Pazar sabahı kıyı boyunca köylerde çanlar çalarken, dünya ile gözdesi Güneş, Gatsby’nin bahçesindeki çimenlerde neşeyle parıldıyordu.
Genç hanımlar “İçki kaçakçılığı yapıyormuş,” diyordu, ev sahibinin kokteylleri ile bahçesindeki çiçekler arasında gezinirken, “Zamanında Von Hindenburg’un yeğeni ve iblisin ikinci göbekten kuzeni olduğunu öğrenen birini öldürmüş. Şuradan bana bir gül koparsana şekerim, şu kristal kadehe de bir yudum bir şey koyuver.”
Bir defasında tren tarifesindeki boşluklara, o yaz Gatsby’nin evine gelip gidenlerin isimlerini yazmıştım. Başına ‘5.Temmuz.1922’de gerçekleşen program’ yazmış olduğum bu liste çok eskimiş, artık kat yerlerinden yırtılmaya başlamıştı. Yine de, solgun mürekkep hala okunabiliyordu ve muhtemelen Gatsby’nin konukseverliğini kabul edip de onu biraz olsun tanıma gayretini göstermemişbu insanlar hakkındaki genellemelerimden çok daha fazlasını anlatıyordu.
East Egg’den Chester Baker ile eşi, Leech’ler, Yale’den benim de tanıdığım Bunsen, geçtiğimiz yaz Maine’de denizde boğulmuş olan Doktor Webster Civet, Hornbeam’ler ve Willie Voltaire ile eşi. Sonra bir köşede toplaşıp yanlarına kim gelirse burun kıvıran kalabalık Blackbuck ailesi vardı, Ismay’ler, Chrystie’ler (daha doğrusu Hubert Auerbach ile Bay Chrystie’nin karısı) ve söylenildiğine göre bir kış günü bir anda saçları nedensiz beyazlaşmış olan Edgar Beaver.
Yanılmıyorsam, Clarence Endive de East Egg’dendi. Yalnızca bir kez gelmişti, üstünde beyaz bir golf pantolonu vardı ve bahçede Etty adındaki bir serseri ile kavgaya tutuşmuştu. Adanın daha uzak kesimlerinden gelenler de vardı; Cheadle’lar, O.R.P. Schraeder ’ler, Georgia’lı Stonewall Jackson Abrams. Fıshguard’lar ve Ripley Snell çifti. Snell ise hapse atılmadan daha üç gün önce Gatsby’deydi: öylesine sarhoş olmuştu ki, çakıl taşlı yolda sızmış, Bayan Ulysses Swett ise otomobiliyle sağ elini ezmişti. Dancie’ler de sık sık gelenlerdendi, daha o zaman altmış yaşını geçmiş olan S. B. Whitebait, Maurice A. Flink ve Hammerhead’ler, tütün ithalatçısı Beluga ile kızları da vardı.
West Egg’den Pole’lar, Mulready’ler, Cecil Roebuck, Cecil Schoen, Senatör Gulick, Par Excellence Film’in başkanı Newton Orchid, Eckhaust, Clyde Cohen, Don S. Schvvartz (oğul) ve Arthur Mc Carthy; bunların hepsi de bir şekilde sinema işinde olan insanlardı. Catlip’ler, Bemberg’ler, daha sonra karısını boğarak öldürmüş olan Maldoon’ın kardeşi G. Earl Maldoon da gelenler arasındaydı. Reklamcı De Fontano, Ed Legros ve James B. (Rot-Got) Ferret, De Jong ile karısı ve Ernest Lilly ise kumar için gelirdi; Ferret’in oyunu bırakıp bahçede dolanması meteliksiz kaldığına ve Associated Traction hisselerinin değer kaybedeceğine işaret ederdi.
Bir de Klipspiringer vardı, öyle sık gelirdi ki ona pansiyoner lakabını takmışlardı, açıkçası kalacak başka yeri olduğundan da şüpheliyim. Tiyatro dünyasından Gus Waize, Horace O’Donovan, Lester Myer, George Duckweed ve Francis Bull da konuklar arasındaydı. Ayrıca , Chrome’lar, Corrigan’lar, Kelleher ’ler, Dewar ’lar, Scully’ler, S W. Belcher, Smirk’ler, şimdi boşanmış olan genç Quinn’ler ve daha sonraları Times Meydanı’nda metro vagonunun önüne atlayarak intihar etmiş olan Henry L Palmetto ise New York’tan gelirdi.
Benny McClenehan her zaman dört kızla beraber gelirdi. Gerçi kızlar her defasında farklı olurdu ancak o denli birbirlerine benzerlerdi ki, mutlaka daha önce gelenlerle karıştırırdınız. İsimlerini unuttum; belki Jaqueline’di… Consuela ya da Gloria; Judy veya June da olabilir; soyadlarını sorduğunuzdaysa ya kulağa ahenkli gelen çiçek ve ay isimleri söylerler ya da sıkışınca kuzenleri olduklarını itiraf ettikleri ünlü Amerikalı kapitalistlerinden birinin aile isimlerini kullanırlardı.
Bu insanların yanı sıra, hiç değilse bir kez gelmiş olan Faustina O’Brein’ı, Baedeker ’ın kızlarını, savaşta burnundan vurulmuş olan genç Brewer ’ı, Bay Albrucksburger ile nişanlısı Bayan Haag’ı, Ardite Fitzpeters’i, bir zamanlar Amerikan Lejyonunun başındaki isim olduğu söylenen Bay P. Jewett’i, Bayan Claudiz Hipp ile ona eşlik eden şoförünü ve bizim Dük dediğimiz, ancak ismini tam olarak öğrenemeden unutmuş olduğum bir prensi de sayabilirim.
O yaz tüm bu insanlar Gatsby’nin evine gelmişti.
Temmuz sonlarına doğru, bir sabah saat dokuz sularında Gatsby’nin göz kamaştırıcı otomobili, üç notalı klaksonuyla sokağı çınlatarak ağır ağır yaklaştı ve evimin önündeki taşlı yolda durdu. Partilerinden ikisine katılmış, deniz uçağına binmiş ve ısrarları neticesinde özel plajından denize girmiş olsam da o; ilk kez benim evime geliyordu.
“Günaydın ahbap!” diye seslendi “Bugün öğle yemeğinde beraberiz ama öncesinde şöyle birgezintiye çıksak ya?”
Gençliğimizde fazla yük taşımamış ya da öylece oturmak yerine kuralsız, heyecanlı ve düzensiz oyunlar oynamış olmamızın getirdiği Amerikalılara özgü alışılmadık bir marifetle, arabasının çamurluğu üzerinde dengede duruyordu. Bu özelliği hep, resmi tavırlarının ardından patlak veren bir huzursuzluk kisvesinde kendini gösterirdi. Yerinde duramaz; muhakkak ya bir ayağıyla bir yerlere vurup tempo tutar ya da ellerini sabırsızca kımıldatırdı.
Arabasına hayranlıkla baktığımı görünce, “Güzel araba değil mi?” diyerek daha iyi görebilmem için çamurluktan atladı, “Bunu görmemiş miydin yoksa?”
Görmemek mümkün mü, elbette görmüştüm. Şapka, kumanya ve alet kutuları ile orasında burasında yükselen rüzgar siperlerinden oluşan labirentleriyle muazzam uzunluktaki arabanın, açık krem rengindeki nikel kaplaması güneşin altında göz kamaştırıyordu. Çok katmanlı ön camının ardında, adeta yeşil deriden bir seranın içine gömülerek, kente doğru yola koyulduk.
Son bir ayda onunla belki de en az beş altı defa sohbet etmeye çalışmıştım; ancak her seferinde söyleyecek pek bir sözü olmadığını düşünüp hayal kırıklığına uğramıştım. İlk tanıştığımızda üzerimde bıraktığı, gizemli biri olduğu yönündeki izlenim ağır ağır silinmiş; sonunda benim gözümde yalnızca bitişiğimdeki görkemli malikanenin sahibine dönüşmüştü.
Sıkıcı bir yolculuk olacak, diye düşünüyordum. Ancak West Egg’e daha varmadan, Gatsby o süslü cümleleri kullanmayı bırakmış, karamel rengi pantolonunun dizine kararsızca vurmaya başlamıştı. Derken bir anda bana döndü ve “Benim hakkımda ne düşünüyorsun, ahbap?” diye soruverdi. Afallamıştım, böylesi bir soruya uygun düşecek genellemelerle onu geçiştirmeyi denedim. “En iyisi sana hayatım hakkında birkaç hakikat anlatayım,” diyerek sözümü kesti. “Hakkımda anlatılan zırvalıklara kapılıp beni yanlış tanımanı istemem.”
Demek partilerini renklendiren, hakkındaki o ilginç dedikodulardan kendisi de haberdardı.
“Tanrı şahidimdir, sana anlatacaklarım harfiyen doğru,” derken sağ elini de kaldırarak yeminini pekiştirdi.
Orta Batılı zengin bir ailenin oğluyum, şimdi hiçbiri hayatta değiller. Amerika’da büyüdüm ancak tüm atalarım gibi ben de Oxford’da gittim, bu bizde bir aile geleneğidir.”
Yan gözle baktı; o anda neden Jordan Baker ’ın onun yalan söylediğini düşündüğünü anlamıştım: “Oxford’a gittim” derken, bu onun canını sıkmıyormuşçasına, sözcükleri ağzında boğarak yutarcasına gevelemişti. Şüphem yüzünden, anlattıkları da anlamını yitiriyor, hayatında sahiden de, biraz olsun tekinsiz bir şeyler olup olmadığı konusunda meraklanıyordum.
Sırf sormak için, “Orta Batı’nın neresindensin?” diye sordum.
“San Francisco.”
“Demek öyle.”
“Ailemdeki herkesi kaybedince bana büyük bir miras kaldı.”
Aniden tüm ailesini kaybetmiş oluşunun ona hala ıstırap verdiği sesindeki kederden de belli oluyordu. Hatta bir an, benimle kafa bulduğunu sanmış, ancak yüzüne baktığımda şaka yapmadığını anlamıştım.
“Sonra, Paris, Venedik, Roma ve Avrupa’nın bütün büyük kentlerinde, bir prens misali yaşadım; yakut başta olmak üzere değerli taşlar toplayarak, av partilerine katılarak ve yalnız kendim için de olsa, resim yaparak, uzun zaman önce yaşadığım o elem verici olayı unutma arzusuyla oyalandım durdum.”Gülmemek için kendimi zor zapt ediyordum. Anlattıkları öylesine bilindik hikayelerdi ki, ister istemez gözümün önüne, her tarafından bıçkı talaşı saçılarak Boulogne Ormanı’nda bir kaplanın izini sürmekte olan, kafası sarıklı bir tip geliyordu.
“Sonra savaş patlak verdi. Bu aslında benim için büyük bir teselliydi; ölmek için elimden geleni yaptım, ancak sanki yaşamım bir tılsımla korunuyordu. Savaş başladığında teğmendim. Argonne Ormanı’ndayken, iki makineli tüfek tugayını cephede öyle ilerletmiştim ki, arayı kapatamayan iki yanımızdaki piyade bölüklerine olan mesafemiz birer kilometreyi geçmişti. Tam yüz otuz asker ve on altı Lewis tüfeği ile iki gün iki gece bölgede kaldık; en nihayetinde piyadeler ulaştığında ceset yığınlarının arasında üç Alman tümeninin nişanını buldular. Binbaşılığa terfi edildim ve tüm müttefik ülkelerden, hatta şu Karadağ’dan bile onur nişanı aldım. Düşünsene, Adriyatik’teki o küçük Karadağ’dan!”
O küçük Karadağ’dan! Sözcükleri yüceltircesine, üzerlerine basa basa söylemişti, gülümsedi. Bu gülümsemeden, Karadağ’ın tarihindeki acılara ve halkının kahramanca mücadelesine yakınlık duyduğu anlaşılıyordu. Bu aynı zamanda onun, Karadağlıların sevgi dolu küçük gönüllerinden kopmuş olan bu nişanı, onların içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak değerlendirdiğinin de bir göstergesiydi. Kuşkularım artık büyük bir merakın içinde dağılıyor, bu ise bana onlarca dergiyi aceleyle karıştırmak gibi bir his veriyordu.
Elini cebine attı, ucunda bir kurdele bağlı olan bir madeni avucumun içine bıraktı.
“İşte, Karadağ’ın verdiği nişan bu” dedi. Gördüğümün hakiki bir nişana benzemesi karşısında afallamıştım. Üzerinde daire biçiminde ‘Orderi di Danilo. Montenegro Nicolas Rex’ yazıyordu.
“Arkasına da baksana.”
‘Binbaşı Jay Gatsby’e – Gösterdiği Üstün Kahramanlık için’
“Bir de şu var,” diyerek bir fotoğraf çıkardı cebinden “bunu da Oxford günlerimin anısına hep yanımda taşırım, Trinity Avlusunda çekildi. Solumdaki genç şuan Doncaster Kontu’dur.”
Fotoğrafta, arka fonda bir dizi kulenin göründüğü kemerli bir geçitte, spor ceketleri içinde altı genç adam vardı. Elinde bir kriket sopasıyla Gatsby de fotoğraftaydı; şimdiki halinden nispeten daha genç olsa da pek değişmemiş görünüyordu.
Demek anlattıkları doğruydu. Bu defa gözlerimin önünde, Venedik’te Büyük Kanal’ın kıyısındaki kaplan postlarıyla bezenmiş sarayında, parıldayan bir yakut sandığının kızıl derinliklerine yüreğini kemiren ıstırabı gömmeye çalışan bir adam canlanmıştı.
Kıymetli hatıralarını gururla cebine koyarken, “Senden önemli bir ricam olacak,” dedi, “zaten bu yüzden beni biraz olsun tanıman gerektiğini düşündüm. Alelade bir insan olduğumu sanmanı istemem. Senin de anlayacağın üzere, aslında başıma gelen o acı olayı unutmak adına oradan oraya böyle dolaşıp durduğumdan, kendimi çoğunlukla tanımadığım yabancıların arasında buluyorum.” Duraksadı, çok geçmeden “Ricamı ise sana öğleden sonra ileteceğim,” dedi.
“Yemekte mi?”
“Hayır, yemekten sonra. Bu arada Bayan Baker’ı çaya davet ettiğini duymadığımı sanma.”
“Yoksa, Bayan Baker’a aşık olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?”
“Ah ahbap, kesinlikle hayır! Lakin Bayan Baker incelik göstererek bu mesele ile ilgili seninle konuşmayı kabul etti.”
‘Meselenin’ ne olduğu konusunda hiçbir bir fikrim olmasa da o an meraklanmaktan çok öfkelendiğimi söylemeliyim. Benim Jordan’ı davet etme maksadım Gatsby ile ilgili konuşmakdeğildi. Üstelik nedense Gatsby’nin ricasının oldukça tuhaf olacağından neredeyse emindim. Bir an için, onun o kalabalık bahçesine hiç adım atmamış olmayı diledim.
Başka bir şey söylemeden konuyu kapatmıştı. Şehre yaklaşırken sessizliği büsbütün ağırlaştı. Roosevelt Limanı’ndan geçerken okyanusta ilerleyen kırmızı kemerli gemiler bir anlığına göründü, sonra 1900’lerden kalma, yaldızları solmuş ancak terk edilmemiş olan karanlık barlarının sıralandığı, Arnavut kaldırımlı izbe kenar mahallelerin içinden hızla geçtik. İki yanımızda uzanan Küller Vadisi’nden geçerken, büyük bir azimle ve canlılıkla pompa ile boğuşmakta olan Bayan Wilson’ı şöyle bir görebildim.
Long Island yolunu, Otomobilin çamurlukları kanat misali açılmış, ışık saçarak uçarcasına yarıladık. Ancak yarı yolda, köprü yolunun sütunlu virajlarını alırken, önce arkamızdan yaklaşmakta olan bir motosikletin o bilindik “pat-pat” sesleri duyuldu, sonra da öfkeden deliye dönmüş bir polis memuru yanımızda beliriverdi.
Gatsby “Tamam, anlaşıldı ahbap” diye seslendi, kenara çekti ve cüzdanından çıkardığı beyaz bir kartviziti adamın burnuna dayadı.
“Anlıyorum efendim,” dedi polis, şapkasına dokunup selam verdi, “Bir dahaki sefere sizi tanıyacağımdan kuşkunuz olmasın Bay Gatsby, affedersiniz.”
“O da neydi öyle? Oxford’dan bir resim mi gösterdin yoksa?” dedim.
“Emniyet müdürüne vaktiyle bir iyiliğim dokunmuştu, o da sağ olsun, her Noel’de bana tebrik kartı yollamayı ihmal etmez.”
Büyük köprünün kirişlerin arasından süzülen gün ışığı, üzerinde ilerleyen otomobillere vurup titreşirken, nehrin öte yakasında kesme şeker öbeklerine benzeyen beyaz binalarıyla şehir beliriverdi. Bu binaların hangi parayla yapıldığı meçhuldü, ne de olsa paranın kokusu yoktu2.
2 Yazar metinde, “non-olfactory money (kokmayan para)” deyişini kullanarak Latince “para kokmaz” anlamına gelen kalıplaşmış “Pecunia non olet” deyişine gönderme yapıyor. Bu deyiş, paranın kendi değerini kaynağından bağımsız olarak koruduğunu vurgular. Bazen de şaibeli kazançlara gönderme yapar. ÇN
Queensboro Köprüsü’nden her geçişimde New York’a, sanki şehri ilk kez görüyormuşum gibi bakarım; manzarası adeta dünyanın bütün gizemleri ve güzelliklerinin orada sizi beklediğini vaat eder.
Yanımızdan çiçeklere bezenmiş bir cenaze aracı geçti, sonra perdeleri kapalı iki araba ve hemen ardından, diğerleri kadar yaslı görünmeyen taşıtlar. Yolcuları acıklı gözlerle ve Güneydoğu Avrupa’ya has dar üst dudaklarıyla dönüp bize baktı. Bu kederli sahneye, Gatsby’nin görkemli arabasının da dahil olmasına sevinmiştim. Blackwell Adası’nı geçerken yanımızdan, beyaz bir şoförün kullandığı ve arkada son moda kıyafetleriyle ikisi kadın, biri erkek, üç siyahinin oturduğu bir limuzin geçti. Bizimle yarışmak istercesine, kibirli bakışlarını bize çevirdiklerinde, yüksek sesle bir kahkaha patlattım.
“Şu köprüyü de uçarcasına geçmiştik ya,” diye düşündüm içimden, “artık her şey olabilirdi… Hem de her şey!” Gatsby gibi bir adam bile olabiliyordu, artık ne şaşırtırdı ki.
Gürültülü öğlen saatlerinde, Gatsby ile 42’nci Cadde’deki, havalandırması iyi olan bir lokantanın bodrum katında öğle yemeği için buluştuk. Aydınlık caddeden içeri girdiğimde, gözlerimi kırpıştırarak etrafıma bakınırken onu hemen girişte gördüm, biriyle konuşmaktaydı.
“ Bay Carraway, bu arkadaşım Bay Wolfshiem.”
Yassı ve küçük burunlu Yahudi, irice kafasını kaldırdığında, ilk dikkatimi çeken burun deliklerindentaşmakta olan kıl yumakları olmuş, o loş ışıkta ancak bir süre sonra gözlerini ayırt edebilmiştim. “Ben de adama bir bakış attım,” dedi, bir yandan elimi kuvvetle sıkarken. “sonra ne yaptım
dersin?”
“Ne yaptınız?” diye sordum nazikçe. Ancak o benimle konuşmadığını, elimi bırakıp da görkemli burnunu Gatsby’e çevirerek belli etmişti.
“Parayı Katspaugh’a verdikten sonra, ‘Tamam Katspaugh’ dedim, ‘o zaman adam ağzını sıkıca kapatmadan, sakın ola ona tek kuruş verme!’ O da, o anda, oracıkta sesini kesti.”
Bay Wolfsheim yeni bir cümleye başlamak üzereydi ki, Gatsby ikimizin de koluna girerek bizi lokantanın iç kısımlarına doğru yönlendirdi, bunun üzerine adam söyleyeceğini yuttu ve yüzü bir uyurgezerin dalgın ifadesine büründü.
Şef garson yaklaşıp, “Viski alır mısın?” diye sordu.
“Burası güzel bir mekan” dedi Bay Wolfsheim, tavandaki kadın resimlerine bakarak, “yine de ben caddenin karşısındaki yeri tercih ederim,’
Gatsby garsona. “Evet, viski” dedikten sonra Bay Wolfsheim’e döndü; “Orası çok sıcak olmuyor mu?”
“Haklısın, sıcak ve küçük” dedi adam, “ancak hatıralarla dolu.”
“Bu sözünü ettiğiniz yer neresi?” diye sordum.
“Eski Metropole” dedi Bay Wolfsheim kendi kendine, “Ayrılıklarla dolu… Sonsuzluğa uğurladığımız nice dostların hatıralarıyla… Rosy Rosenthal’ın vurulduğu geceyi hiç unutamam. Altı kişiydik. Rosenthal gece boyu yiyip içmişti, neredeyse sabah olurken, garson ona yaklaştı ve tuhaf bir yüz ifadesiyle, dışarıda kendisiyle görüşmek isteyen birinin beklemekte oluğunu söyledi. Rosenthal, ‘Peki,’ diyerek kalkmaya yeltendiğinde, koluna yapıştığım gibi onu yerine oturttum ve ‘O it herifler seni çok istiyorsa ayağına gelsin, benim hatırım için, sen bir yere çıkma!’ dedim. “Saat dördü geçmişti; perdeler açılsa belki neredeyse havanın aydınlandığını görecektik.”
“Peki Rosenthal çıktı mı?” diye sordum safça.
“Çıktı ya!” Bay Wolfsheim’ın burnu bir hışımla bana döndü. “Hatta kapıya yaklaştığında bize dönerek, ‘Kahveme sahip çıkın, garson geri götürmesin!’ demişti. Sonra dışarıya çıkıp kaldırımdan indi, işte o anda adamlar karnına üç kurşun sıkıp tüydüler.”
“Ama dördü de yakalanıp elektrikli sandalyede idam edildi” dedim, anımsayarak. “Becker ’i de sayarsak beş” dedi, burun deliklerini bana doğru çevirerek, “Anladığım kadarıyla bir
takım iş bağlantıları kurmaya çalışıyormuşsunuz.”
Bu iki cümleyi birbirine bağlama tarzına doğrusu şaşırmıştım. Ancak bu soruyu benim yerime Gatsby yanıtladı, “Hayır, o bir başkası.”
“Öyle mi?” Hayal kırıklığına uğramışa benziyordu.
“Bu beyefendi benim bir dostum. O meseleyi daha sonra konuşacağımızı söylemiştim sana.” “Affedersin, demek ben yanlış anlamışım.”
Leziz yemeklerin gelmesiyle Bay Wolfsheim eski Metropole’in duygusal anılarını unutmuş, aceleyle yemeye koyulmuştu; arada bakışlarını etrafta gezdirmeyi de ihmal etmiyordu; son olarak arkasında oturanlara da dönüp göz ucuyla bakarak keşfini tamamladı. Muhtemelen ben olmasam eğilip masanın altına da bakacaktı.
“Bu sabah arabada, ” dedi Gatsby bana doğru eğilerek, “seni kızdırmadım ya?”
Yine o gülümseme vardı yüzünde! Fakat bu defa direnmeye kararlıydım, “Açıkçası sırlardanhoşlanmam,” diye yanıtladım, “benden ne istediğini neden açıkça söylemediğini anlamış değilim, Bayan Baker’ı aracı olarak kullanmak neden?”
“Aman ha, bunun tekinsiz bir iş olduğunu düşünme sakın!” diyerek beni cesaretlendirmeye çalıştı. “Biliyorsun ki Baker büyük bir sporcudur, asla yanlış işlere kalkışmaz.”
Derken saatine baktı, sonra birden yerinden fırladı ve beni Bay Wolfsheim ile baş başa bırakarak çıkıp gitti.
“Birine telefon etmesi gerekiyor,” dedi Wolfsheim onu gözleriyle izlerken, “Nasıl da hoş biri, değil mi? Çok yakışıklı, üstelik de tam bir beyefendi.”
“Evet.”
“Hem de Ogsfordluymuş!”
“Ya?”
“Evet, İngiltere’deki Ogsford Koleji’nden mezunmuş. Siz bilir misiniz Ogsford’u?”
“Duymuştum.”
“Dünyanın en ünlü okullarından biridir.”
“Gatsby’i ne zamandır tanırsınız?” diye sordum.
“Uzun yıllardır,” dedi gururla, “kendisiyle savaştan hemen sonra tanışma şerefine nail oldum. Karşımdakinin bir asil olduğunu anlamam için bir saatlik sohbet yetmişti. Kendi kendime, ‘İşte bu evine davet ederek annen ve kız kardeşinle tanıştırabileceğin türden bir beyefendi’ demiştim.” Bir an duraksadıktan sonra, “Görüyorum ki kol düğmelerime bakıyorsunuz,” dedi.
Aslında bakmıyordum ancak bu sözün üzerine haliyle baktım, fildişine benziyorlardı ancak her nedense çok tanıdık gelmişlerdi.
“Bunlar insan dişlerinin mükemmel örnekleri,” diyerek beni bilgilendirdi.
“Çok ilginç,” diyerek daha yakından inceledim, “Fevkalade bir fikir.”
“Gerçekten de öyle!” dedi ve manşetlerini ceketinin içine doğru çekiştirdi. “Ne diyorduk, ha evet, Gatsby kadınlar konusunda son derece özenlidir, arkadaşlarının eşlerine göz ucuyla bile bakmaz.”
Bu büyük itimada ve övgüye layık görülmüş olan Gatsby masaya döner dönmez, Bay Wolfsheim kahvesini bir dikişte bitirip aceleyle ayağa kalktı.
“Yemek bir harikaydı. Fakat kalıp da konukseverliğinizi kötüye kullanmak istemem, vakitlice kalkıp siz iki delikanlıyı baş başa bıraksam iyi olacak.”
“Lüzum yoktu Meyer,” dedi Gatsby yarım ağızla, Bay Wolfsheim ise bizi kutsayamaya hazırlanıyormuşçasına elini kaldırarak,
“Çok zarifsiniz ancak malum, kuşak farkı,” dedi ciddi bir tavırla, “Siz gençlerin baş başa konuşacak çok şeyiniz vardır; yaptığınız sporlar, görüştüğünüz hanımlar, sonra…” elini bir kez daha kaldırıp sallayarak meçhul bir imada bulunduktan sonra, “bense ellisine merdiven dayamış bir adamım, bizden geçti artık… Daha fazla zamanınızı almayayım.”
Sonra ellerimizi sıktı, tam dönerken o tuhaf burnu titriyormuş gibi göründü gözüme; acaba kalbini kıracak bir şey mi söyledim, diye düşündüm.
“Zaman zaman böyle duygusallaşır işte,” diyerek durumu izah etti Gatsby, “bu da anlaşılan öyle günlerinden biri. New York’ta tanınır ancak, aslında Broadway’dendir.”
“Ne iş yapıyor? Aktör mü yoksa?” “Ah, hayır.”
“Dişçi?”“Meyer mi? Daha neler! Kumarbazdır,” dedi ve bir anlık tereddüdün ardından serinkanlılıkla ekledi, “1919 Beysbol Turnuvası’na şike karıştıran odur.”
“Turnuvaya şike mi karıştırdı?” diye tekrarladım.
Duyduğum karşısında şaşkındım. Elbette 1919 Turnuvası’ndaki şikeden haberdardım, ancak muhtemelen uzun bir zincirin halkası olduğunu sandığımdan, sadece oluvermiş, diyerek geçiştirmiş, çok da üstünde durmamıştım. Bu işin tek kişinin başının altından çıktığını, onun da bir kasa hırsızının dakikliği ve ustalığıyla, elli milyon insanı oyuna getirebileceği aklımın ucundan geçmezdi.
Biraz sonra, “Nasıl yapmış?” diye sordum.
“Sadece fırsatı görüp, değerlendirmiş.”
“Peki neden içeride değil?”
“Kanıtlayamıyorlar ki ahbap. Ne cin adamdır o!”
Hesap için ısrar ettim; garsonun paramın üstünü getirdiği esnada, kalabalık lokantanın diğer ucunda oturan Tom Buchanan’ı gördüm.
“Bana eşlik eder misin?” dedim Gatsby’e, “Birine selam vermem gerek.”
O esnada Tom bizi gördü ve yanımıza gelmek için birkaç adım attı.
“Nerelerdesin sen?” diye çıkıştı, “Daisy uğramıyor oluşuna çok kızıyor, haberin olsun.”
“Bu Bay Gatsby, bu da Bay Buchanan,” diyerek tanıştırdım.
Onlar el sıkışırken; Gatsby’nin yüzünde, daha önce hiç görmediğim bir utanç ifadesi fark etmiştim. “Nasılsın bakalım?” diye sordu Tom, “Bunca yolu sırf yemek için gelmedin ya?”
“Bay Gatsby ile birlikteyim” diyerek döndüm, ancak Gatsby ortadan kaybolmuştu.
•••
“1917 yılı, bir ekim sabahıydı – (diye başlamıştı söze Jordan Baker, aynı günün öğleden sonrasında, Plaza Otel’in çay bahçesindeki dik sandalyelerden birinde dimdik otururken) – biraz kaldırımın, biraz çimenlerin üzerinden yürüyerek bir yerlere gidiyordum. Doğrusu ayağımdaki İngiliz ayakkabıların kauçuk tabanlarının yumuşak toprağa gömülüşünden hoşlandığımdan, daha çok çimenlerden yürüyordum. Pilili eteğim ne zaman rüzgarda havalanacak gibi olsa, evlerin ön cephesine asılmış olan kırmızılı, mavili, beyazlı bayraklar da yükseliyor, benimle dalga geçercesine pat-pat- pat sesleriyle dalgalanıyordu.
“Hem bayrakların hem de bahçelerin en büyüğü, Daisy Fay’in evinine aitti. Benden iki yaş büyüktür, yani o zaman on sekizindeydi. Louisville’in en gözde kızıydı. Daima beyazlar içindeydi, hatta bir de beyaz, üstü açık arabası vardı. Her gün, durmaksızın evlerindeki telefon çalar, kent civarındaki kampta eğitimde olan genç subaylar, ondan bir randevu koparmak için birbirleriyle yarışırdı; aslında bir saatliğine buluşmaya bile razıydılar.
“O sabah evinin önünden geçerken, beyaz arabasının kaldırımın yanında park halinde olduğunu gördüm. Daisy de içinde, ilk kez o gün gördüğüm bir teğmenle beraber oturuyordu. Birbirine öyle dalıp gitmişlerdi ki, aramızda iki adım kalana kadar Daisy yaklaştığımı farkına varmamıştı.
“Birden, ‘Ah, Merhaba Jordan’ diye seslendiğini duydum, açıkçası bunu hiç beklemiyordum, ‘Gelsene!’
“Benimle konuşmak istemesi, beni onurlandırmıştı; zaten benden büyük olan kızlardan en çok ona hayrandım. ‘Kızıl Haç’a, sargı bezi paketlemeye mi gidiyorsun,’ diye sordu. Onayladım. O günkendisinin gelemeyeceğini iletmemi istemişti. O benimle konuşurken, yanındaki teğmen onun yüzüne öyle bir hayranlıkla bakıyordu ki, her genç kız hiç yoktan ara sıra kendisine böyle bakılmasını isterdi. Bakışları öylesine romantikti ki, o sahneyi hiç unutmadım. O teğmenin adı Jay Gatsby idi. Sonraki dört yıl, onu bir daha hiç görmedim. Hatta dört yılın sonunda, Long Island’da tanıştırıldığımızda onun o teğmen olduğunu bile anlayamadım.
“Bu anlattığım 1917’de olmuştu. Bir yıl sonrasında artık benim de peşimde birkaç hayranım vardı. Bu arada golf turnuvalarında oynamaya başlamıştım, bu nedenle Daisy’i pek az görür oldum. İnsan içine çıkarsa da, ancak bizden yaşça büyük arkadaşlarıyla beraber olurdu. Onu pek görmesek de, sürekli olarak hakkındaki çılgın dedikoduları işitirdik. Mesela söylenilenlere göre bir kış gecesi, deniz aşırı göreve gidecek olan bir subayla vedalaşmak için, New York’a gitmek üzere valizini hazırlarken annesine yakalanmıştı. Elbette gitmesine mani olunmuştu. Bunun üzerine Daisy’nin ailesine küsüp haftalarca konuşmadığı anlatılırdı. Hatta dedikoduya göre Daisy, o zamandan sonra bir daha hiçbir askerle görüşmemiş; yalnızca düztaban ya da miyop olduklarından askere alınmamış olan gençlerle çıkmıştı.
“Sonbaharda eski neşesine kavuşmuştu. Barışın imzalanmasının ardından, onuruna bir balo verilerek resmen sosyeteye tanıtıldı. Şubat ayında New Orleans’dan biriyle nişanlanmış olduğunu işittik. Haziran’da ise Louisville’de, eşi benzeri görülmemiş, görkemli bir törenle Chicago’lu Tom Buchanan ile evlendi. Damat yanında yüz kişi ile birlikte, dört özel araçla geldi, Muhlbach Oteli’nin bir katını tamamen kapattı; törenden bir gece önce de, Daisy’e üç yüz elli bin dolarlık, inci bir gerdanlık taktı.
“Gelinin nedimelerindendim. Düğün yemeğinden yarım saat önce odasına çıktığımda, onu Haziran güneşi kadar alımlı göründüğü çiçekli elbisesinin içinde, yatağına uzanmış bir vaziyette buldum. Dut gibi sarhoştu; bir elinde bir Sauterne şişesi, diğer elinde ise bir mektup vardı.
‘Beni tebrik etmeyecek misin’ dedi dili dolanarak, ‘Bugüne kadar hiç içmemiştim, meğer ne güzel şeymiş.’
‘Daisy, neyin var?’
“Çok korktuğumu itiraf etmeliyim, o ana kadar bir kızı hiç o halde görmemiştim. ‘Gel canım,’ diyerek beni yanına çağırdı, sonra yatağının üzerinde duran sepeti el yordamıyla bulup içinden inci gerdanlığı çıkardı, ‘Al şunu götür, sahibine iade et, ona da fikrimi değiştirdiğimi söyle, ‘Daisy evlenmeyecekmiş de!’
“Hıçkırıklara boğuldu; ağladı da ağladı. Dışarı fırladım, annesinin oda hizmetçisini buldum, sonra kapıyı kilitleyip Daisy’i soğuk duşun altına soktuk. Ancak elindeki mektubu bırakmaya ikna olmamış, banyoya da onunla girmişti. Ancak avucunda sıkıştırdığı ıslak mektup top haline gelip, parça parça dökülmeye başlayınca, o topağı elinden alıp sabunluğa koymama müsaade etmişti.
“Ardından tek kelime olsun konuşmadı. Ona amonyak koklattık, başına buz torbası koyduk, sonra da elbisesini giydirdik. Yarım saat sonra, boynunda inci gerdanlığıyla odasından beraber çıktık, mevzu kapanmıştı. Ertesi gün akşamüstü, saat beşte, sesi dahi titremeden Tom Buchanan’la evlendi. Ardından kocasıyla Güney Pasifik’e, üç ay sürecek balayı tatiline çıktı.
“Dönüşlerinin ardından, Santa Barbara’da görüştüğümüz vakit, kocasını bu denli seven başka bir kız olamayacağını düşünmüştüm. Tom bir dakikalığına olsun odadan çıksa huzursuzlanır, sağına soluna bakınarak Tom’u aramaya başlar, yüzündeki o ifade ise adam yeniden odaya dönene kadar silinmezdi. Kumsalda, Daisy Tom’u dizine yatırır, saatlerce adamın göz kapaklarında parmaklarını gezdirir, dokunurken de sonsuz bir aşkla onun yüzünü izlerdi. Onları beraber gördüğünüzde etkilenirdiniz.Gerçi biraz gülünç gelirdi ancak yine de halleri büyülerdi insanı. Bu anlattıklarım Ağustos ayında oluyordu. Santa Barbara’dan ayrıldıktan bir süre sonra Tom’un, Ventura yolunda bir araba kazası geçirdiğini okudum. Arabasının ön tekerleği fırlamıştı; gazeteler haliyle yanındaki, kolu kırılmış olan kızdan da bahsediyordu – bu kız kaldıkları otelin kat hizmetlilerinden biriydi.
“Nisanda Daisy dünyaya bir kız çocuğu getirdi ve ailece bir yıllığına Fransa’ya gittiler. Onlarla bir bahar günü Cannes’ta, daha sonra ise Deauville’de karşılaştım. Sonra aile Chicago’ya döndü ve oraya yerleşti. Sen de bilirsin, Daisy orada çok sevilirdi. Çevresinde hep, zengin, genç, hızlı yaşayan ve çılgın tipler vardı. Yine de ismi, belki de içki içmediğindendir, hiçbir skandala karışmadı. Çok içen insanların yanında ayık kalmak her zaman faydalıdır. Her şeyden önce dilinizi bağlar, fazla gevezelik etmezsiniz. Daha da güzeli insanın kendi kusur ve yanlışlarını örtebilmesidir, nasılsa kimsenin sizi görecek hali olmaz. Zira görseler de umursamazlar. Daisy belki de bir aşk macerasına hiç karışmamıştı. (Bunu söylerken sesinde bir şeyler vardı sanki)
“Uzatmayalım, altı hafta kadar önce yıllardan sonra ilk kez Gatsby adını işitti. Hani sana West Egg’den Gatsby’i tanıyıp tanımadığını sormuştum, hatırladın mı? İşte o gün sen ayrıldıktan sonra Daisy odama geldi, beni uyandırarak “Hangi Gatsby?” diye sordu. Uyku sersemi adamı tarif ettiğimde, esrarengiz bir tavırla onun eski bir tanıdığı olabileceğini söyledi. İşte ancak o zaman, Gatsby ile onun beyaz arabasında görmüş olduğum teğmeni ilişkilendirebilmiştim!”
“Jordan Baker hikayesini bitirdiğinde Plaza’dan ayrılalı yarım saat olmuş; faytonla Central Park’tan geçiyorduk. Güneş, sinema yıldızlarının yaşadığı West Fifties’in yüksek binaların ardından batmaktaydı. Çimenlerde ağustos böcekleri gibi çoktan toplaşmış olan kızların neşeli cıvıltıları, o sıcak alacakaranlıkta yükseliyordu.
•••
Ben Arap Şeyhiyim
Kalbin artık benim
Sen uyurken geceleyin
Çadırına geleceğim…
“Tuhaf rastlantı,” dedim.
“Aslında rastlantı değil!”
“Nasıl yani?”
“Gatsby zaten o malikaneyi, koyun diğer yakasındaki Daisy’nin evinin tam karşısına rastladığı için bilerek almış.”
“Demek o Haziran gecesinde karanlıkta uzanmaya çalıştığı sadece yıldızlar değildi.” Birden Gatsby, o amaçsız ihtişamın içinden sıyrılarak, yaşam bulmuş gibi göründü gözüme.
“Senden ricasına gelince,” diye devam etti Jordan, “tek istediği bir gün Daisy’i evine davet etmen ve tabi kendisini de kabul etmen.”
Ricasındaki tevazu beni hayrete düşürmüştü: Beş yıl boyunca beklemiş, ardından yıldızlar misali parıldayan ışığıyla gece pervanelerini başına üşüştürecek olan o ihtişamlı malikaneyi almıştı. Bütün bunlar sırf onunla, bir yabancının bahçesinde bir öğle vaktini geçirmek için miydi?
“Böylesi küçük bir isteği yanıtlamak için, tüm bunları öğrenmeme ne gerek vardı?”
“Korkuyor. Öyle çok beklemiş ki. Senin güceneceğinden çekiniyor. Sonuçta tüm o davranışlarınınardında, nihayetinde o da bir delikanlı.”
Aklıma bir şey takılmıştı.
“Neden bu buluşmayı senin ayarlamanı istemedi ki?”
“Çünkü Daisy’nin, evini görmesini istiyor,” diye izah etti, “senin evin de onunkine bitişik.”
“Ah, anladım!”
“Muhtemelen vermiş olduğu partilerden birine, Daisy’nin kendiliğinden çıkıp gelmesini umuyordu,” diye devam etti Jordan, ‘ Fakat bu hiç olmadı. Sonra hislerini gizlemeye çalışarak etrafa onu tanıyıp tanımadığını sormaya başladı. Bulduğu ilk kişi de bendim. O gün seninle rastlaştığımız partide, benimle özel olarak görüşmek istediğini anımsarsın. Halini görmeliydin, lafa girmek için geveleyip durdu. Durumu anladığımda, New York’ta bir öğle yemeği ayarlamayı önerdim, ancak küplere bindi. ‘Onunla o kadar uzakta, kuytu köşelerde buluşmak istemiyorum,’ diye çıkışmıştı, ‘onunla bitişiğimdeki, hemen yanı başımdaki evde görüşmek istiyorum.’
“Senin Tom’un ahbabı olduğunu öğrendiğinde, planından cayar gibi oldu. Her ne kadar Daisy ile ilgili bir haber vardır umuduyla yıllardır Chicago’nun tüm gazetelerini okuyor olsa da; Tom’u pek tanımıyor.”
Hava artık kararmıştı, küçük bir köprünün altından geçerken, kolumu altın rengi omzuna dolayıp onu kendime doğru çektim ve beraber yemeğe gitmeyi önerdim. Birden Daisy de, Gatsby de uçup gitmişti aklımdan; o an tek düşünebildiğim, kolumun altında bana fütursuzca sokulmuş olan bu temiz, zorlu, kontrollü ve biraz da şüpheci kızdı. Kafamın içinde, baş döndürücü bir heyecanla şu sözler dönüp duruyordu, “Yalnızca kaçanlar ve kovalayanlar, meşguller ve bitkinler vardır.”
“Daisy’nin hayatının biraz olsun renklenmesi lazım” dedi Jordan.
“Gatsby’le görüşmek istiyor mu?”
“Onun bu buluşmadan haberi yok ki, Gatsby bilmesini istemiyor. Sana düşen sadece onu çaya davet etmek.”
Karanlık bir koruluğu aştığımızda, ön cephesinden dökülen solgun ışık huzmeleri parka kadar ulaşan, 59’uncu Cadde’yi görebiliyorduk. Gatsby’nin ya da Tom Buchanan’ınki gibi, yüzünün hayali karanlık pervazlarda ya da ışıldayan tabelalarda uçuşan bir sevgilim olmadığından, ben de yanımdaki kızı kendime çekerek onu sıkıca sardım. O solgun ve alaycı dudaklarında bir gülümseme belirince, bu defa yüzünü yüzüme yaklaştırarak, ona daha da sokuldum.
Yorumlar