Bölüm 6

34 0 6 Eylül 2024

Ogünlerde; bir sabah New Yorklu hırslı bir genç muhabir Gatsby’nin kapısını çalarak, söyleyecek bir sözü olup olmadığını sordu. 

Gatsby “Ne hakkında?” diye nezaketle sordu. 

“Bilmem, söylemek istedikleriniz olabilir.” 

Böyle tuhaf biçimde devam eden, beş uzun dakikanın ardından mesele anlaşılmıştı. Genç gazeteci büroda, o an açıklamaktan kaçındığı ya da belki de zaten tam olarak kavrayamadığı bir bağlantıyla ilgili Gatsby’nin isminin geçtiğini duymuştu. O günün izin günü olmasını fırsat bilip, övgüye değer bir teşebbüsle, soluğu Gatsby’nin evinde almıştı. 

Aslında  bir  dayanağı  yoktu  ancak  yine  de  içgüdüleri  haklı  çıkmıştı.  Sırf  konukseverliğinden faydalandıklarından, onun geçmişi üzerinde de söz sahibi olduklarını sanan yüzlerce kişinin dilindeki dedikodular yaz boyunca öylesine dallanıp budaklanmıştı ki, Gatsby neredeyse gazetelere düşecekti. İsmi, Kanada’ya kadar uzandığı  söylenen bir yeraltı  boru 4hattı  gibi  şehir  efsaneleriyle  birlikte anılıyordu. Bir başka söylentiye göre de; güya bir evde değil de, ev biçiminde yaptırdığı lüks bir gemide yaşıyor, Long Island kıyılarında kimseciklere sezdirmeden bir aşağı bir yukarı geziniyordu. Böylesi dedikoduların Kuzey Dakota’lı James Gatz için nasıl bir tatmin kaynağı olduğunu anlamaksa kolay değildi. 

4 Amerika’da alkol üretimi ve satışı yasaklandığında, alkolün ülkeye sokulması için üretilmiş olan pek çok fantastik yöntemden biri ÇN 

James Gatz, en azından gerçek adı, daha doğrusu yasal ismi buydu. On yedi yaşında, daha hayata yeni atıldığı yaşlarda, Superior Gölü kıyısına demir atmış olan Cody’nin yatını gördüğü an ismini de değiştirmeye karar vermişti. O gün öğleden sonra, gölün kıyısında yırtık yeşil süveteri ve çadır bezinden pantolonuyla yürüyen James Gatz’di. Hemen bir kayık ayarlayıp Tuolomee’ye kadar kürek çekmiş,  ardından yatın güvertesine  tırmanarak Cody’i  fırtınanın yaklaştığı  ve  yarım saat içinde ayrılmazsa yatının paramparça olabileceği konusunda uyarmıştı. 

Muhtemelen bu ismi daha önce seçmişti. Çiftçi olan fakir ailesini hep hor görmüş, onları annesi ve babası  olarak benimsememişti. Aslında; Long Island, West Egg’de  yaşayan Jay Gatsby, kendisi hakkında platonik bir hayalden doğmuştu. Bir başkasının değil, Tanrı’nın oğluydu – bu kavram her ne ifade ediyorsa, anlamı da oydu. Bir oğul olarak, engin, hoyrat ve gösterişli bir güzelliğe hizmet ederek, babasına karşı yükümlülüğünü yerine getirmeliydi. Bu yüzdendir ki, ancak on yedi yaşında bir gencin yaratabileceği bir Jay Gatsby yaratmış fakat bu hayale sonuna dek sadık kalmıştı. 

Bir yıldan uzun zamandır Superior Gölü’nün güney kıyılarında midye çıkarıp somon avlıyor, başını sokabilecek bir yer bulmak için orda burada karın tokluğuna çalışıyordu. Güneş altında kararmış olan kaslı  bedenini  kah  zorlayıp,  kah  tembelliğe  terk  ederek,  hareketli  yaşamını  doğa  ile  iç  içe geçiriyordu. Erken yaşta tanımış olduğu kadınların eksik olmayan ilgisi ile şımartıldığından onları küçümser olmuştu; genç bakireleri cehaletlerinden, diğerleriniyse, sadece kendisiyle ilgilenen doğası gereği  burun kıvırdıkları  karşısında, o kadınların kendilerini  kaybediyor  olmalarından ötürü hor görürdü. 

Ancak  yüreğine,  hiç  dinmeyen  çalkantılı  bir  kargaşa  hakimdi.  Gece  çöktüğünde,  yatağına  en olmadık; en akıl almaz düşünceler üşüşüyordu. Ayın ıslak ışığı, lavabonun üzerindeki saatin odayı dolduran tik-taklarının arasında ve sağa sola atmış olduğu giysilerin üzerinde gezinirken, zihninde tarifsiz şatafatlıkta bir evren yükseliyordu.Her gece, o renkli sahnelerin üzerine kapanarak onları unutturacak olan uyku gelene dek, bu düşlere bir yenisi eklenerek, bu evreni daha da genişletiyordu. Bir süreliğine onun yaratma gücü için bir çıkış noktası olan bu düşler, gerçeğin gerçekdışlılığına dair tatmin edici bir işaret sunarak, ona dünyanın temelinin  bir  peri  kızının  kanatlan  üzerine  atılmış  olduğunu  anlatıyordu.  Birkaç  ay  öncesinde, geleceğindeki şan ve şöhretin habercisi sayılabilecek bir içgüdüyle, Güney Minnesota’daki St. Olaf Lüteriyen Koleji’ne kaydını yaptırmıştı. Ancak sadece iki hafta devam ettiği bu okulu; kaderin davul seslerine ve hatta kaderin kendisine duyulan kayıtsızlık yüzünden, ayrıca okul masraflarını karşılamak için yaptığı kapıcılık işinden nefret ettiği için hayal kırıklığı içinde bırakmıştı. Yeniden Superior Gölü’ne dönmüş, o günden sonra, Dan Cody’nin yatını sığ sulara demir atmış halde görene dek iş aramıştı. 

O zaman ellilerinde olan Cody, Nevada’nın gümüş madenlerinden, Yukon bölgesinden gelmişti. 1875’ten  bu  yana  her  türlü  madenin  izini  sürmüş  gibiydi.  Montana  bakırlarından  milyonlar kaldırmıştı. Fiziksel sağlığı ve görünümü yerinde olsa da ruh sağlığı için aynı şey söylenemezdi. Bunu sezmiş olan sayısız kadın ise adamın servetine konmak uğruna büyük gayret sarf etmişti. Gazeteci Ella Kaye ile yaşadığı olaylı aşk macerasında da aynısı olmuştu. Cody’nin zaaflarını keşfeden Kaye’nin Madame de Maintenon tavırlarına girmesinin ardından adamcağızın paçasını kurtarmak adına yatıyla açılması, hadisenin gerçekleştiği 1902 yılında, magazin basınına da iyi malzeme vermişti. Little Girl Koyunda, James Gatz’ın kaderini değiştirecek o karşılaşma gerçekleşene dek Cody, tam beş yıl boyunca o koy senin bu koy benim dolaşıp durmuştu. 

Bu yat, kürekleri bırakarak parmaklıkla çevrilmiş güvertesine bakmakta olan Gatz için dünyadaki bütün güzelliklerin ve  şatafatın da  simgesiydi;  istediğini  alması  için başını  kaldırıp  da  adama gülümsemesi  yetmiş  olmalıydı  –gülümseyişinin  insanları  etkilediğini  zaten  uzun  zaman  önce keşfetmişti. Cody ona bazı sorular yöneltmiş, bu sorulardan birine verdiği yanıt ise o günden sonra kullanacağı yeni ismi olmuştu. Cody çocuktaki zekayı ve hırsı hemen fark etmişti. Birkaç gün sonra, Gatz’i Duluth’a götürüp ona mavi bir ceket, altı adet beyaz pantolon ve bir de yatçı şapkası aldı. Çok geçmeden  Tuolomee,   Batı   Hint  Adalarına,   Barbary   Sahillerine   doğru   yola   koyulduğunda, güvertesinde Gatsby de vardı. 

Yatta tam olarak ne yaptığının ayırtına varmak güçtü; kimi zaman kamarot, kimi zaman yardımcı kaptan oluyor, bazense katiplik, hatta gardiyanlık yapıyordu. Zira ayık Dan Cody, sarhoş olduğunda neler  yapabileceğini  çok iyi  biliyordu,  bu yüzden de  olası  rezillikleri  önlemesi  konusunda  gün geçtikçe Gatsby’e daha çok güveniyordu. Beş yıl boyunca bu şekilde yaşayıp gittiler; bu süre zarfında ise yat Avrupa kıyılarını üç defa dolandı. Bu yaşantı, Boston’a demir attıkları o gün Ella Kaye çıkıp gelmeseydi  ve  Dan Cody daha  bir  hafta  geçmeden hiç  de  misafirperver  olmayan bir  davranış sergileyerek ölüvermeseydi, muhtemelen daha da sürerdi. 

Kır saçlı, sert fakat ifadesiz yüzlü ve al yanaklı bu gösterişli adamın Gatsby’nin yatak odasında asılı olan o portresi hala gözümün önündedir. O, zevk düşkünlüğüyle nam salmış; Amerikan yaşantısının bir döneminde,  vahşi  sınır  bölgelerinin genelev  ve  batakhanelerin zorbalıklarını  doğu kıyılarındaki balara yeniden getirmiş olan uslanmaz bir hovardaydı. İçkiyle arasının iyi olmayışına da, dolaylı olarak Cody vesile olmuştu. Bazen o çılgın partilerde, kadınlar saçlarına şampanya boca ettiğinden, Gatsby sonraları içkiden uzak durmayı tercih etmişti. 

Meşhur mirasa gelince, Cody’den Gatsby’e altı üstü yirmi beş bin dolarlık kalmış ancak o, bu parayı bile alamamıştı. Avukatların nasıl bir dolap çevirerek mirasa dokunmasını önlediklerini hiç öğrenememişti. Cody’nin milyonları, Gatsby onlara elini dahi süremeden, olduğu gibi Ella Kaye’edevredilmişti.  Onun payına  ise  görüp  geçirdikleri  kalmış,  bu süre  zarfında  ise  silik dış  hatları sağlamlık ve kuvvetle dolarak, ortaya bir erkek çıkmıştı. 

Tüm bunları bana çok sonra anlatmıştı, yine de ataları hakkındaki gerçeklerle yakından uzaktan ilgisi olmayan dedikoduları çürütmek adına bunları anlatmayı uygun buldum. Üstelik bunları anlattığı o zamanlarda, kafam allak bullak olmuş, neye inanacağımı şaşıracak noktaya gelmiştim. Bu nedenle, yanlış anlamaları düzeltmek için, Gatsby’nin bir anlığına soluklandığı bu duraksamadan faydalanayım istedim. 

Aslında, aramızdaki ilişkide de bir duraksama olmuştu. Onu birkaç hafta süreyle ne görmüş, ne de onunla telefonla konuşmuştum. O zamanı çoğunlukla Jordan’ın peşi sıra New York’a giderek ve bunak teyzesinin gözüne girmeye çalışmakla geçiriyordum. Nihayet bir pazar günü öğleden sonra onu evinde ziyaret ettim, gireli daha iki dakika bile olmamıştı ki, birkaç kişi damladı. Tom Buchanan da bir şeyler içmek maksadıyla bu konukların peşine takılmıştı. Haliyle rahatsız olmuştum; bir yandan da bunun daha önce gerçekleşmemiş oluşuna şaşırmaktan kendimi alamıyordum. 

Tom, Sloan adında biri ve üzerinde kahverengi binici kıyafeti olan alımlı bir kadından oluşan bu üç kişilik bu grup; atla gezinti yaparlarken uğramıştı. Kadının buraya daha önce de gelmişliği vardı. 

“Uğramanıza çok memnun oldum,” dedi Gatsby, verandasında onların karşılarken, “ne hoş sürpriz, iyi ki geldiniz.” 

Sanki umurlarındaydı! 

“Lütfen buyurun, lütfen. Sigara mı puro mu alırsınız?” Odada gezinirken hizmetkarların ziline birkaç kez basmayı da ihmal etmedi, “Viskileri hemen hazırlatırım.” 

Tom’un   gelişi   karşısında   aslında   sarsılmıştı,   yine   de   onlara   ikramda   bulunmazsa   rahat edemeyecekti. Emin olmasa da, oraya sırf içki için geldiklerini tahmin edebiliyordu. Yine de Bay Sloane bir şey almadı. “Limonata?” 

“Hayır, teşekkürler.” 

“Biraz şampanya alın hiç değilse?” 

“Çok teşekkür ederim, almayayım.” 

“Gezinti nasıldı?” 

“Bu taraftaki yollar çok iyi.” 

“Ben otomobil tercih ediyorum – ” 

“Anlıyorum.” 

Sonunda Gatsby, bir yabancıymış gibi kendisiyle tanıştırılmış olan ve sessizce oturan Tom’a dönüp kendini zorlayarak: 

“Yanılmıyorsam,” diyebildi, “sizinle daha önce tanışmıştık Bay Buchanan.” 

“Ah, tabi” dedi Tom, nazik lakin huzursuz bir tavırla; anımsamadığı açıktı, “Evet ya, haklısınız, çok iyi hatırlıyorum.” 

“İki hafta kadar önceydi.” 

“Tamam, bizim Nick’le beraberdiniz.” 

“Eşinizi de tanırım” deyiverdi Gatsby bir anda, meydan okurcasına. “Sahi mi?” 

Tom bana dönüp, “Civarda mı oturuyorsun Nick?” diye sordu, “Hemen bitişikte.” 

“Ya, öyle mi?”Küstahça  bir  koltuğa  kurulmuş  olan Bay Sloane  sohbete  katılmıyordu.  Kadın da  pek bir  şey söylemiyordu. Ancak ikinci kadehinden sonra samimileşiverdi. 

“Bir sonraki partinize hep birlikte gelelim diyorum Bay Gatsby. Siz ne dersiniz?” 

“Buyurun elbette, çok memnun olurum.” 

“Çok naziksiniz, ne iyi olur,” dedi Bay Sloane, ancak pek de minnettar görünmüyordu, “Eh, artık kalksak ya?” 

“Rica ederim, bu ne acele?” diye ısrar etti Gatsby; kendimi biraz olsun toplamış, artık Tom’u daha iyi tanımak istiyordu, “Neden akşam yemeğine kalmıyorsunuz? New York’tan başka konuklar da gelecektir muhakkak.” 

“Siz benimle yemeğe gelseniz ya? Her ikiniz de,” dedi hanımefendi büyük bir içtenlikle, beni de kastederek. O esnada Bay Sloane ayağa kalktı, “Artık gidelim” dedi kadına. 

“Gelmenizi çok isterim,” diye ısrar etti kadın, “ciddi söylüyorum, masada çok yerimiz var.” Gatsby soran bakışlarla bana baktı; davete gitmek istediği belliydi ancak Bay Sloane’nın bundan hiç 

memnun olmayacağını anlamamıştı. 

“Korkarım ben size katılamayacağım,” dedim. 

“Bari siz gelin” diye Gatsby’e dönerek ısrarını yineledi kadın. 

Bay Sloane kulağına eğilip bir şeyler homurdandıktan sonra kadın yüksek sesle yanıtladı: “Hemen çıkarsak yetişiriz!” 

‘Benim atım yok” dedi Gatsby, “Ordudayken binmişliğim vardır ancak hiç at almadım. Yine de peşinizden otomobille gelebilirim. Bana bir dakika verin lütfen,” diyerek salondan ayrıldı. 

Biz de verandaya çıktık; Sloane ila kadın bir kenara çekilip hararetli bir konuşmaya daldılar. O esnada Tom; “Adamın sahiden geldiğine inanamıyorum,” dedi, “kadının istemediğini anlamıyor 

mu?” 

“İyi de kadın kendi ağzıyla söyledi istediğini.” 

“Bu geceki büyük bir ziyafet; konukların hiçbirini tanımaz ki,” ardından kaşlarını çatarak devam etti, “Daisy ile nerede tanışmış ki bu? Geri kafalı diyebilirsin ama bana kalırsa, günümüzde kadınlar ortalıkta fazla dolaşıyor. Sonra sağda solda böyle zıpçıktılarla tanışıyorlar.” 

Derken kadınla Bay Sloane merdivenleri inip atlarına atladılar. Sloane “Hadi, acele et!” diye seslendi  Tom’a,  “Çok  geciktik,  artık  çıkmalıyız.”  Sonra  bana  döndü  ve  “Kendisine  acelemiz olduğunu, bekleyemediğimizi iletin lütfen, olur mu?” dedi. 

Tom’la el sıkışarak, diğerleriyle ise soğuk bir jestle vedalaştık. Konuklar atlarını araba yolundan aşağıya  hızla  sürerek,  ağaçların arasında  henüz gözden kaybolmuştu ki  Gatsby elinde  şapka  ve pardösüsüyle kapıda belirdi. 

Tom, Daisy’nin tek başına gezip tozmasından işkillenmiş olacaktı ki, Gatsby’nin cumartesi gecesi verdiği partiye birlikte geldiler, O gece ortamdaki fark edilen o tuhaf gerginliğin sebebi muhtemelen Tom’du. Gatsby’nin o yaz vermiş olduğu onca partiden, bu sözünü ettiğim gerginlikten olsa gerek, aklımda bir tek bu kalmıştır. Her zamanki insanlar gelmişti – ya da daha doğrusu gelenler bilindik tipteki kişilerdi – yine şampanyamız bol, yine partiye renkli ve gürültülü bir kargaşa hakimdi; ancak ortamda  daha  öncekilerde  hissetmediğim tatsız bir  hava,  bir  türlü serbest kalmayan bir  gerilim hakimdi. Belki de kendine has ölçütleri ve tipleriyle, kendi dışındakileri önemsemediklerinden dış dünyaya rahatlıkla meydan okuyabilen West Egg’i, kendi içinde bir dünya olarak görmeye başlayarak bu partilere alışmıştım. O gece partideki herkese ve her şeye Daisy’nin gözünden bakıyordum. Kendideğer yargılarımıza aykırı bulduğumuz şeyleri, yeni bir bakış açısından görmek insanı her zaman üzüyordu. 

Daisy  ve  Tom geldiğinde  güneş  batmak  üzereydi.  O  renkli  kalabalığın arasında  hep  birlikte dolaşırken, Daisy harika sesiyle cıvıldayarak bir şeyler anlatıyordu. 

“Böylesi yerler beni öylesine heyecanlandırıyor ki” diye fısıldadı, “gecenin bir vakti beni öpmek istersen söylemekten çekinme Nick, bir çaresini buluruz. İsmimi söylemen kafi veya şu yeşil kartı göster…” 

“Etrafına baksana şöyle bir,” dedi Gatsby Tom’a. 

“Bakıyorum zaten, çok da eğleniyorum.” 

“Tanıdığın birçok ünlü göreceksin” “ 

Kendini beğenmiş bakışlarını çevresinde şöyle bir gezdirdikten sonra, “Geceleri çok çıkmayız ki” dedi, “itiraf etmeliyim ki, sen sorduğunda ben de bir kişiyi bile tanımadığımı düşünüyordum.” 

“Şu hanımı tanırsın muhakkak,” dedi Gatsby, çiçek açmış bir erik ağacının altında, insandan çok bir orkideyi anımsatarak ihtişamla oturan, son derece alımlı bir kadını göstermişti. Ancak filmlerde görebildikleri  bir  yıldızı,  karşılarında  kanlı  canlı  görmek,  herkes  gibi  Tom  ile  Daisy’i  de heyecanlandırmıştı. 

“Çok güzel bir kadın,” dedi Daisy 

“Yanında, ona doğru eğilmiş olan adam da yönetmenidir,” 

Daha sonra bir merasim havasında, onları o grup senin bu grup benim, dolaştırmaya başladı. “Bayan Buchanan, bu Bay Buchanan” dedikten sonra biraz duraksadı, “Bay Buchanan meşhur bir 

polo oyuncusudur.” 

Tom itiraz ederek araya girdi “Şaka yapıyor, değilim.”. 

Gatsby bu takdim biçiminden hoşlanmış olmalıydı ki, o gece Tom herkese, ‘meşhur polo oyuncusu’ olarak tanıştırılmıştı. 

“Bu kadar çok ünlüyü hiç bir arada görmemiştim’ diye bağırdı Daisy heyecanla, “Şuradaki adamı pek beğendim – adı neydi ki? Hani şu mavimsi burunlu…” 

Gatsby adamın kimliğini açıkladıktan sonra, küçük çapta bir yapımcı olduğunu da ekledi. 

“Her neyse, adamı beğendim işte.” 

Tom gülerek araya girdi, “Ben de meşhur bir polo oyuncusu olmayı artık bıraksam iyi olacak,” dedi. “Tüm bu ünlülerle karşı daha kayıtsız olmayı tercih ederim.” 

Daisy ile Gatsby dans ettiler. Gatsby’nin Fokstrot esnasında yaptığı  o zarif, ancak gösterişsiz figürler beni hayrete düşürmüştü; daha önce onu hiç dans ederken görmemiştim. 

Derken bahçeden süzülerek benim evimin bahçesine geçtiler ve kapının önündeki merdivenlerde yarım saat kadar oturdular. Ben de Daisy’nin ricası üzerine bahçede gözcülük yaptım; “Ne bileyim işte, sel gelir, yangın çıkar…” diye izah etmişti Daisy ricasının gerekçesini “Dünyanın bin bir türlü hali var, öyle değil mi?” 

Tom’un kayıtsızlığı geçmiş gibiydi, diğer konuklarla yemeğe otururken “Ben şuradaki grupla yesem gücenmezsiniz değil mi?” diye sordu, “İçlerinde biri var, adamda ne komik öyküler var bir duysanız!” 

Daisy, “Tabi git sen,” dedi güler yüzle, “birinin adresini alacak olursun, dur sana küçük altın dolma kalemimi de vereyim.” 

Kocası uzaklaşınca bana dönerek “kız biraz bayağı olsa da güzel” deyiverdi. Gatsby ile baş başa geçirdiği o yarım saatin dışında pek eğlenmediğini anlamıştım.Bizim masadaki  herkes  çakırkeyifti,  bunun sorumlusu da  bendim zira  o  masaya  gitmek benim önerimdi. Gatsby bir ara telefona çağrıldı, bense daha iki hafta önce beraber eğlendiğim bu kişilere bakıp; o zaman hoşuma giden şeylerin şimdi nasıl da canımı sıktığını düşünüyordum. 

“Sağlığınız kötü değil ya Bayan Baedeker?” 

Bu sorunun muhatabı olan kız, başını epeydir omzuma yaslanmaya çalışıyordu. İsmini duyunca başını kaldırıp gözlerini açmıştı, “Ne?” 

Daisy’e sonraki gün şehir kulübünde golf oynamaları üzerine ısrar eden, iri yapılı hımbıl bir kadın Bayan Baedeker adına yanıtladı, “Meraklanmayın, birazdan kendine gelir. Ne zaman beş altı kokteyl devirse, böyle oluyor. Oysa kendisine içkiyi bırakmasını kaç defa tembihledim.” 

“Ben artık içmiyorum ki,” diye kendisini savunacak oldu kız. 

“Tabi canım, feryatlarını duyunca durumu Doktor Civet’e bile bildirdim,” 

“Size müteşekkir olduğundan eminim ancak,” diye araya girdi başka biri, “yine de keşke başını havuza daldırmasaydınız, kızcağızın canım elbisesi sırılsıklam olmuş.” 

“Gerçekten nefret ettiğim bir şey varsa, o da kafamın havuza batırılmasıdır!” diye homurdandı Bayan Baedeker, “Bir defasında New Jersey’de beni az daha boğuyorlardı.” 

“O zaman siz de kati suretle bırakacaksınız alkolü” demeye yeltendi Doktor. 

“Sen asıl kendine bak!” diye çıkıştı Bayan Baedeker. “Senin ellerin titriyor be adam! Ameliyat olmam gerekse hayatta senin yapmana razı gelmezdim.” 

Tantana  böyle  sürüp gitti. Son anımsadığım, Daisy ile  yan yana, sinema  yönetmeniyle  meşhur yıldızını  izliyor  oluşumuz.  Hala  o  erik ağacının altındaydılar,  yüzleri  artık birbirlerine  o  denli yaklaşmıştı ki, cılız ay ışığı aralarından ancak sızabiliyordu. Muhtemelen adam bu duruma gelebilmek için gece boyunca ağır ağır kadına sokuldu, diye düşünmekten kendimizi alamamıştık. Biz öylece dikilmiş  onları  izlerken  yönetmen  bir  milimetre  daha  yaklaşmış  ve  nihayet  kadını  yanağından öpüvermişti. 

“Çok beğeniyorum bu kadını” dedi Daisy, “Şahane!” 

Ancak bu kadın haricindeki her şey sinirine dokunmuştu, rahatsızlığını davranışlarından ziyade duygularına yansıtıyor olması, bunu tartışmayı da olanaksızlaştırıyordu. Broadway’in, Long Island’ın bu balıkçı kasabasından türetmiş olduğu West Egg’den, bu eşine rastlanmaz ‘yerden’ tiksinmişti. O eski edebi kelamların ardındaki çiğ canlılık ve tüm bu insanları bir hiçlikten diğer bir hiçliğe en kısa yoldan sürükleyen bu yılışık kader karşısında dehşete düşmüştü. Bu basitliğin ardında, ne olduğunu kavramakta zorlandığı, korkunç bir şeyler görüyordu. 

Arabalarını beklerken onlarla beraber merdivenlerin dibine oturmuştum: Karanlıktı, açık sokak kapısından saçılan parlak ışık sabahın tatlı  alacakaranlığında  yalnızca  birkaç  metrekarelik alanı aydınlatmıştı. Ara sıra, giyinme odasının kapalı perdesine bir gölge vuruyor, sonra yerini, görünmez bir aynada pudrasını ve rujunu tazeleyen bir başka gölgeye bırakıyordu. 

“Bu Gatsby denilen adam kimin nesi?” diye sordu Tom aniden, “İçki kaçakçısı mı?” 

“Bunu da nerden duydun?” diye sordum. 

“Kimseden duymadım, ama besbelli. Bu yeni zenginlerin çoğunun içki kaçakçısı olduğunu sen de bilirsin,” 

“Gatsby değil” dedim kısaca. 

Cevap vermedi, yola döşenmiş çakıllar ayaklarının altında çatırdıyordu. “Öyle de, bu yabani hayvan sürüsünü toplamak için çok uğraşmış olmalı.”Rüzgar yakasındaki gri kürkü hafifçe dalgalandırırken Daisy; “En azından bizim çevremizdekilerden daha ilginç tipler” dedi, kendini zorlayarak. 

“Ama çok da ilgili görünmüyordun.” 

“Yo, ilgimi çektiler.” 

Tom gülerek bana döndü, “O kız Daisy’den kendisini soğuk duşun altına sokmasını istediği zaman Daisy’nin suratındaki ifadeyi gördün mü?” 

Daisy,  kısık  ve  ritmik  bir  fısıltıyla,  her  sözcüğüne  o  zamana  kadar  taşımadığı,  bir  daha  da taşımayacağı, yeni anlamlar kazandırarak, bir şarkı mırıldanmaya başlamıştı. Melodi yükseldiğinde sesi bozuluyor, sonra kontralto seslere özgü bir tarzda devam ederek, her değişen notayı, ruhunun sıcacık büyüsünü de ekleyerek, usulce bırakıveriyordu. 

“İnsanların çoğu davetsiz geliyor,” dedi birden, “o kız da onlardandı. Çat kapı geliveriyorlar, o da nezaketinden hiçbirini geri çevirmiyor.” 

“Kim olduğunu ve ne iş yaptığını gerçekten merak ettim,” diye ısrar etti Tom “ve sanırım bunu bir şekilde öğreneceğim.” 

“Hemen aydınlatayım seni,”  diye  yanıt verdi  Daisy, “İlaç  işinde,  daha  doğrusu ilaç-marketler zinciri var. Hepsini tek başına yapmış.” 

Geciken otomobil sonunda ağır ağır yaklaştı. 

“İyi geceler” dedi Daisy. Bakışlarını benden çevirip yılın sevilen şarkılarından olan ‘Sabahın Tam Üçü” isimli güzel ve kısa valsın melodilerinin geldiği, ardımızdaki açık kapıya baktı. Her şeye rağmen, Gatsby’nin bu gelişigüzel partilerinde, Daisy’nin dünyasında olmayan romantik olasılıklar da vardı. Şarkıda onu geri çağıran neydi? Bu karanlık, hesap edilemez saatlerde neler olacaktı? Belki de,  gencecik,  göz kamaştırıcı  ve  hatta  baş  döndürücü güzellikte  bir  kadın çıkagelecek ve  canlı bakışlarını Gatsby’e çevirecekti ve; anın büyüsüne kapıldıklarında ise, kim bilir belki de beş yıldır hiç eksilmemiş olan sadakati ve bağımlılığı bir anda uçup gidecekti. 

O gece geç saatlere kadar kaldım. Gatsby misafirleri el ayak çekene kadar beklememi istemişti. Ben de karanlık plajdaki kaçınılmaz yüzme partisinin, konukların donmuş bir vaziyette eve koşmalarıyla sonlanıncaya ve tüm misafir odalarının ışıkları sönünceye dek bahçede oyalandım. Sonunda yanıma geldiğinde  yüzünün güneş  yanığı  teni  alışılmadık biçimde  gerilmiş,  ışıltılı  gözleri  ise  yorgundu. Derken: 

“Hoşuna gitmedi,” dedi. 

“Tabii ki hoşlandı.” 

“Hayır, hiç beğenmedi,” diye ısrar etti, “zaten eğlenmedi de.” 

Sonra sustu, içini kaplamış olan hüznü hissedebiliyordum. 

“Ondan çok uzak hissediyorum kendimi” dedi, “ona anlatabilmek zor.” 

“Dansı mı kastediyorsun?” 

“Dans mı?” Parmağını şaklatıp dans ilgili her şeyi kafasından attı, “Hayır ahbap, dans hiç mühim değil,” 

Daisy’nin Tom’un karşısına çıkıp “Seni aslında hiç sevmedim” demesinden daha azına razı değildi. Bu cümlesiyle  onunla  geçen dört  yılı  sildikten sonra  daha  elverişli  çözümlerden birinde  karar kılacaklardı. Mesela, Daisy özgürlüğüne kavuştuktan sonra Louisville’e gidip orada evlenebilirlerdi; tıpkı beş yıl önce planladıkları gibi, Daisy kendi evinden evlenip çıkabilirdi. 

“Ama o bunları anlayamıyor” dedi, “eskiden böyle değildi, saatlerce oturup-”Devamını getiremedi, meyve kabuklarının atılmış olduğu, ezilmiş çiçeklerle kirlenmiş yolda bir ileri bir geri gidip gelmeye başladı. 

“Yerinde olsam çok fazla beklentiye girmezdim” dedim cesaretimi toplayarak, “geçmiş, geçmişte kalmıştır, geri getiremezsin.” 

“Geri getiremez miyiz!” diye çıkıştı kuşkuyla, “Hayır, tabii ki yapabiliriz.” 

Sanki o geçmiş evinin karanlık bir kuytusunda gizlenmiş de uzansa dokunacakmış gibi, çevresini çılgın bakışlarla süzdü, “Bunu yapacağım, her şeyi eski haline döndüreceğim,” dedi, inançla başını sallayarak, “Bunu o da görecek!” 

Sonra, uzun süre geçmişten konuştu; sanki kendisiyle, Daisy’e aşıkken gitmesiyle ilgili bir şeyleri onarmaya çalışmak istiyordu. Sonraki hayatı düzensiz ve karmakarışıktı; Ancak geçmişte belirli bir zamana kadar geri dönüp, sonra tüm o günlerin üzerinden yavaş yavaş, yeniden ilerlerse aradığını bulacağından ümitliydi. 

Beş yıl önce, yaprakların döküldüğü bir sonbahar gecesinde, sokaklarda gezinirken ağaçsız bir caddeye  gelip,  ay  ışığının  aydınlattığı  bir  kaldırımda  durmuşlardı.  Dönüp  birbirlerinin  yüzüne bakmışlardı. Yılda İki kez, ancak mevsimler dönerken karşılaşılan, o gizemli coşku serin geceye hakim olmuştu. Evlerin pencerelerindeki cılız ışıklar gecenin karanlığına süzülürken, yıldızlar sanki telaş içinde, durmaksızın kıpırdanıyordu; Gatsby gözünün ucuyla baktığında, gerçekten de kaldırım taşlarından oluşan bir merdivenin, ağaçların tepesindeki gizli bir diyara doğru tırmandığını görmüştü. Oraya  bir  tırmanabilseydi,  zirvede  onu bekleyen yaşamın özünü içine  çekip,  mucizelerin eşsiz sütünden de yudumlayabilirdi. 

Daisy’nin aydınlık yüzü kendisininkine yaklaşırken, kalbi delicesine çarpıyordu. Onu öpüp de o tarifsiz düşlerini  onun fani  nefesine  teslim ettikten sonra, zihnindekiler  bir  daha  asla, Tanrı’nın zihnindekiler  gibi  coşup oynamayacaktı, Bir  diyapazonun bir  yıldıza  vuran sesini  dinleyerek bu düşüncelerle bir an bekledi. Sonra onu öptü. Dudakları kavuştuğu anda, kız onun için bir çiçek gibi açmış ve yaradılış tamamlanmıştı. 

Ürkütücü duygusallığına rağmen, o bunları anlatırken bir şeyleri anımsamıştım; kim bilir ne vakit duymuş olduğum, çıkaramadığım bir melodi ile kayıp birkaç sözcük… Bir an ağzımın içinde bir sözcük biçimlenecek oldu. Sanki dilimin ucunda, ona dokunan bir tutam havadan fazlası varmışçasına, bir   dilsiz   misali   beyhude   kıpırdandı   dudaklarım.   Hayal   meyal   anımsadığım  o   sözcükler, söylenemeden kalakaldı. 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla