Bölüm 7

9 0 6 Eylül 2024 0 Oy

Ona duyulan ilgi ve merakın doruğa çıktığı zamanlarda bir cumartesi gecesi evinin ışıklarının yanmadığını gördüm. Gatsby bir Trimalchio5 olarak nasıl gizemli bir biçimde aniden ortaya çıktıysa, öyle de kaybolmuştu. Eğlenmek için malikanenin yolunu tutan otomobillerin birkaç dakika sonra homurdanarak geri döndüklerinin sonradan fark ettim. Hasta olabileceğini düşünerek, evine gittim.Kapıyı daha önce görmediğim hain suratlı bir uşak açtı ve gözlerini kısarak beni kuşkuyla süzdü. 

5 Trimalchio. Petronius tarafından Roma döneminde yazılan Satyricon adlı romandaki bir karakter. Verdiği mürif akşam yemekleri ile ünlüydü. ÇN 

“Bay Gatsby rahatsız mı?” 

“Yo, hayır” dedikten sonra biraz zorla da olsa, “efendim” sözcüğünü ekledi. 

“Epeydir görünmedi de, merak ettim. Bay Carraway’in geldiğini söylersin.” 

“Kim?” diye sordu kaba bir tavırla. 

“Carraway” 

“Carraway. Tamam, peki söylerim.” 

Kapıyı sertçe yüzüme kapattı. 

Benim Finli, Gatsby’nin bir hafta evvel evde çalışan tüm hizmetlilere yol verdiğini, yerlerine aldığı altı kişinin West Egg esnafından rüşvet almamak için köye inmeyip telefonla makul miktarda yiyecek ve içecek ısmarladıklarını söyledi. Bakkalın çırağından mutfağın ahıra döndüğünü duyduğunu, ayrıca çevrede, yeni gelenlerin pek de hizmetçiye benzemediği fikrinin hakim olduğunu da eklemişti. 

Ertesi gün Gatsby beni aradı. 

“Bir yere mi gidiyorsun?” diye sordum. 

“Hayır ahbap.” 

“Hizmetçilerini işten çıkardığını duydum.” 

“Dedikodu yapmayacak kişiler istedim. Daisy öğleden sonraları, sık sık geliyor malum.” 

Daisy’nin gözlerinde  gördüğü hoşnutsuzluk yüzünden o  koca  kervansaray iskambil  kağıdından yapılma evler gibi yıkılmıştı demek! 

“Yeni gelenler, Wolfsheim’in yardım etmek istediği bir aile aslında. Hepsi kardeş. Eskiden küçük bir otel işletiyorlarmış.” 

“Anladım.” 

Beni  aramasını  Daisy’nin  rica  ettiğini  söyledi.  Yarın  Buchanan’lardaki  öğle  yemeğine  gelir miydim? Bayan Baker da orada olacaktı. Yarım saat sonra Daisy de aradı. Geleceğimi duyunca çok sevindi. Bir şeyler dönüyordu. Ama olay çıkartmak için o günü beklediklerini, hele Gatsby’nin o gece bahçede açıkladığı o garip planı uygulayacaklarını hiç sanmıyordum. 

Ertesi gün hava öyle sıcaktı ki her yer kavruluyordu. Yazın kesinlikle en sıcak, belki de son sıcak günüydü. Bindiğim banliyö treni tünelden geçip aydınlığa çıktığında, öğlen güneşinin dayanılmaz sıcaklığını yaran tek şey Ulusal Bisküvi Şirketi‘nin fabrika bacasından çıkan keskin düdük sesiydi. Bulunduğum vagonun hasır  oturakları  sıcaktan ateş  gibi  yanıyordu. Yanımda oturan kadın beyaz bluzunun altında bir süre nazikçe terledikten sonra, parmaklarının arasındaki gazete sırılsıklam olunca umarsız bir  çığlıkla  aşırı  sıcağa  kendini  teslim etti.  Bu esnada  da  el  çantasını  yere  düşürünce “Kahretsin!” diye bağırdı. 

Yorgun ve halsizdim ama eğilip çantayı yerden aldım, kadına uzattım. Kötü bir niyetim olmadığını göstermek için parmaklarımın ucuyla, kendimden uzak tutmaya özen göstermiştim. Ama yakınımızdaki herkes, kadın da dahil, gözlerini kuşkuyla bana dikmişti. 

“Sıcak!” diye söylendi kondüktör tanıdık yüzlere bakarak, “Ne hava ama!Sıcak!Sıcak!… Sıcak! Size de sıcak geliyor mu? Sıcak mı? Sıcak…” 

Biletimi geri verdiğinde üzerine parmak izinin çıktığını gördüm. Bu sıcakta insan kimin dudaklarını öptüğünü ya da pijamasının göğüs cebine kimin başını yasladığını umursar mı sizce!…Gatsby ile birlikte Buchanan’ların açık kapısı önünde beklerken salondan gelen hafif bir esinti, çalan telefonun zilinin sesini bize kadar getirdi. 

“Beyefendinin vücudu mu dediniz?” diye bağırıyordu uşak ahizeye, “üzgünüm bayan ama bugün yapamayız, şu an öğle vakti ve sıcaktan hiçbir şeye dokunamıyoruz!”6 

6 Yazar cümlede trendeki sıcakla ilgili düşüncelerinin devamını uşağa söyleterek, okuyucuyu bu hayaline ortak ediyor. Daha sonraki satırda ise uşağın telefondaki gerçek konuşmasını aktarıyor. ÇN 

Gerçekte ise, “Evet…,evet…anlıyorum” diyordu. Ahizeyi yerine koyduktan sonra hasır şapkalarımızı almak üzere yanımıza geldiğinde yüzü ter içindeydi. 

“Hanımefendi salonda bekliyor” dedi yersiz bir jestle yönümüzü gösterirken. Bu sıcakta fazladan yapılan her jest yaşam enerjisine bir hakaret gibiydi. 

Panjurları sıkıca kapatılmış olan salon loş ve serindi. Daisy ve Jordan beyaz elbiseleriyle büyükçe bir  kanepeye  uzanmış,  vantilatörlerin  vızıldayan  esintisine  kendilerini   bırakmışlardı.  Gümüş heykellere benziyorlardı. 

“Kımıldayamıyoruz” diye bağırdılar ikisi bir ağızdan. 

Jordan terlememesi için pudraladığı bronz elini bir an için avucuma koydu. 

“Ünlü atlet Bay Thomas Buchanan nerdeler?” diye sordum. 

Aynı anda Tom’un içeride telefonla konuşan boğuk ve kısık sesini duyduk. 

Gatsby kırmızı halının ortasında durmuş, büyülenmiş gibi etrafına bakınıyordu. Daisy ona bakıp o tatlı, heyecan veren kahkahalarından birini atarken, göğsünden yükselen ince bir pudra tozu havaya karıştı. 

“Sürekli arayan kişinin Tom’un kız arkadaşı olduğu söyleniyor” diye fısıldadı Jordan kulağıma. Hepimiz susmuş bekliyorduk. Holden gelen ses öfkeyle yükseldi. 

“Tamam öyleyse, ben de o arabayı sana satmayacağım…bunu yapmak zorunda değilim… ayrıca bu konuda beni yemek vakti rahatsız etmene de katlanmayacağım!” 

“Ahizenin ağzını kapatıyor” diyerek alay etti Daisy. 

“Hayır yapmıyor” diye güvence verdim, “bu gerçek bir iş görüşmesi, benim de haberim var.” Kapıyı hışımla açan Tom, kalın gövdesiyle bir an eşikte durduktan sonra hızla odaya daldı. “Bay 

Gatsby” diyerek iri, yassı elini uzattı. Ondan pek de hoşlanmadığını iyi gizliyordu, “sizi gördüğüme sevindim bayım… Nick, merhaba…” 

“Bize içecek soğuk bir şeyler hazırlasana” diye seslendi Daisy. 

Tom  odadan  çıkınca  da  ayağa  kalkıp  Gatsby’nin  yanına  gitti,  yüzünü  onunkine  yaklaştırarak dudağından öptü. 

“Seni sevdiğimi biliyorsun” diye mırıldandı. 

“Burada bir kadın olduğunu unutuyorsun” dedi Jordan. Daisy iki yana kuşkuyla baktı. 

“Sen de Nick’i öp o zaman” dedi. 

“Ne bayağı, ne basit bir kız bu.” 

“Umurumda değil” diye bağırdı Daisy, tuğla şöminenin önünde bir süre beklerken. Sonra havanın ne kadar sıcak olduğunu hatırlayıp yüzünde suçlu bir ifadeyle yeniden kanepeye oturduğu sırada ütülü üniformasıyla bir dadı yanında küçük bir kızla içeri girdi. 

“Kıymetlim benim” diyerek kollarını açtı Daisy, “hadi seni seven annene gel.” 

Dadısının elini bırakan çocuk koşarak annesine gitti, elbisesinin dibinde utanarak durdu. “Kıymetlim benim, annen o sarı saçlarına pudra mı bulaştırmış? Hadi kalk ve ‘nasılsınız’ diye sormisafirlere.” 

Gatsby ve ben eğilip küçük kızın gönülsüzce uzattığı  minik eli  sıktık. Gatsby gözlerini  kızdan ayırmadan,  şaşkın  bakışlarla  onu  süzmekteydi.  Sanırım  o  ana  kadar  onun  varlığına  gerçekten inanmamıştı. 

“Yemek için üstümü değişirdim” dedi çocuk heyecanla annesine bakarak. 

“Çünkü annen seni herkese göstermek istiyor” dedi kızın minik, beyaz boynundaki tek çizgiye yüzünü yaklaştırarak. 

“Rüyalarımın meleğisin sen. Rüyamsın sen benim.” 

“Evet” dedi çocuk sakin sesiyle, “Jordan teyzenin elbisesi de beyaz.” 

“Annenin arkadaşlarını nasıl buldun bakalım?” Daisy küçüğü omuzlarından tutup yüzünü Gatsby’e çevirdi. “Beğendin mi?” 

“Babam nerede?” 

“Babasına hiç benzemiyor” diye açıkladı Daisy, “Tıpkı bana benziyor. Özellikle de saçlarını ve yüz biçimini benden almış.” 

Daisy tekrar yerine oturunca dadı bir adım ilerleyerek elini uzattı. 

“Gel Pammy.” 

“Bay bay canım.” 

Terbiyeli küçük kız, arkasına bir kez baktıktan sonra gönülsüzce dadısının elini tuttu. Kadın onu kapıya götürürken, Tom uşağın taşıdığı içi buz dolu dört uzun bardağın önü sıra içeri girdi. 

Gatsby İçkisini aldı. 

“Gerçekten soğuk görünüyor” dedi bariz bir tedirginlikle.. 

İri yudumlarla içkileri hızla içmeye başladık. 

“Bir yerlerde güneşin her yıl biraz daha ısındığını okumuştum” dedi Tom kibar bir ev sahibi edasıyla, “dünya yakında güneşin içine düşecekmiş –dur bir dakika- galiba tam tersiydi. Yani güneş her yıl biraz daha soğuyormuş” dedi 

“Dışarı gelin” diye öneride bulundu Gatsby’e “Etrafı görmenizi istiyorum.” 

Ben de onlarla birlikte verandaya çıktım. Boğazın yeşil sularında, sıcağın altında bir yelkenli daha taze sulara doğru ağır ağır süzülüyordu. Onu bir süre gözleriyle izleyen Gatsby, elini uzatıp karşı kıyıyı gösterdi. 

“Ben de tam karşınızda oturuyorum.” 

“Evet öyleymiş.” 

Gözlerimiz gül  yatakları, güneşte kavrulan çimenler  ve kıyı  boyunca uzayıp giden yazın sıcak günlerinden   kalma   atıklarda   dolaştı.   Teknenin   beyaz   kanatları   gökyüzü   çizgisini   bölerek uzaklaşıyordu. Daha ilerde ise çırpıntılı okyanus ve irili ufaklı bir sürü ada uzanıyordu. 

“İşte size gerçek spor” dedi Tom, başıyla onaylayarak, “bir saat için bile olsa, orada o adamın yanında olmayı isterdim doğrusu.” 

Öğle yemeğini salonda yedik. Serin kalması için perdeler sıkıca örtüldüğünde ortam loştu. Gergin bir neşe içinde biralarımızı yudumluyorduk. 

“Öğleden sonra ne yapmak istersiniz?” diye bağırdı Daisy, “Ya da yarın veya öbür gün, hatta önümüzdeki otuz yıl boyunca.” 

“Saçmalama” dedi Jordan, “sonbaharda havalar serinleyince hayat yeniden başlar nasıl olsa.” “Ama öyle sıcak ki” diye ısrar elti Daisy, neredeyse ağlayacaktı, “ve her şey öyle karmaşık ki.Hadi hep beraber şehre inelim!” 

Sesi sıcağı zorlayarak içinden geçiyor, onu yeniden şekillendiriyordu. 

“Ahırı bozdurup garaj yaptıranları duymuştum” diyordu Tom, Gatsby’e, “ama garajı bozdurup ahıra çevirten ilk kişi benim.” 

“Kim şehre gitmek ister ’” diyordu Daisy inatla. Gatsby’nin bakışları o yana kayınca da, “Çok iyi görünüyorsun” diye devam etti. 

Gözleri kavuştu ve evrende yalnız ikisi varmış gibi birbirlerine uzun uzun baktılar. Sonra Daisy büyük bir gayretle gözlerini masaya çevirdi. 

“Zaten her zaman iyi görünürsün” diyerek tekrarladı söylediğini. 

Tam onu sevdiğini söylerken Tom Buchanan onları gördü. Şaşırmış, donakalmıştı! Ağzını açıp önce Gatsby’e sonra bir kez daha Daisy’e baktı. Çok eskiden tanıdığı birini yeniden görmüş gibiydi. 

“Şu reklamdaki adama benziyorsun” diye devam etti Daisy masumca, “bilirsin işte, şu reklamlarda oynayan adam.” 

“Tamam” diyerek araya girdi Tom aniden, “ben de şehre gitmek istiyorum. Hadi hep beraber gidiyoruz.” 

Ayağa  kalktı.  Bakışları  hala  Daisy  ile  Gatsby  arasında  gidip  geliyordu.  Kimse  yerinden kımıldamamıştı. 

“Hadisenize!”  bir  an  öfkesine  yenik  düşer  gibi  oldu,  “Neyiniz  var?  Şehre  gideceksek  yola koyulalım.” 

Sinirlerine hakim olmak için harcadığı çaba yüzünden titreyen eliyle bira bardağını dudaklarına götürdü. Daisy’nin sesi hepimizi yerimizden kaldırdı ve güneşten kavrulan çakıl döşeli yola adım attık. 

“Hemen mi gidiyoruz?” diyerek karşı çıktı, “Bu şekilde mi yani? Bir sigara bile içemiyor muyuz?” “Yemekte içen içti zaten.” 

“Aman bırak da eğlenelim” diye ricada bulundu Daisy, “Hava huysuzluk etmek için fazla sıcak.” Kocası yanıt vermedi. 

“Nasıl istersen” dedi Daisy, “hadi gel Jordan” 

Biz üç erkek orada dikilip ayakkabılarımızın burnuyla sıcak çakıl taşlarını itip dururken onlar hazırlanmak için yukarı çıktılar. Daha şimdiden ayın gümüş kıvrımı batıda görünür olmuştu. 

Gatsby bir şey söylemek üzereyken fikrini değiştirip sustu ama Tom bir anda dönüp onu öyle görmüş ve beklentiye girmişti. 

“Burada da ahırınız var mı?” diye sordu Gatsby kendini zorlayarak. 

“Beş altı yüz metre kadar ilerde, yolun biraz aşağısında.” 

“Ne güzel!” 

Sessizlik. 

“Ne halt etmeye şehre iniyoruz, bilmiyorum” dedi Tom birden hışımla, “Kadınlar hep böyle garip fikirler atar ortaya işte” 

“İçecek bir şeyler alsak mı?” diye seslendi Daisy üst kat penceresinden. “Ben bir viski alayım” diye yanıt verdi Tom ve içeri girdi. 

Gatsby birden dönüp bana baktı. 

“O adamın evindeyken bir şey söyleyemem ahbap.” “Şu Daisy boşboğazın biri” dedim tereddüt içinde “Sesinde…”“Sesinde para şıkırtısı var” diye cümlemi tamamladı birdenbire. 

Evet  bu çok doğruydu.  Daha  önce  anlamamıştım.  Konuşmasında  para  sesi  vardı.  İnişleri  ve çıkışlarıyla insanı içine çeken o yıkıcı cazibe de buradan geliyordu. Sesteki o şıngırtıdan, zil sesini andıran tiz ezgisinden…Fildişi sarayında yaşayan bir kral kızıydı o. Altın kızdı! 

Tom elindeki  litrelik şişeyi  havluya  sararak evden çıkıyordu, Daisy ve  Jordan ise  başlarında pırıltılı, minik şapkalar, kollarında ince yazlık pelerinleriyle onun arkasından. 

“Hepimiz benim arabaya binelim mi?” diye sordu Gatsby, ısınmış, yeşil deri koltuklara dokunurken. “Keşke gölgede bıraksaymışım.” 

“Standart vites mi?” dedi Tom. 

“Evet.” 

“Sen benim spor arabayı al, ben de seninkini.” 

Gatsby bu öneriden pek hoşlanmamıştı. 

“Fazla benzini olmayabilir” diyerek karşı çıkmaya çalıştı. 

“Bunda benzin çok” dedi Tom göstergeye göz atarak, “biterse senin eczanelerden birinden alırız nasıl olsa. Bugünlerde eczanelerde her şey satılıyor.” 

Bu gereksiz bilgilendirmenin ardından derin bir sessizlik oldu. Daisy kaşlarını çatıp Tom’a baktı. Gatsby’nin  yüzünden  ise,  aynı  anda  hem  bildik  hem  de  tanınmaz,  sanki  yalnızca  kelimelerde anlatıldığını duyduğum tarifsiz bir ifade gelip geçti. 

“Haydi gel Daisy” dedi Tom, karısını Gatsby’nin arabasına doğru iterek, “seni şu sirk arabasıyla ben götüreceğim,” 

Arabanın kapısını açmış bekliyordu ama Daisy geri çekilerek kolundan kurtuldu. 

“Sen Nick ile Jordan’ı al. Biz küçük arabayla arkadan gelelim.” 

Gatsby’nin  yanına  sokulup  ceketine  dokundu.  Jordan,  Tom ve  ben  Gatsby’nin  arabasının  ön koltuğuna  yerleştik.  Tom bilmediği  vitesi  ileri  taktı  ve  onları  gözden kaybedecek kadar  geride bırakarak hızla bunaltıcı sıcağın içine daldık. 

“Gördünüz değil mi?” dedi Tom. 

“Neyi gördük mü?” 

Dönüp sert sert yüzüme baktı. Jordan’la benim durumu bildiğimizi o an anlamıştı. 

“Ahmak olduğumu mu sanıyorsunuz yoksa?” diye gürledi “belki biraz öyleyimdir. Ama ara sıra bana yol gösteren bir altıncı hissim var. Siz inanmayabilirsiniz fakat bilim…” 

Sustu. Aklına  gelen ihtimal,  kıyısına  kadar  geldiği  bilimsel  varsayımların derinliğinden çekip almıştı onu. 

“O herif hakkında ufak bir araştırma yaptım” diye devam etti, “Durumu bilseydim araştırmayı derinleştirirdim elbette…” 

“Yani medyuma falan mı gittim diyorsun” diye işi şakaya vurmaya çalıştı Jordan. 

“Ne?” diye sordu biz kahkaha atarken, “Medyum mu?” 

“Gatsby için yani.” 

“Gatsby için mi? Hayır gitmedim. Sadece geçmişini biraz araştırdım demek istiyorum.” “Herhalde Oxford’da okuduğunu öğrendin” dedi yardımsever Jordan. 

“Oxford’da mı okumuş?” kulaklarına inanamıyordu, “Yok daha neler! Adam pembe takım elbise giyiyor!” 

“Yine de okumuş işte.”“New Mexico’daki Oxford’dur o” dedi Tom homurdanarak, “Ya da ona benzer bir şey.” 

“Pekala Tom. O kadar küçümsediğin birini yemeğe neden çağırdın öyleyse?” dedi Jordan birden öfkelenerek. 

“Daisy çağırdı. Evlenmeden önce onu tanıyormuş. Tanrı bilir nereden!” 

Biraların etkisi azaldıkça hırçınlaşıyorduk. Üstelik bunun da farkındaydık. Bir süre konuşmadan yolumuza  devam ettik.  Doktor  T.J. Eckleburg’un solgun gözleri  yolun başında  aniden karşımıza çıkınca, Gatsby’nin benzinin az olduğunu söylediğini anımsadım. 

“Şehre kadar götürür” dedi Tom. 

“Şurada bir tamirhane var” dedi Jordan, “Bu sıcakta yolda kalıp pişmek istemem.” 

Tom sabırsızlıkla frenlerin ikisine birden basınca, araba kayarak Wilson’un Yeri yazısının tam altındaki  tozlu çukurun yakınında durdu. Bir  dakika sonra dükkan sahibi  içerden çıkıp gözlerini kısarak arabaya baktı. 

“Biraz benzim alalım” diye seslendi Tom kabaca, “Ne diye durduk sanıyorsun, manzara için mi?” “Çok hastayım” dedi Wilson yerinden kımıldamadan, “Bütün gün hastaydım.” 

“Neyin var?” 

“Çok halsizim.” 

“Ne yani depoyu kendim mi doldurayım?” diye sordu Tom “Telefonda sesin hiç hastaymış gibi gelmiyordu.” 

Wilson,  kapı  ağzındaki  gölgelik  yerden,  binbir  gayretle  güçbela  nefes  alarak  geldi.  Benzin deposunun kapağını açarken yüzünün yemyeşil olduğunu fark ettim. 

“Yemeğin ortasında aramak istemezdim ama paraya çok ihtiyacım var. O yüzden eski arabanızı ne yapacağınızı öğrenmeye çalışıyordum.” 

“Bunu nasıl buldun? Daha geçen hafta aldım.” 

“Güzel. Renginin sarı olması da hoş” dedi adam, benzini doldurmaya çalışırken. 

“Almak ister misin peki?” 

“İyi olurdu” dedi gülümsemeye çalışarak, “ama istemem. Belki ötekinden biraz kar edebilirim.” “Birdenbire neden para gerekti sana? 

“Çok uzun zamandır buradayım. Uzaklara gitmek istiyorum artık. Karım da ben de Batıya gitmek istiyoruz.” 

“Karın mı?” diye bağırdı Tom şaşkınlıkla. 

“On senedir bundan bahsedip duruyor” dedi elini gözlerine siper ederek benzin pompasına dayandı, “şimdi istese de istemese de gideceğiz. Onu buralardan götüreceğim.” 

Tom’un spor arabası yanımızdan bir toz bulutu bırakarak geçerken içindekiler el sallamayı ihmal etmediler. 

“Borcum ne kadar?” diye sordu Tom sert bir sesle. 

“İki gün kadar önce arkamdan tuhaf şeyler çevrildiğini anladım” dedi adam, “Onun için buradan uzaklaşmak istiyorum. Eski arabanı ne yapacağını ondan bilmek istedim.” 

“Borcum ne kadar?” 

“Bir dolar, yirmi sent.” 

Acımasızca  vuran sıcak dalgası  aklımı  bulandırmış  olmalı. Çünkü adam konuşurken, Tom’dan kuşkulanmadığını anlayana dek içimi sürekli bir korku sarmıştı. Myrtle’ın bambaşka bir dünyada bambaşka bir hayatı olduğunu anlamıştı ve bunu öğrenmenin sarsıntısıyla hasta düşmüştü. Önce ona,sonra benzer bir olayı bir saat kadar önce yaşayan Tom’a baktım. Birden hastalık ve sıhhat haricinde erkekler arasında ne zeka ne de ırk olarak herhangi bir fark bulunmadığı geldi aklıma. Wilson o kadar hastaydı ki, asla affedilemeyecek bir kabahat işlemiş gibi davranıyordu. Genç bir kızı baştan çıkarıp hamile bırakmıştı sanki. 

“Arabayı sana vereceğim” dedi Tom, “Yarın gönderirim” 

Bulunduğumuz  yer,  öğle  vakti,  gün  ışığında  bile  insanın  içini  ürpertiyor,  huzursuz  ediyordu. Arkamda bir şeyler varmış duygusuna kapılarak dönüp baktım. Kül ve toz yığınlarının üzerinden bakan Doktor T.J.Eckleburg’un gözleri her zamanki gibi üzerimizdeydi elbette. Ama bir-iki metre ötedeki bir çift gözün daha bizi dikkatle izlediği de kesindi. 

Tamirhanenin üst katındaki pencerelerden birinin perdesi hafifçe aralanmıştı. Myrtle Wilson camın önünde durmuş arabayı inceliyordu. Öyle dalmıştı ki birinin de kendisine baktığını fark etmedi bile. Yüzü art arda değişip duran anlamlara bürünüyor, banyo edilen bir fotoğraf gibi çeşitli evrelerden geçiyordu. Bunlar bana hiç de yabancı değildi. Kadınların yüzünde sık sık görülen bir ifadeydi. Ne gibi  bir  açıklaması  olabileceğini  düşünürken birden korku, dehşet ve  kıskançlık saçan gözlerini Tom’a değil de karısı sandığı Jordan’a dikmiş olduğunu fark ettim. 

Bayağı bir aklın karışması kadar rahatsız edici bir şey olamaz. Yeniden yola koyulduğumuzda Tom kaygıların pençesinde kıvranıyor, kırbaçlanıyormuş gibi acı çekiyordu. Bir saat içersinde, avucunda duran iki kadın, hem karısı hem de metresi aynı anda uçup gitmişlerdi. İçgüdüleri Daisy’e yetişmesini ve Wilson’dan uzaklaşmasını söyledikçe gaz pedalına daha kuvvetle basıyordu. Astoria’ya doğru saatte yüz kilometre hızla giderken önce demiryolu köprüsünün örümcek ağına benzeyen putrellerini, sonra da yavaş seyreden mavi spor arabayı gördük. 

“50. Cadde’deki sinema salonları çok serin olur” diyerek ortaya bir fikir attı Jordan, “Yaz günleri öğleden sonralarını çok seviyorum. Herkes bir yerlere dağılmış, New York boşalmış oluyor. Bu bana çok  erotik  gelir.  Sanki  her  çeşit  geçkin,  eğlenceli  meyve  avuçlarımın  içine  düşecekmiş  gibi hissederim.” 

‘Erotik’ kelimesi Tom’u büsbütün rahatsız etmişti. Karşı çıkmak üzereyken önümüzdekiler durdu. Daisy kenara çekmemizi işaret etti. 

“Nereye gidiyoruz?” diye bağırdı. 

“Sinemaya ne dersiniz?” 

“Çok  sıcak”  diye  yakındı,  “Siz  gidin,  biz  arabayla  biraz  dolaşır,  sonra  sizinle  bir  köşede buluşuruz.” kendini zorlayarak nükteli konuştu, “köşeye çekeriz mesela, ben de aynı anda iki sigara içen adam rolü yaparım.” 

“Bunları  burada  tartışmayalım”  dedi  Tom sabırsızlanarak. Arkamızda  bekleyen kamyon şoförü küfür eder gibi kornaya basıyordu. 

“Central Park’ın güney çıkışına kadar peşimden ayrılmayın, Plaza’nın önünde durup konuşalım.” Yoldayken birkaç kez arkaya bakıp gelip gelmediklerini kontrol etti. Trafiğe takılıp geciktiklerinde 

yavaşlayıp  bekledi.   Belki   de   yandaki   caddelerden  birine   aniden  saparak  hayatından  çıkıp gideceklerinden korkuyordu. 

Ama yapmadılar. Ve açıklanması zor bir adım atarak, Plaza Otel’de süit bir oda tutulmasına karar verdik. 

Hepimizin bir odaya tıkılmasıyla sonuçlanan o uzun ve fırtınalı tartışmadan aklımda kalan, o sırada iç çamaşırımın ıslak bir yılan gibi bacaklarıma dolanması ve sırtımdan aşağıya ter damlacıklarınınağır ağır akması gibi bir takım fiziksel olaylardı. Aslında Daisy başta beş banyolu bir oda kiralayıp soğuk duş almamı önermiş, sonra fikir biraz daha gelişip daha makul bir kıvama gelmiş, ‘Buzlu nane likörü kokteyli içecek bir yer ’ bulmaya doğru ilerlemişti. Hep bir ağızdan bunun ‘çılgın bir fikir ’ olduğunu söyleyip duruyor, şaşkınlık içindeki resepsiyon görevlisine aynı anda bir şeyler anlatıyor, komik hallerde olduğumuzu düşünüyor, ya da düşünüyormuş gibi yapıyorduk. 

Oda geniş ama bunaltıcıydı. Saat dört olduğu halde pencereleri açmak bile işe yaramamış, aksine parktaki ağaçlardan yükselen sıcak da içeriye dolmuştu. Daisy aynanın karşısına geçip saçlarını düzeltmeye koyuldu. 

“Muhteşem bir süit” dedi Jordan saygıyla. Bunun üzerine hepimiz kahkahayı bastık. 

“Bir cam daha açın” dedi Daisy arkasına bakmadan. 

“Başka pencere yok ki “ 

“O zaman bir balta isteyelim…” 

“En iyisi sıcağı kafamızdan çıkarıp atmak” dedi Tom, yine sabırsızlanmıştı, “Siz böyle konuştukça büsbütün kötüleşiyor.” 

Havluya sardığı viskiyi açtı ve şişeyi masaya koydu. 

“Neden kızı rahat bırakmıyorsun ahbap” dedi Gatsby, “şehre gelmeyi isteyen sendin.” 

Bir anda odaya sessizlik çöktü. O sırada, duvardaki bir çivide asılı duran kalın telefon rehberi yerinden kurtulup düşünce Jordan yine yavaşça “Pardon” dedi. Bu kez kimse gülmedi. 

“Ben kaldırırım” dedim. 

“Ben aldım bile” dedi Gatsby. İncelmiş ipi inceledi, bilgiç bir tavırla “Hımm” dedi ve rehberi koltuklardan birine fırlattı. 

“Bu hitap şeklini de en çok sende duydum!” dedi Tom sert bir sesle. 

“Hangisini?” 

“Şu ‘ahbap’ lafını. Nereden yapıştı diline?” 

“Şunu  iyi  bil  ki  Tom”  dedi  Daisy  aynaya  arkasını  dönerek,  “kişisel  çekişmelerle  uğraşıp duracaksanız burada bir dakika bile durmam. Resepsiyonu ara ve likörler için biraz buz iste.” 

Tom  ahizeyi  kaldıracakken  boğucu  sıcağa,  sesler  de  eklendi.  Hep  birlikte  alt  kattaki  balo salonundan yükselen Mendelssohn’un Düğün Marşı’nın malum melodisini dinlemeye koyulduk. 

“Bu sıcakta evlendiğinizi düşünün” dedi Jordan kederli bir tavırla. 

“Ben  de…Haziran  ortasında  evlenmiştim zaten”  diye  hatırladı  Daisy,  “Haziranda  Louisville! Düşünebiliyor musun? Biri bayılmıştı. Kimdi o bayılan Tom?” 

“Biloxi!” dedi Tom kısaca. 

“Evet,  Biloxi  denen  adam.  ‘blokçu’  Biloxi.  Kutu  imalatçısıydı  –bu  kesinlikle  doğru-  ve Tennesessee’nin Biloxi köyündendi.” 

“Onu bizim eve taşımışlardı” diye ekledi Jordan, “ev kiliseye çok yakındı. Arada sadece iki bina vardı. Adam üç hafta bizde kaldı. Sonunda babam artık gitmesi gerektiğini söylemeye mecbur oldu. O gittikten bir gün sonra babam öldü.” Biraz durdu. “Arada bir bağlantı yoktu elbette.” 

“Ben de Memphis’den Bill Biloxi adında birini tanıyorum” dedim. 

“Bizim Biloxi’nin kuzeni olmalı. Adam gitmeden önce ailesinin tüm hayat hikayesini öğrenmiştim. Bana o zaman verdiği alüminyum golf sopasını hala kullanıyorum.” dedi Jordan. 

Nikah töreni başlayınca aşağıda müzik kesildi. Biraz sonra pencereden içeri uzun süren alkış sesleri doldu. Arada bir. ‘Evet. Eveet!’ şeklinde bağrışmalar duyulurken aniden patlayıveren bir caz şarkısıdansın başlayacağının da habercisiydi. 

“Yaşlanıyoruz” dedi Daisy. “Genç olsak hemen kalkıp dans ederdik.” 

“Sen Biloxi’yi düşün!” diye uyardı Jordan. “Onu nerden tanıyordun Tom?” 

“Biloxi’yi mi?” hatırlamaya çalışıyordu, “Ben onu tanımıyordum. Daisy’nin bir arkadaşıydı.” “Hayır değildi” diye karşı çıktı Daisy. “Onu ilk defa orada görmüştüm. Zaten kendi arabasıyla 

gelmişti.” 

“Her neyse. Adam seni tanıdığını söylemişti. Louisville’de büyümüş. Asa Bird onu son anda getirip fazladan yerimiz olup olmadığını sordu.” 

“Herhalde  otostopla  evine  gitmeye  çalışan  biriydi.  Bana  Yale’deyken  sizin  sınıf  temsilciniz olduğunu söylemişti” dedi Jordan gülümseyerek. 

Tom’la şaşkın şaşkın bakıştık. 

“Biloxi?” 

“İyi de bizde sınıf temsilcisi yok ki…” 

Gatsby’nin sabırsızlanarak ayağıyla tempo tutmaya başlaması üzerine Tom birden ona döndü. “Bu arada Bay Gatsby sizin Oxford’da okuduğunuzu duydum” dedi. 

“Tam olarak öyle değil.” 

“Yine de Oxford’a gitmişsiniz.” 

“Evet bu doğru.” 

Sessizlik. Sonra Tom şüphe ve aşağılama dolu bir sesle; “Herhalde Biloxi Yale’deyken siz de Oxford’daydınız” dedi. 

Yine sessizlik. Oda servisi için gelen garson elinde nane likörü, soda ve kırılmış buzla kapıyı çalıp içeri girdi. Ama ne ‘teşekkür ederim’ deyişi, ne de çıkarken kapıyı arkasından yavaşça kapatması sessizliği  bozmadı.  Bu muazzam ayrıntının nihayet açıklığa  kavuşturulması  gerekti.  “Sana  oraya gittiğimi söyledim” dedi Gatsby. 

“Seni duydum. Ben zamanını öğrenmek istiyorum.” 

“1919’da. Orada sadece beş ay kaldım. Bu yüzden kendimi gerçek bir Oxford’lu saymam. 

Tom bizim de kendisi gibi görmek için sağa sola baktı. Bizler ise Gatsby’e bakıyorduk. “Ateşkesten sonra bazı subaylara böyle bir hak tanınmıştı” diye devam etti “istersek İngiltere veya 

Fransa’daki üniversitelerden herhangi birine gidebiliyorduk.” 

Ayağa kalkıp omzuna dostane bir şaplak atmamak için kendimi zor tutuyordum. Daha önce de başıma gelen yine olmuş, Gatsby’e karşı güvenim tazelenmişti. 

Daisy kalktı, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle masaya doğru yürüdü. 

“Viskiyi açsana Tom” diye buyurdu, “Ben de nane kokteylini hazırlayayım. O zaman kendini bu denli aptal hissetmezsin belki! Ne kadar likör koyayım?” 

“Bekle bir dakika” diye tersledi Tom. “Bay Gatsby’e bir soru daha sormak istiyorum.” “Devam edin” dedi Gatsby kibarca. 

“Benim yuvamda ne tür bir huzursuzluk çıkarmaya çalışıyorsun sen söylesene!” 

Nihayet her şey ortaya dökülüvermişti ve Gatsby bundan memnundu. 

“Huzursuzluk çıkardığı filan yok” dedi Daisy, umutsuzca birinden ötekine bakarak, “Onu çıkaran sensin. Lütfen kendini hakim ol biraz.” 

“Kendime hakim olayım demek!” diye tekrarladı Tom, öfkeden köpürerek, “Ne yani, Bay Ne İdüğü Belirsiz karıma kur yaparken, oturup ona müsaade mi edecektim. Böyle düşünüyorsan beni bu oyunakatmayın…Zaten  şu  günlerde  insanlar  evlilik  müessesesini  ve  aile  yaşantısını  iyiden  iyiye  hor görmeye başlamış. Yakında her şeyi bir kenara itecekler hatta siyahlarla beyazlar evlenecek.” 

Savunduğu saçmalıkların ateşiyle kıpkırmızı olmuş, kendini medeniyetin yıkılmayan son kalesi ilan etmişti. 

“Zaten hepimiz beyazız” diye mırıldandı Jordan. 

“Pek  popüler  biri  olmadığımı  biliyorum.  Büyük  partiler  vermiyorum belki.  Modern  dünyada kendine bir yer edinmek istiyorsan evini bir mezbeleye çevirmen gerekiyor galiba.” 

İçim öfkeyle dolmasına karşın – hepimiz aynı durumdaydık – Tom ne zaman ağzını açsa gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Hovardalıktan tutuculuğa geçiş aşamasını tamamlamak üzereydi. 

“Benim de sana söyleyeceklerim var  ahbap” diye söze başladı  Gatsby. Daisy niyetini  anladı. Çaresizlik içinde “Yapma lütfen” diyerek araya girdi. 

“Lütfen artık eve gidelim. Neden hemen evlere dağılmıyoruz?” 

“İyi fikir” diyerek ayağa kalktım. 

“Haydi gel Tom, kimse içki istemiyor zaten.” 

“Bay Gatsby ne söyleyeceğinizi merak ettim.” 

“Karın seni sevmiyor. Asla da sevmedi, onun sevdiği kişi benim.” 

“Sen delirmişsin!” diye bağırdı Tom aniden. 

Heyecandan titreyen Gatsby ayağa fırlamıştı. 

“O seni hiç sevmedi, duyuyor musun?” dedi haykırarak, “Ben beş parasızdım ve o da beklemekten bıkmıştı. Seninle o yüzden evlendi. Korkunç bir hataydı bu. O asla benden başkasını sevmedi.” 

Tam o anda Jordan ve ben gitmek üzere kalktık. Ama hem Tom, hem de Gatsby birbirleriyle yarışırcasına kalmamız için ısrar ettiler. İkisi de, saklayacak bir şeyleri yokmuş, duygularını açığa çıkarmalarını seyredip heyecanlarını paylaşmak bir ayrıcalıkmış gibi davranıyordu. 

“Otur Daisy” dedi Tom. Sesine otoriter bir hava vermeye uğraşıyor pek de başarılı olamıyordu. “Neler oluyor? Her şeyi bilmek istiyorum.” 

“Neler  olduğunu sana  söyledim”  dedi  Gatsby,  “Beş  yıllık bir  şeyden bahsediyorum ve  senin bilmediğin pek çok şeyden.” 

Tom birden Daisy’e döndü. 

“Bu herifle beş yıldır görüşüyor muydun?” 

“Hayır görüşmüyordu” dedi Gatsby, “Görüşemiyorduk. Ama birbirimizi seviyorduk ahbap ve sen bunu bilmiyordun. Bazen düşünür ve gülerdim” konuşurken gözleri gülmüyordu, “bilmiyor oluşun komik gelirdi bana.” 

“Demek öyle” dedi Tom, bir papaz edasıyla iri parmak uçlarını birbirine değdirerek arkasına yaslandı. 

“Delirmişsin sen!” diye patladı, “Beş yıl önce neler olduğu konusunda hiçbir şey söyleyemem çünkü o zaman Daisy’i tanımıyordum. Ayrıca o dönem yanına –tabii eğer bakkal siparişlerini arka kapıdan getiren sen değilsen- nasıl bir kilometreden fazla yaklaşabildiğini de aklım almıyor. Geri kalanların hepsi koca bir yalan. Daisy benimle sevdiği için evlendi ve hala da seviyor.” 

“Hayır” dedi Gatsby başını iki yana sallayarak. 

“Evet seviyor. Bazen kafası saçma sapan şeylere takılır ve ne yapacağını bilemez. Hepsi bu.” sonra büyük bir  ciddiyetle  ekledi, “ben de  onu seviyorum elbette. Arada  bir  yoldan çıkıp  aptallıklar yaptığım olur ama her zaman ona geri dönmüşümdür. Kalbimin derinliklerinde duyduğum aşk hiçeksilmemiştir.” 

“İğrençsin sen” dedi Daisy, sonra bana döndü ve öfkeden bir oktav aşağı düşen sitem dolu sesi odada çınladı. 

“Chicago’yu neden terk ettik biliyor musun? Seni o küçük ‘yoldan çıkma’ hikayesine nasıl dahil etmediler şaşıyorum.” 

Gatsby yerinden kalkıp ona doğru birkaç adım attı. 

“O iş bitti artık Daisy” dedi içtenlikle, “hiçbir önemi yok. Ona gerçeği söyle. Hiç sevmediğini anlat. Her şey sonsuza dek açıklığa kavuşsun.” 

Daisy görmeyen gözlerle ona baktı. 

“Onu nasıl sevebilirim? Bu nasıl mümkün olur?” dedi. 

“Onu asla sevmedin.” 

Daisy tereddüt içindeydi. Yardım ister gibi bir bana bir Jordan’a baktı. Sanki yaptıklarının farkına yeni varıyormuş gibiydi. Ve sanki bunları yapmayı pek de istememiş gibi. Ama olan olmuştu bir kere. Artık çok geçti. 

“Onu hiç sevmedim” sözleri döküldü ağzından istemeden. 

“Kapiolani’deyken de mi?” diye sordu. 

“Hayır.” 

Alttaki balo salonundan yükselen boğucu sesler, sıcak hava dalgalarının üzerinden bize ulaşmaya devam ediyordu. 

“Peki  ya  yağmurda  ayakkabılarının  ıslanmaması  için  seni  kollarımda  taşıdığım o  gün?”  sesi yumuşak ve sevecendi, “Ha, Daisy?” 

“Lütfen yapma” derken Daisy’nin sesi buz gibiydi ama kini biriz azalmış gibiydi. Gatsby’e baktı, “yaptım işte Jay” dedi. Sigarasını yakmaya çalışan eli titriyordu. Birden sigarayı da yanan kibriti de halının üzerine fırlattı. 

“Ama sen de çok şey istiyorsun!” diye bağırdı, “Seni seviyorum işte, bu yetmez mi? Geçmişi silemem ki!” 

Ağlamaya başlamıştı. 

“Bir zamanlar onu sevmiştim. Ama seni de sevdim.” 

Gatsby gözlerini açıp kapattı. 

“Beni de sevdin demek” diye tekrarladı. 

“O bile yalan” dedi Tom ölkeyle, “Senin yaşadığının bile farkında değildi o. Karımla aramızda öyle şeyler var ki, bir tekini bile anlayamazsın. İkimizin de asla unutamayacağı şeyler.” 

Kelimeler Gatsby’nin bedeninde yaralar açıyordu sanki. 

“Daisy ile yalnız konuşmak istiyorum” diye ısrar etti, “şu an çok endişeli…” 

“Yalnız da olsak Tom’u hiç sevmediğimi söyleyemem” dedi Daisy. Sesi acı doluydu. 

“Gerçek olmaz bu.” 

“Tabii olmaz” diye onay verdi Tom. 

“Tüm bunlar umurunda sanki” dedi Daisy kocasına dönerek. 

“Elbette umurumda. Bundan sonra sana çok daha iyi bakacağım.” 

“Anlamadın  galiba”  derken  Gatsby’nin  sesinde  hafif  bir  panik  seziliyordu,  “ona  artık  sen bakmayacaksın.” 

“Öyle mi?” dedi Tom. Gözlerini fal taşı gibi açıp kahkaha atmıştı, “Nedenmiş o?”“Senden ayrılıyor.” 

“Saçmalık.” 

“Evet öyle” dedi Daisy, gözle görülür bir çaba harcayarak. 

“Beni bırakmayacak.” Tom’un sözleri Gatsby’nin cesaretini kırıyordu, “Parmağına takacağın nikah yüzüğünü bile çalmak zorunda olan senin gibi adi bir dolandırıcı için bunu asla yapmaz.” 

“Dayanamıyorum” diye haykırdı Daisy, “Lütfen buradan gidelim artık!” 

“Sen  kimsin  be!”  diye  bağırıyordu  Tom,  “altı  üstü  Meyer  Wolfsheim’ın  çevresinde  dolanan güruhtan birisin işte. Şimdilik bu kadar biliyorum. Hakkında ufak da olsa bir soruşturma yaptım. Yarın daha fazlasını da öğreneceğim.” 

“Canın nasıl isterse ahbap” dedi Gatsby hiç duraksamadan. 

“Senin şu eczanelerinde neler olup bittiğini de biliyorum.” Sonra bize döndü. “Bu ikisi New York ve  Chicago’da  cadde  üzerinde  bir  sürü  dükkan  açıp  piyasaya  tonlarca  tahıl  alkolü  satmışlar. Marifetlerinden yalnızca biri  bu. Görür görmez içki  kaçakçısı  olduğundan şüphelenmiştim zaten. Yanılmamışım.” 

“Öyle olsa ne çıkar? dedi Gatsby nezaketini bozmadan “Dostun Walter Chase de o işe bulaştı ama sonra pişman oldu.” 

“Zor duruma düşer düşmez sen de onu başından attın. New Jersey hapishanesinde bir ay yatmasına ses çıkarmadın. Tanrım! Walter’ın senin için neler söylediğini bir duysan.” 

“Adam beş parasızken bize yanaştı. Biraz para kazanmak da epey hoşuna gitmişti ahbap.” “Bana ‘ahbap’ deyip durma” diye haykırdı Tom. 

Gatsby bir şey söylemedi. 

“Walter bahis oynattığın için başını derde sokacaktı ama Wolfsheim onu tehdit ederek çenesini tutmasını sağladı.” 

Gatsby’nin yüzünde yine o alışılmadık ama bildik ifade belirmişti. 

“Aslında, o eczane işi devede kulaktı” diye konuşmasını sürdürüyordu Tom, “şimdi ne tür bir iş peşindeysen Wolfsheim bana bile söylemekten kaçındı.” 

Daisy’e baktım. Dehşet dolu gözlerle bir Gatsby’e bir kocasına bakıyordu. Jordan ise tüm dikkatini çenesinde duran hayali  cismi  dengelemeye vermişti. Bakışlarımı  yeniden Gatsby’e çevirdiğimde yüzünde  gördüğüm  ifade  karşısında  şaşırıp  kaldım.  Partilerden  birinde  bahçede  dolanan  bir dedikoducunun kullandığı deyimi kullanayım o halde; ‘birini öldürmüş’ gibiydi. Bir an için yüzünde gördüğüm şey ancak böyle fantastik bir şekilde tanımlanabilirdi. 

Yüzü değişti. Heyecan içinde Daisy ile konuşmaya başladı. Her şeyi inkar ediyor, suçlanmadığı konularda bile kendini temize çıkarmak için büyük çaba gösteriyordu. Ama ağzından çıkan her kelime ile  Daisy gittikçe  daha  fazla  çekiliyordu içine. Ve  sonunda  vazgeçti. Geriye  yalnızca, ilerleyen zamanla birlikte, elinden artık kayıp gitmiş olana dokunmaya çalışan, odanın diğer ucundaki yitik sese doğru mutsuzca, umutsuzca çabalayan ölü hayalinin savaşı kaldı. 

O ses bir kez daha gitmek için yalvardı. 

“Lütfen Tom! Daha fazla dayanamayacağım” diye konuştu 

Daisy’nin dehşet dolu gözleri, yapmayı istediklerinin ve tüm cesaretinin bir daha gelmemek üzere uçup gittiğini anlatıyordu. 

“Siz ikiniz yine Bay Gatsby’nin arabasına binin” dedi Tom. 

Kadın panik içinde ona baktı, ancak kocası onu küçümseyerek ısrar etti.“Haydi git. Seni artık rahatsız etmez. O haddini bilmez flört döneminin kapandığını anlamıştır sanırım.” 

İkisi  de tek kelime etmeden, parçalanmış, rastgele yapıştırılmış, merhametimizden bile yoksun bırakılmış halde, hayaletler gibi çıkıp gittiler. 

Onlar çıktıktan sonra Tom ayağa kalktı, yanında getirdiği açılmamış viski şişesini tekrar havluya sararken bize, “Bundan biraz ister misin Nick? Jordan?” diye sordu 

Yanıt vermedim. 

“Nick?” dedi yeniden. 

“Ne?” 

“İstiyor musun?” 

“Hayır. Biliyor musun şu an doğum günüm olduğunu hatırladım.” 

Otuz olmuştum. Önümde yepyeni, tehlike ve macera dolu bir dönem uzanıyordu. 

Tom’un spor arabasına binip Long Island’a doğru yola çıktığımızda saat yediydi. Sürekli konuşuyor, bir  şeyler  anlatıp  gülüyordu ama  aslında,  kaldırımdaki  yayaların uğultusu ve  üstümüzden geçen demiryolundaki trenlerin gürültüsü kadar uzaktı bizden. İnsanın hoşgörüsünün sınırları vardır. Jordan da, ben de onların içler acısı tartışmalarını kentin ışıklarıyla birlikte arkamızda bırakmıştık. Otuzlu yaşlar! Yalnızlıktan başka bir şey getirmeyen, tanıdığınız bekar erkek sayısının, çalışma arzunuzun ve saçlarınızın gittikçe azaldığı bir on yıl… Ama yanımda, yitirdiği hayalleri Daisy gibi yıllar yılı içinde taşımayacak kadar akıllı bir kız olan Jordan vardı. Aydınlatılmamış bir köprüden geçerken başını usulca omzuma dayadı. Otuz yaşın verdiği tüm o bunalım ve korkular avucumda duran eliyle elimi sıkar sıkmaz uçup gitti. 

Serinlemeye başlayan akşamın alacakaranlığında hızla ölüme doğru ilerliyorduk. 

••• 

Kül yığınlarının yanındaki kahveyi işleten Yunan genç Michaelis soruşturma sırasında dinlenen en önemli tanıktı. O sıcak günü saat beşe kadar uyuyarak geçirmiş, sonra tamirhaneye gitmiş, George Wilson’un çok hasta olduğunu görmüştü. Adamcağız berbat durumdaydı. Yüzü, saçları kadar sarıymış ve her yanı titriyormuş. Michaelis yukarı çıkıp yatmasını teklif etmiş ama Wilson kabul etmemiş. Gelen gidenle ilgilenemeyeceği için zarar edeceğini söylemiş. Michaelis onu razı etmeye çalışırken yukarıdan korkunç bir gürültü duyulmuş. 

“Karımı odaya kilitledim de!” diye açıklamış Wilson sakin bir sesle, “ertesi güne kadar orada kalacak. Sonra da buradan gideceğiz.” 

Michaelis şaşkınmış. Dört yıllık komşunun böyle bir şey yapmak şöyle dursun, söyleyecek bir insan bile olmadığını sanıyormuş. Çalışmadığı zamanlarda kapı önündeki iskemlesine oturup, gelip geçeni seyreden o bezgin adamlardan biriymiş çünkü. Bir şey söylendiğinde hep ruhsuz ve sakin gülüşüyle yanıt verirmiş. Evde baskın olan o değil, karısıymış. 

Michaelis aralarında ne geçtiğini öğrenmeye çalışmış haliyle. Ama ağzından tek kelime alamamış. Aksine Wilson merak ve şüpheyle ona bakıp garip sorular sormaya girişmiş. Belli bazı gün ve saatlerde nerede olduğunu ve neler yaptığını sorup duruyormuş. Bu kuşkulu sorgulamadan sıkıldığı halde öfkesine yenik düşmemeye çalışan Michaelis birkaç isçinin lokantasına doğru gittiğini görünce birazdan geleceğini söyleyerek oradan kaçmış. Bir daha da dönmemiş. Herhalde unutup gitmiş. Amaakşamüzeri saat yedi sularında dükkanının önüne çıktığında Wilson’la aralarında geçen konuşma aklına gelmiş. Çünkü öfkeden çılgına dönmüş Bayan Wilson’un kocasını fena halde azarladığını işitmiş. 

“Hadi vur bana” diye bağırıyormuş kadın, “Yerlerde sürükle. Hadi vur da göreyim. Seni ödlek herif!” 

Bir dakika sonra ise kadın kollarını çılgınca sallayıp bağırarak dışarı fırlamış. Adam dükkanından koşup  yetişinceye  kadar  da  zaten her  şey olup  bitmiş.  Gazetelerde  ‘ölüm aracı’  olarak geçen otomobil, olayın ardından hız kesmeden yoluna devam etmiş. Birkaç metre sonra ne yapacağını bilmez halde duraklar gibi olmuş. Sonra az ilerdeki yola saparak çökmekte olan karanlığa karışıp gözden kaybolmuş. Michaelis arabanın rengini pek seçememiş. Polise verdiği ilk ifadede açık yeşil olduğunu söylemiş. New York yönüne gitmekle olan diğer otomobil birkaç metre ötede durmuş. Sürücüsü, hayatı vahşi bir ölümle son bulan, yolun ortasında diz çökmüş, koyu renkteki kanı toza bulanmış Myrtle Wilson’a doğru koşmuş. 

Kadına ilk ulaşanlar Michaelis ile o adam olmuş. Myrtle’nin ter nedeniyle hala ıslak olan bluzunu yırttıklarında sol  göğsünün parçalanıp bir  kanat gibi  sağa sola sallandığını  görmüş. Kalbin atıp atmadığını dinlemeye gerek yokmuş. Açık duran ağzının kenarları, sanki yıllardır bedeninde taşıdığı o büyük enerjinin çıkıp gitmesini durdurmaya çabalarken zorlanmış gibi yırtılmış. 

Olay yerine yaklaşırken yolun kenarına park etmiş üç dört otomobili ve toplanan kalabalığı hemen fark ettik. 

“Enkaz var” dedi Tom, “Wilson’a iş çıkmış bari neyse.” 

Yavaşlamıştık ama tamirhanenin kapısında duranların sessizliği ve yüzlerindeki ifadeyi fark edene kadar Tom’un durmaya pek niyeti yoktu. Durumu görür görmez frene bastı. 

“Gidip bir bakalım” dedi biraz duraksayarak “hemen döneriz.” 

Tamirhanede yankılanan ağlamaya benzer bir ses geliyordu kulağıma. Arabadan inip kapıya doğru yürürken, hiç kesilmeyen iniltiler sürekli yinelenen “Aman Tanrım!” sözcüklerine dönüştü. 

“Burada kötü şeyler olmuş!” dedi Tom heyecan içinde. 

Parmak uçlarında yükselerek insan başlarından oluşan daire üzerinden, sarkıtılmış tel bir sepet içindeki sarı ışıkla aydınlatılan tamirhaneye baktı. Göğsünün derinliklerinden acı dolu bir ses çıkardı ve güçlü kollarıyla kalabalığı sağa sola iterek içeri daldı. 

O geçtikten sonra, insanlar eleştiri dolu homurtularla eski yerlerini aldıkları için benim bir şeyler görebilmem zaman aldı. Ancak etraftan gelenlerle birlikte ortalık hareketlenince Jordan’la kendimizi içeri itilmiş bulduk. 

Myrtie Wilson’un cesedi, sıcak geceye rağmen üşüyormuş gibi iki kat battaniyeye sarılmış, duvara dayalı büyük tezgahın üzerinde yatıyor, arkası bize dönük olan Tom ise onun üzerine eğilmiş öylece duruyordu. Yanındaki motosikletli polis ter içinde elindeki deftere birtakım notlar alıyor, yanlış yazdıklarını  düzeltmek  için  büyük  çaba  harcıyordu.  İlk  girdiğimde  eşyasız,  çıplak  tamirhanede yankılanan ağıtların kaynağını bulamamıştım. Sonra yazıhane olarak kullanılan yerin yüksek eşiğinde kapının iki yanına tutunarak ileri geri sallanıp duran Wilson’u gördüm. Yanında, onu teselli etmeye çalışan ve arada elini omzuna koyan bir adam duruyordu. Wilson onu ne görüyor, ne de duyuyordu. Gözlerini tepedeki lambadan duvar dibindeki masaya çeviriyor, sonra birden yine lambaya bakıyor, o korkunç inlemesi ortalığı çınlatıyordu. Durmadan ‘Ah. Tanrım! Aman Tanrım! Ah Tanrım! Tanrım!’ diyordu. 

Bir ara Tom başını kaldırıp donuk bakışlarını etrafta dolaştırdı. Sonra polise dönerek bir şeylergeveledi. 

“M-a-v”, diyordu polis. “o…” 

“Hayır, arada ‘r’ var” diye düzeltti biri, “M-a-v-r-o-” 

“Beni dinleyin” dedi Tom öfkeyle. 

“-r” dedi polis, “o” 

“g” 

“g” diyordu Tom’un koca eli omzuna indiğinde. 

“Siz ne istiyorsunuz bayım?” 

“Ne oldu? Onu bilmek istiyorum.” 

“Araba çarpmış. Anında ölmüş.” 

“Anında ölmüş” dedi Tom, masaya bakarak. 

“Kadın aniden yola fırlamış. Çarpan o… çocuğu durmadan çekip gitmiş.” 

“İki araba vardı” diyordu Michaelis, “Biri geliyor öteki gidiyordu, anladınız mı?” 

“Nereye gidiyorlardı?” dedi polis ilgiyle. 

“İkisi ayrı yöne gidiyordu. Kadın…” eliyle battaniye yığınını gösterecekken vazgeçti, “garajdan fırladı ve New York yönünden gelen araba ona çarptı. Elli ya da altmışla gidiyordu.” 

“Buranın adı ne?” diye sordu Polis. 

“Adı filan yok” 

Soluk tenli, iyi giyimli bir zenci yanlarına sokuldu. 

“Sarı bir otomobildi” dedi. “Kocaman sarı bir araba. Yepyeni.” 

“Kazayı gördün mü?” diye sordu polis. 

“Hayır, ama yolun aşağısında yanımdan hızla geçti. Elli altmış filan değil yetmiş-seksen kilometre vardı hızı.” 

“Şöyle gelin, adınızı alayım. Dikkatli olun. Adamın adını öğrenmeye çalışıyorum.” 

Bu konuşmada geçen bazı sözler yazıhanenin kapısında sallanıp duran Wilson’un kulağına gitmiş olmalıydı. Ağıtı kesti. 

“Nasıl bir araba olduğunu söylemene gerek yok. Ben biliyorum onu!” diye seslendi. 

Tom’a baktım, ceketinin altından sırt kaslarının gerildiği belli oluyordu. Wilson’un yanına gidip adamı kollarının üst kısmından sımsıkı kavradı. 

“Kendini toplamalısın!” derken sesi hem sert, hem de yatıştırıcıydı. 

Wilson  başını  kaldırıp  baktı,  parmaklarının  ucunda  yükselmeye  çalıştı.  Tom  tutmasa  dizleri bükülecek, düşecekti. 

“Dinle beni!” dedi Tom onu sarsarak, “New York’tan az evvel geldim. Sana söz verdiğim spor arabayı getiriyordum. Bugün öğlen kullandığım o sarı otomobil benim değildi. Anlıyor musun? Onu saatlerdir görmedim.” 

Söylediklerini yalnız ben ve o iyi giyimli zenci duymuştuk. Ama polis Tom’un ses tonunda kuşku uyandıran bir şeyler keşfetmiş olmalı ki sert bakışlarını bize doğru çevirdi. 

“Orada neler oluyor?” diye sordu. 

Tom başını çevirdi ama ellerini Wilson’un bedeninden ayırmadı. 

“Ben bu adamın yakın arkadaşıyım. Kazayı  yapan otomobili  gördüğünü söylüyor  da… sarı  bir arabaymış.” 

Polis anlaşılması güç bir dürtüyle Tom’a kuşku içinde baktı.“Araban ne renk?” diye sordu. 

“Mavi, mavi spor.” 

“New  York’tan  henüz  geldik”   dedim.  Yolda   arkamızdan  gelen  arabalardan  birinin  bunu doğrulaması üzerine, polis yanımızdan uzaklaştı. 

“Şimdi adını doğru dürüst söyle de yazalım” dedi zenciye dönerek. 

Wilson’u bir bebek gibi kucaklayıp kaldırarak yazıhanesine sokan Tom, onu bir iskemleye oturtup yanımıza geldi. 

“Birisi şuraya gelip adamcağızın yanına otursun” dedi buyurgan bir sesle. En yakındaki iki adam birbirlerinin yüzüne bakıp isteksiz adımlarla içeriye yöneldiler. Onlar kapıdan girinceye kadar da bakışlarını üstlerinden ayırmadı bizimki. Sonra aradaki kapıyı kapayıp masaya bakmamaya çalışarak bir çırpıda yanımıza geldi. 

“Haydi çıkalım buradan” diye fısıldadı yanımdan geçerken. 

Güçlü  kollarıyla  önümüz  sıra  yol  açarak,  birikmeye  devam  eden  kalabalığı  yararken  elinde çantasıyla hızla içeri giren, yarım saat önce umutsuz bir çabayla çağrılmış, doktorun yanından geçti. 

Az  ilerdeki  dönemece  varıncaya  kadar  yavaş  gittik.  Sonra  Tom aniden  gaza  bastı  ve  araba karanlığın içinden ok gibi fırladı. 

Bastırmaya çalıştığı hıçkırıklarını duyunca gözyaşlarının yanaklarından aşağıya doğru süzüldüğünü gördüm. 

“Kahrolası ödlek!” diye söyleniyordu hırsla, “Durup bakmamış bile.” 

Buchanan’ların malikanesi, karanlık ağaç gövdeleri arasından aniden beliriverdi. Tom taraçada durup yukarıya baktı. İkinci kattaki iki pencereden saçılan ışık, sarmaşıkların arasından süzülüyordu. 

“Daisy gelmiş”  dedi  Tom arabadan inmeye  çalışırken.  Sonra  yüzüme  bakıp  kaşlarını  hafifçe çatarak, “Keşke seni West Egg’e bıraksaydım Nick. Bu gece burada yapabileceğimiz bir şey yok nasılsa.” 

Davranışları  her  zamankinden  farklıydı.  Sesi  her  zamankinden  daha  ciddi,  konuşması  daha kararlıydı. Ayışığında parlayan çakılları ezerek kapıya yaklaşırken birkaç kısa cümle ile duruma müdahale etti. 

“Seni eve götürecek bir taksi bulayım. Beklerken Jordan’la ikiniz mutfağa gidip atıştırmak için bir şeyler hazırlatın. İsterseniz tabii” diyerek kapıyı açtı. 

“İçeri girin.” 

“Teşekkürler girmeyeyim. Ama taksi çağırırsan sevinirim. Dışarıda beklerim.” 

“İçeri gelmez misin Nick” dedi Jordan elini kolumun üzerine koyarken. 

“Hayır, sağ ol!” 

Kendimi  biraz  hasta  hissediyor,  yalnız  kalmak  istiyordum.  Ama  Jordan  yanımda  biraz  daha oyalandı. 

“Saat daha dokuz buçuk” dedi. 

İçeri  girmeyi  katiyen istemiyordum. Yaşadıklarım bir  gün için çok fazlaydı.  Jordan da  dahil hepsinden bıkıp usanmıştım. Nihayet anlamış olmalı ki, arkasını döndü, merdivenleri koşarak çıkıp eve girdi. Ben de uşağın içerde ahizeyi  alıp taksi  çağırdığını  duyuncaya kadar  başım ellerimin arasında basamaklarda oturdum. Sonra kalktım, çakıllı yolda ağır ağır yürüyerek evden uzaklaştım. Niyetim taksiyi bahçe kapısının önünde beklemekti. 

Birkaç adım atmıştım ki ismimin söylendiğini ve Gatsby’nin yolun kenarındaki çalılar arasındanbelirdiğini gördüm. Aklım epey karışık olmalı ki üzerindeki pembe takımın ay ışığında ne güzel parladığını düşünmekten başka hiçbir şey yapamadan öylece durdum. 

“Ne yapıyorsun?”‘ diye sordum. 

“Oyalanıyorum işte ahbap “ 

Nedense bu bana aşağılık bir uğraş gibi göründü. Az sonra evi soymaya kalkışabilirdi. O karanlık çalıların arasından  Wolfsheim’in adamları  ya  da  başka  uğursuz  yüzlerin  çıktığını  görmek  beni şaşırtmazdı. 

“Yolda gelirken kötü bir şeyler gördünüz mü?” diye sordu bir dakika sonra,. 

“Evet” 

Tereddüt etti. 

“Peki ölmüş mü?” diye sordu. 

“Evet.” 

“Anlamıştım. Hatta Daisy’e de söyledim. Hemen öğrenmesinin uygun olduğunu düşündüm. Yine iyi dayandı sayılır.” 

Sanki önemli olan yalnızca Daisy’nin tepkisiymiş gibi konuşuyordu. 

“Eve, az kullanılan tali yoldan geldim. Arabayı garaja soktum” diye devam etti. “Kimse görmedi sanırım ama pek de emin olamıyorum.” 

O an ondan öyle nefret ediyordum ki yanıldığını söylemeye bile gerek görmedim. 

“Kimdi o kadın?” diye sordu. 

“Adı Wilson. Tamirhanenin sahibinin karısı. Şu lanet kaza nasıl oldu.” 

“Aslında, direksiyonu kırmaya çalıştım, ama…” 

Birdenbire durunca gerçeği anladım. 

“Arabayı kullanan Daisy miydi?” 

“Evet”  deyip  bir  an  sustu,  sonra,  “Ama  tabii  ben  kullanıyordum  diyeceğim.  New  York’tan ayrıldığımızda çok sinirliydi. Direksiyona geçersem biraz sakinleşirim diye düşündü. Karşı yönden gelen arabanın yanından geçerken o kadın önümüze fırladı. Her şey bir anda oldu. Nedense kadın bizimle konuşmak istiyor gibi geldi bana. Galiba arabada tanıdığı biri olduğunu sanmıştı. Daisy önce direksiyonu  yanımızdan  geçen  arabaya  doğru  kırdı,  birden  paniğe  kapılıp  diğer  yöne  çevirdi. Direksiyona doğru uzandığım an darbeyi hissettim. Hemen ölmüş olmalı.” 

“Göğsü parçalanmış,” 

“Anlatmasan iyi olur ahbap” dedi irkilerek, “her neyse, Daisy vargücüyle gaza bastı. Durmasını sağlamaya çalıştım. Ama bir türlü yapamıyordu. Bunun üzerine el frenini çektim. Yarı baygın halde kucağıma yığıldı. Ben de yola devam ettim.” 

Biraz durup düşündü. 

“Yarına bir şeyi kalmaz” dedi, “Burada bekleyip Tom’un, öğleden sonraki tatsız olay yüzünden onu rahatsız etmesini engellemek istiyorum. Kendisini odasına kilitledi. Kocası kaba kuvvete başvuracak olursa ışıkları yakıp söndürerek işaret verecek.” 

“Bir şey yapacağı yok” dedim, “Şu an Daisy’i düşünmüyor.” 

“Ona güvenmiyorum ahbap.” 

“Ne kadar bekleyeceksin?” 

“Gerekirse bütün gece. Hiç değilse herkes yatana kadar.” 

Aklıma takılan bir konu vardı. Tom’un, arabayı Daisy’nin kullandığını anladığını farz ettim. Birkasıt ya da bir bağlantı olduğunu düşünebilirdi. Aslında aklına her şey gelebilirdi. Başımı çevirip evlerine baktım. Alt kat pencerelerinin iki ya da üçünde ışık vardı. Üst katta ise Daisy’nin odası dışındakiler karanlıktı. 

“Burada bekle” dedim, “gidip bir sorun var mı diye bakayım!” 

Yeşillik alanın kenarından eve  doğru yürüdüm. Çakıl  yolu sessizce  geçip  arka  tarafa  ulaştım. Ayaklarımın ucuna basarak taraçanın merdivenlerini çıktım. Salonun perdesi açıktı. İçerde kimse yoktu. Üç ay önce bir haziran akşama yemek yediğimiz verandayı geçince dikdörtgen biçimli bir ışık gördüm. Burasının mutfak penceresi olmalıydı. Perdeler kapalıydı ama bir arada ufak bir açıklık bulup içeri baktım. 

Daisy ve Tom mutfak masasında oturuyordu. Masanın ortasında bir tabak içinde kızarmış tavuk, önlerinde de birer bardak alkolsüz bira vardı. Tom, Daisy’e doğru eğilmiş heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Eli masada, karısının elinin üzerindeydi. Daisy arada bir başını kaldırıp ona bakıyor, başını sallayıp söylediklerini onayladığını gösteriyordu. Pek de mutlu görünmüyorlardı. Önlerindeki yiyeceklere  el  sürmemişlerdi  ama  mutsuz  da  değildiler.  Görünen  resimde,  çift  arasında  inkar edilemez bir yakınlık olduğu belliydi. Kim görse birlikte ortak bir plan hazırladıklarını düşünürdü. 

Ayak  uçlarıma  basarak  merdivenlerden  inip,  geri  dönerken  çağrılmış  taksinin  karanlık  yolda ilerleyerek eve doğru geldiğini duydum. Gatsby bıraktığım yerde beni bekliyordu. 

“Nasıl, ortalık sakin mi?” diye sordu endişeyle. 

“Evet, evet sakin” dedim, biraz durakladıktan sonra da, “Sen de benimle eve dönüp biraz uyusan iyi olur” diye eklemekten kendimi alamadım. 

Başını iki yana salladı. 

“O yatıncaya kadar burada beklemek istiyorum. Sana iyi geceler ahbap” dedi. 

Ellerini  ceplerine  sokup  arkasını  döndü.  Evi  gözetlemeye  devam  etmek  için  hazırdı.  Orada bulunmam kutsal görevini engelliyormuş gibi davranıyordu. Ay ışığı altında bekleyip, olmayan bir şeye gözcülük ederken bıraktım onu. Yürüyüp taksiye bindim. 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla