ve teknenin  adını  avaz  avaz  bağırarak  söyledi.  ‘Bu  akşam  saat  sekizde istiyorum onu,’ dedi… ‘tam saat sekizde, unutma, bekletmeye gelmeyecek iki beyefendi müşterim var.’ Adamlar ona belli ki iyi para ödemişlerdi, çünkü oradakilere avuç dolusu şilin ödedi. Bir süre onu izledim, ama bir birahaneye girdi; ben de tersaneye döndüm, yolda benim çocuklardan birine rastlayınca onu teknenin başında gözcü olarak bıraktım. Irmağın kenarında durup onlar yola koyulurken bize mendilini sallayacak. Biz ırmakta biraz uzakta bekleyeceğiz; hazineyi de, adamları da yakalayamamamız olacak şey değil.”“Bunlar   aradığımız   adamlar   olsun   olmasın,   her   şeyi   çok   güzel tasarlamışsınız,”  dedi  Jones,  “ama  bu  eylemi  ben  yürütüyor  olsaydım, Jacobson’un  tersanesine  bir  polis  ekibi  gönderip  oraya  geldikleri  anda onları tutuklardım.” 

“O zaman da hiç gelmezlerdi. Bu Small denen adam epeyce kurnaz birisi. Gitmeden önce oraya bir gözcü gönderir ve bir şeyden kuşkulanırsa bir hafta daha ortaya çıkmazdı.” 

“Ama  siz  Mordecai  Smith’in  peşinden  ayrılmayıp  saklandıkları  yeri öğrenebilirdiniz,” dedim. 

“Bu durumda da bir günüm boşa geçerdi. Onların nerede kaldıklarını Smith’in bilmesi olasılığı yüzde bir. İçkisi ve parası bol olduktan sonra ne diye sorular sorsun? Yapmasını istedikleri şeyler için ona haber gönderirler. Hayır, yapılabilecek her şeyi düşünüp taşındım, en iyisi bu.” 

Bu  konuşma  sırasında  Thames  üzerinde  sıralanan  bir  sürü  köprünün altından  geçiyorduk.  City’yi  geçerken  güneşin  son  ışıklarıyla  St.  Paul Kilisesi’nin  tepesindeki  haç  yaldıza  bürünmüş  gibi  parlıyordu.  Kule’ye vardığımızda da alacakaranlık çökmüştü. 

“Jacobson’un tersanesi şurası,” dedi Holmes eliyle Surrey tarafındaki bir sürü gemi direğini ve donanımını göstererek. “Işıkların altına gizlenerek burada biraz dolaşalım.” Cebinden gece gözlüğünü çıkarıp bir süre kıyıyı gözledi. “Gözcümü görüyorum, yerinde duruyor,” dedi, “ama mendil falan görmüyorum.” 

“Irmağın  biraz  aşağısına  gidip  orada  onları  beklesek  mi?”  dedi  Jones sabırsızlık içinde. 

O sırada hepimiz, neler olup bittiğini çok az bilen polis görevlileri ve ateşçiler bile, sabırsızlanıyorduk. 

“Varsayımlara   göre   hareket   edemeyiz,”   diye   cevap   verdi   Holmes. “Irmağın  aşağısına  doğru  gitmiş  olmaları  olasılığı  yüzde  on,  ama  emin olamayız. Bu noktadan tersanenin girişini görebiliyoruz, ama onlar bizi pek göremiyor. Bu gece gökyüzü açık ve epeyce aydınlık olacak. Olduğumuz yerde kalmalıyız. Bakın ötedeki gaz lambası ışığının altında ne kadar çok insan var.”“Tersanedeki işlerinden çıkıyorlar.” 

“Pis görünüşlü serseriler, ama sanırım herkeste bir nebze de olsa ahlakdışı bir şey gizlidir. Onlara baktığınızda aklınıza gelmez bu. Bu konuda hiçbir önsel olasılık yok. İnsan tuhaf bir bilmece!” 

“Birisi hayvan kılığında bir ruh demiş onun için,” yorumunda bulundum. “Winwood Reade bu konuyu iyi ele almış,” dedi Holmes. “Diyor ki, birey 

çözülemez  bir  bilmeceyken,  topluluk  içinde  matematiksel  bir  kesinlik kazanır.  Sözgelimi,  birisinin  ne  yapacağını  önceden  kestiremezsin,  ama belli sayıdaki insanın neler yapacağını kesinlikle söyleyebilirsin. Bireyler değişkenlik gösterir, ama yüzdeler sabit kalır. İstatistikçiler böyle diyor. Ama şu gördüğüm bir mendil değil mi? Ötede sallanıp duran bir şey var.” 

“Evet,  senin  delikanlı  o,”  diye  haykırdım.  “Açık  seçik  görebiliyorum onu.” 

“İşte Aurora orada,” diye bağırdı Holmes, “ve süratle gidiyor! Tam yol ileri  ateşçi.  Şu  sarı  ışıklı  teknenin  peşine  düş.  Tanrım,  bizden  yakayı sıyırırsa, kendimi hiç bağışlamayacağım.” 

Tekne  bize  görünmeden  tersane  girişinden  süzülmüş,  iki  üç  küçük teknenin arasından geçip biz fark etmeden hızını almıştı bile. Şimdi ırmağın aşağısına doğru, kıyının yakınından, büyük bir süratle yol alıyordu. Jones yüzünde ciddi bir ifadeyle ona baktı ve kafasını iki yana salladı. 

“Çok hızlı gidiyor,” dedi. “Yetişebileceğimizden kuşkuluyum.” “Yetişmeliyiz,”  diye  haykırdı  Holmes  dişlerinin  arasından.  “Kazana 

kömür atın ateşçiler! Olanca gücümüzle ilerleyelim! Teknemiz alev alsa bile onları yakalamalıyız!” 

Aurora’nın peşindeydik. Kazanlar gürül gürül yanıyor, güçlü motorlar sanki metalden kocaman birer kalpmiş gibi gümbür gümbür ötüyordu. Sivri ve   dik   pruvanın   durgun   ırmak   sularını   yarmasıyla   oluşan   dalgalar, sağımızdan ve solumuzdan geçiyordu. Motorların her uğuldamasında öne doğru  atılıp  canlı  bir  varlıkmış  gibi  titreme  geçiriyordu.  Teknemizin burnundaki   sarı   ışık   önümüzde   uzanan   uzun,   titrek   bir   koridor oluşturuyordu. İlerde, suyun üzerindeki karanlık bir leke bize Aurora’nın nerede   olduğunu   gösteriyordu   ve   ardında   bıraktığı   beyaz   köpükanaforundan ne kadar hızlı gittiği anlaşılıyordu. Sağından ya da solundan geçtiğimiz  mavnaları,  buharlı  tekneleri,  ticari  tekneleri  bir  bir  geride bırakıyorduk.  Karanlığın  içinden  bize  sesleniyorlardı;  Aurora  hâlâ önümüzde yıldırım hızıyla yol alıyordu ve biz de peşindeydik. 

“Daha çok kömür, daha çok kömür atın kazana,” diye bağırıyordu Holmes kazana bakarak ve bu arada aşağıdaki kızıl parıltı onun bir kartalı andıran, sabırsız çehresine vuruyordu. “Buharın her zerresi gerek bize.” 

“Galiba biraz yaklaşıyoruz,” dedi Jones gözlerini Aurora’ya dikmiş bakarak. 

“Bundan eminim,” dedi. “Yetişmemize yalnızca birkaç dakika kaldı.” Oysa tam o anda, üç tekneyi yedeğine almış bir römorkör yolumuzu kesti. 

Ancak  dümeni  adamakıllı  kırarak  onunla  çarpışmaktan  kurtulduk  ve römorkörün yanından dolanıp yeniden yola koyulduğumuzda Aurora bizden iki  yüz  metre  kadar  uzaklaşmıştı.  Yine  de  hâlâ  görülebiliyordu;  puslu, bulanık  alacakaranlık,  yerini  açık  ve  yıldızlı  bir  geceye  bırakıyordu. Kazanlarımız gürül gürül yanıyordu ve ince yüzeyleri bizi ileriye doğru iten yoğun enerjiyle titreşip uğulduyordu. Büyük bir süratle havuzu, Batı Hint Rıhtımı’nı  geçip  uzun  Deptford  Reach  boyunca  ilerledik  ve  Köpekler Adası’nı geçtikten sonra yine ırmağın yukarı yönünde yolumuza devam ettik. Önümüzdeki karanlık gölge yerine şimdi Aurora’nın zarif silueti açık seçik görülebiliyordu. Jones projektörü ona tutunca güvertesindekileri iyice görebildik.  Adamlardan  biri  teknenin  kıç  tarafında  oturup  eğilmiş  ve dizlerinin arasındaki siyah bir şeye bakıyordu. Yanında bir Newfoundland köpeğini  andıran  bir  karaltı  duruyordu.  Çocuk  dümendeydi,  bu  arada kazanın  kızıl  parıltısının  önünde,  belden  üstü  çıplak,  harıl  harıl  kazana kömür  atmakta  olan  yaşlı  Smith’i  gördüm.  Belki  başlangıçta  gerçekten onları izleyip izlemediğimizden emin olamamışlardı, ama dümeni kırdıkları her sefer onları izlediğimiz için şimdi bu konuda hiç kuşkuları kalmamıştı artık.  Greenwich’te  yaklaşık  üç  yüz  adım  gerilerinden  gidiyorduk. Blakcwall’da ise aramızda olsa olsa iki yüz elli adımlık bir mesafe kalmıştı. Renkli  meslek  yaşamım  boyunca  birçok  ülkede  pek  çok  yaratık kovalamıştım, ama bu spor hiçbir zamanThames’deki  bu  uçarcasına  insan  avı  kadar  dehşet  dolu  bir  heyecan vermemişti.  Gitgide,  adım  adım  yaklaşıyorduk  onlara.  Gecenin sessizliğinde  onların  teknesinden  gelen  uğultu  ve  kükremeleri işitebiliyorduk. Kıç taraftaki adam hâlâ öne doğru eğilmiş olarak oturuyor, bir şeyle uğraşıyormuş gibi kollarını oynatıyor, arada bir de aramızda ne kadar mesafe kaldığını görmek için başını kaldırıp bakıyordu. Yaklaştıkça yaklaştık. Jones durmaları için seslendi onlara. Yalnızca dört tekne boyu gerilerindeydik  ve  iki  tekne  de  uçar  gibi  bir  hızla  gidiyordu.  Irmağın düzgün bir bölümündeydik, bir yanımızda BakingLevel,  öbür  yanımızda  ise  kasvetli  Plumstead  bataklıkları  vardı. Seslenmemiz üzerine kıç taraftaki adam güvertede ayağa kalkıp sıkılmış iki yumruğunu bize doğru sallayarak tiz ve çatlak bir sesle sövdü. Cüsseli, güçlü kuvvetli bir adamdı, dengesini korumak için bacaklarını iki yana açıp durduğunda, sağ bacağının alt kısmında tahta bir takma bacak gördüm. Onun  öfkeli  tiz  çığlıkları  üzerine  güvertedeki  iki  büklüm  karaltıda  bir hareket  oldu.  Doğrulunca  ufak  tefek,  kara  bir  adama  dönüşüverdi  – hayatımda gördüğüm en küçük insandı bu– kocaman, biçimsiz bir kafası ve dolaşmış, dağınık saçları vardı.  

 Holmes bu vahşi, çarpık çurpuk yaratığı gördüğü anda tabancasını çekmişti, ben  de  hemen  benimkini  çektim.  Koyu  renkli  bir  çeşit  gocuk  ya  da battaniyeye  sarınmıştı,  yalnızca  yüzü  görünüyordu,  ama  bu  yüz  insanın bütün gece uykusunu kaçırabilecek gibiydi. Bu kadar canavarlık ve zalimlik ifadesi taşıyan yüz hatları daha önce hiç görmemiştim. Küçücük gözlerinde karanlık bir parıltı vardı ve bize yarı yarıya hayvani bir öfkeyle sırıtırken, oynayan kalın dudaklarının arasından dişleri görünüyordu. 

“Elini havaya kaldıracak olursa ateş edin,” dedi 

Holmes usulca. 

Bu  sırada  onlarla  aramızda  bir  tekne  boyu  mesafe  kalmıştı,  avımız neredeyse  elimizin  altındaydı.  Durdukları  yerde  şimdi  ikisi  de  hâlâ gözümün önünde, bacaklarını iki yana açmış, bağırıp çağırarak söven beyaz adam ve iğrenç suratlı, lambamızın ışığı altında kocaman, sarı dişlerini göstererek gıcırdatan uğursuz cüce. 

İyi  ki  onu  açık  seçik  görebiliyorduk.  Biz  ona  bakarken,  gocuğunun altından   bir   cetveli   andıran   kısa,   yuvarlak   bir   tahta   çubuk   çıkarıp dudaklarının arasına sıkıştırdı. İkimiz de aynı anda ateş ettik. Cüce olduğu yerde döndü, kollarını savurdu ve boğulur gibi bir ses çıkararak ırmağa düştü. Sudaki beyaz köpüklerin arasında zehir saçan, tehditkâr gözlerini gördüm bir an. Aynı anda takma bacaklı adam dümene atıldı ve öyle sert bir biçimde  çevirdi  ki,  teknesi  dosdoğru  güney  kıyısına  yönelirken,  kıç tarafından ona bindirmekten ucu ucuna kurtulduk. Hemen peşine düştük, ama  neredeyse  kıyıya  varmak  üzereydi.  Burası  ay  ışığının  aydınlattığı yabansı,  ıssız  ve  geniş  bir  bataklıktı,  yer  yer  durgun  su  birikintileri  ve çürümüş bir bitki örtüsü vardı. Tekne boğuk bir gürültüyle kıyıdaki çamura oturdu,  pruvası  havaya  kalkmış,  kıçı  köpüklü  suların  içindeydi.  Kaçak tekneden dışarı fırladı, ama takma bacağı o anda çamura gömüldü. Çırpınıp kıvranması işe yaramadı. Ne ileriye, ne de geriye bir adım bile atmasına olanak yoktu. Çaresizliğin verdiği öfkeyle naralar atıyor, öbür ayağıyla deli gibi çamuru tekmeliyordu, ama böyle çırpınıp durması takma bacağının çamura daha da gömülmesine neden oluyordu. Teknemizi yanaştırdığımızda oraya öylesine mıhlanıp kalmıştı ki, ancak omuzlarından bir halat dolayarak onu sanki canavar bir balıkmış gibi bizim tarafa çekebildik. Baba ve oğul Smithler,   suratları   asık,   teknelerinde   oturuyorlardı,   ama   gelmelerini söylediğimizde uysal davrandılar. Aurora’yı da çekip bizim teknenin kıç tarafına  bağladık.  Güvertede  Hint  yapımı  kocaman  bir  demir  sandık duruyordu.   İçinde   Sholtoların   uğursuz   hazinesinin   olduğundan   hiç kuşkumuz yoktu. Anahtarı görünürde yoktu; gerçi epeyce ağırdı, ama onu dikkatle teknemizin küçük kamarasına taşıdık. Ağır ağır ırmağın yukarı tarafına doğru yol alırken projektörle her yanı taradıksa da yerliden eser yoktu.   Kıyılarımıza   gelen   o   tuhaf   ziyaretçinin   kemikleri   Thames’in dibindeki balçığın bir yerinde gömülüydü.“Şuraya bakın,” dedi Holmes, ahşap ambar ağzını işaret ederek. “Ateş etmekte az kalsın geç kalacakmışız.” Oraya, biraz önce durduğumuz yerin tam arkasına, çok iyi tanıdığımız ölümcül oklardan biri saplanmıştı tabii ki. Ateş  ettiğimiz  anda  ikimizin  arasından  vınlayarak  geçmiş  olmalıydı. Holmes buna bakıp gülümsedi ve her zamanki rahat tavrıyla omuzlarını silkti, ama itiraf etmeliyim ki, o gece bu kadar yakınımızdan geçen korkunç ölümü düşününce kendimi fena hissettim.  

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla