Bölüm 2

34 0 6 Eylül 2024

West Egg ile New York yolunun hemen hemen yarısında karayolu, o ıssız bölgeden geçmemek için demiryolu ile kavuşur ve dört yüz metre kadar ikisi yan yana ilerler. Burası küller vadisidir. Küllerindağ sırtlarında, tepelerde ve tuhaf bahçelerde buğday gibi bittiği acayip bir çiftliktir adeta. Öyle ki bu küller evlerin, bacaların ve bacalardan tüten dumanın; en nihayetinde de akıl almaz bir gayretle, tozlu havanın içinde zaten ufalanıp dağılacakmışçasına, belli belirsiz gezinen insanların biçimini alır. Ara sıra gri renkte bir dizi kamyon, görünmez bir yol boyunca ağır ağır ilerler ve korkunç bir fren sesiyle durur, derken ellerinde kurşuni küreklerle kül renginde insanlar beliriverir ve orada ne yapmakta olduklarını perdeleyen yoğun bir toz bulutunu kaldırırlar. 

Yine de çok geçmeden, bu gri toprakların ve ortalıkta durmaksızın dalgalanan kasvetli toz bulutunun üzerinde, Doktor T. J. Eckleburg’un gözlerini fark edersiniz. Bu mavi gözler muazzam büyüklüktedir, göz bebeklerinin genişliği yarım metreyi geçer; ancak bir yüzün içinden değil de, var olmayan bir burnun üzerinde durduğu varsayılan, kocaman sarı bir gözlüğün ardından bakarlar. Muhtemelen bu tabelayı oraya, Queens kasabasındaki müşterilerini artırmak isteyen muzip bir göz doktoru asmış, sonra ya kendisi de ebedi körlüğe gömülmüş ya da onu burada unutarak çekip gitmişti. Güneşin ve yağmurun  altında,  boya  görmeden  geçirdiği  onca  zamanın  ardından  şimdi,  bu  gözler  kararmış bakışlarla kasvetli bir mezbeleye bakıyordu. 

Küller vadisinin bir tarafında küçük ve pis bir nehir uzanır, üzerindeki açılır köprü mavnaların geçmesine izin vermek için kaldırıldığında, bekleyen treninin içindeki  yolcuların bu iç karartıcı manzaraya yarım saat boyunca bakmak zorunda kaldığı olur. Her tren bir dakikalığına da olsa burada muhakkak durur; benim Tom Buchanan’ın metresiyle tanışmama da böyle bir an vesile olmuştu. 

Bir   metresi   olduğu  haberi   zaten  dillerdeydi.  Ahbapları   Tom’un,   kadınla   beraber   gözde restoranlarda  boy  göstermesine,  hatta  onu  masada  bırakıp,  sağda  solda  çene  çalarak  ortalıkta gezinmesine içten içe kızıyordu. Bu kadını merak etsem de onunla tanışmaya hiç de can atmıyordum; yine de bu olmuştu. Bir öğleden sonrası Tom’la beraber New York’a gidiyorken, kül yığınlarının yakınında durmuştuk ki, bir anda yerinden fırladı ve kolumdan tutuğu gibi beni vagondan adeta zorla indirdi. 

“İnelim,” diye tutturmuştu, “seni  benim kızla tanıştıracağım.” Muhtemelen yemekte içkiyi  fazla kaçırdığından,  ona  eşlik etmem konusundaki  ısrarı  neredeyse  zorbalığa  dönüşmüştü.  Bunun için oldukça kibirli bir gerekçesi de vardı; pazar öğleden sonrasında yapacak daha iyi bir işim olabilir miydi? 

Peşinden demiryolunun beyaz badanalı alçak çitini aştım, yol boyunca Doktor Eckleburg’un sabit bakışları altında yüz metre kadar gerisin geri yürüdük. Görünürdeki tek yapı; mezbelenin hemen kenarındaki, bir ana caddedeymiş gibi birkaç bitişik binadan oluşsa da ötesinde hiçbir şey olmayan, sarı  tuğlalı  bir  bloktu.  Bu yapıdaki  üç  dükkandan ilki  kiralıktı,  ikincisi  ancak küllü bir  yoldan ulaşılabilen bir sabahçı lokantasıydı, sonuncusu ise bir otomobil garajıydı: Tamir işleri, GEORGE B; WILSON, Otomobil alınır satılır. 

Tom’un peşinden girdim. İçersi gösterişsiz, hatta neredeyse tamtakırdı. Görünürdeki tek otomobil hurdaya dönmüş, üstü tozla kaplı bir Ford’du, o da gözlerden uzakta karanlık bir kuytuya sinmişti. Tam bu izbe tamirhanenin, arkada bir yerlerde dayalı döşeli, romantik aşk yuvalarını gizleyen bir paravan olduğunu düşünmeye  başlamıştım ki,  ellerini  bir  bezle  temizlemekte  olan garaj  sahibi yazıhanenin kapısında beliriverdi. Sarışın adam solgun benizli ancak yakışıklı sayılırdı. Bizi görünce açık mavi gözleri umutla parladı. 

“Merhaba Wilson, seni ihtiyar,” dedi Tom, adamın omzuna neşeyle vurdu, “İşler nasıl gidiyor bakalım?” 

“Bir yaramazlık yok” dedi Wilson çok da inandırıcı olmayan bir tavırla. “O arabayı bana ne zamansatıyorsun?” 

“Önümüzdeki hafta. Adamım bu sıralar o işle ilgileniyor.” 

“Acaba biraz ağırdan mı alıyor?” 

“Kesinlikle  hayır!”  dedi  Tom soğukça  “şayet böyle  düşünüyorsan, belki  de  arabayı  başkasına satmalıyım.” 

“Hayır, benim kastettiğim,” dedi Wilson telaşla “sadece – ” 

Devamını getiremedi, sabırsızca etrafına bakındı. O esnada merdivenlerden ayak sesleri geldiğini işittim, derken ofisin kapısında duran bir kadının biraz irice olan vücuduyla, ışığı engellediğini fark ettim. Otuzlarının ortasındaydı, epeyce dolgun olsa da fazlalıklarını çok az kadının yapabileceği şekilde, fevkalade güzel taşıyordu. Lacivert benekli krepdöşinden elbisesinin üzerindeki yüzünün, olağandışı bir güzelliği yoktu, buna karşın bedeninden, daha ilk bakışta fark edilen, sanki vücudunda bulunan her  sinir  için için yanıyormuş  gibi,  müthiş  bir  canlılık yayılıyordu.  Gülümsedi,  kocası görünmezmiş gibi adamın yanından öylece geçip yaklaştı, Tom’un elini sıkarken gözlerine uzun uzun baktı. Dudaklarını  ıslattı  ve dönüp de bakmadan, kısık ancak kaba bir  sesle kocasına seslendi: “Neden birkaç sandalye getirmiyorsun? Baksana, insanlar ayakta bekliyor!” 

“Ah tabi, hemen,” dedi Wilson, telaşla küçük yazıhaneye girdikten sonra, beton rengi duvarlara karışıp yok oldu. Tom’a sokulmakta olan kadın dışında, çevrede bulunan her şeyi kaplayan külden toz bulutu, adamın koyu renkli takımını ve solgun saçlarını da örterek gözden kaybetmişti. 

“Seni görmeliyim!” dedi Tom ısrarla. “Bir sonraki trene yetiş.” 

“Olur.” 

“Aşağıdaki gazete bayiinin önünde buluşalım.” 

Kadın başını salladı ve George Wilson’un iki sandalye ile yazıhanenin kapısında görünmesiyle, Tom’dan uzaklaştı. 

Yolun aşağı tarafında, gözlerden uzak bir köşede bekledik. 4 Temmuz’a birkaç gün vardı; kara kuru, sıska bir İtalyan çocuk, o esnada raylara çatapat diziyordu. 

“Nasıl da korkunç bir yer, değil mi?” dedi Tom, Doktor Eckleburg’la karşılıklı bakışırken. 

“Berbat!” 

“Çıkmak ona da iyi gelecek.” 

“Kocası itiraz etmez mi?” 

“Wilson mu? Onun New York’taki kız kardeşini görmeye gittiğini sanıyor. Dünyadan haberi yok o budalanın!” 

Böylelikle; Tom ve metresi ile birlikte New York’a doğru yola koyulduk; gerçi birlikte olduğumuz da pek söylenemezdi, çünkü Bayan Wilson başka bir kompartımanda yolculuk etmişti; Tom en azından trende rastlayabileceğimiz East Egg’lileri biraz olsun dikkate almıştı. Kadın bu esnada kıyafetini de değiştirmişti, Tom’un yardımıyla trenden inerken esneyerek geniş kalçalarını ortaya çıkarmış olan dar,  kahverengi  desenli,  müslin bir  elbise  vardı  üzerinde.  İstasyondaki  gazete  bayisinden Kent Dedikoduları adlı bir dergi ile bir sinema magazini; eczaneden ise bir krem ile ufak bir şişe parfüm aldı. Üst kattaki gürültü ve karanlığın içinde, dört taksiyi geri çevirmesinin ardından nihayet gri döşemeli, eflatun renkli bir taksiyi beğendi. Sonunda istasyonun kalabalığından kurtulup gün ışığına çıkıyorduk  ki,  aniden  dışarıyı  izlediği  pencereden  yüzünü  çevirdi,  öne  eğilerek  camı  tıklattı. “Şuradaki köpeklerden birini istiyorum,” dedi kararlı bir sesle, “dairede kalır; böyle bir köpek almak lazım oraya.”Taksi, tuhaf derecede John Dr. Rockfeller ’a benzeyen, beyaz saçlı bir ihtiyarın yanında durana kadar, geri geri gitti. Adamın boynunda asılı olan sepetin içinde, cinsi türü belirsiz bir düzine yeni doğmuş köpek sinmişti. Bayan Wilson arabanın penceresine yaklaşan ihtiyara “Cinsleri ne?” diye sordu. 

“Her cins var. Siz ne arıyorsunuz?” 

“Aslında şu polis köpeklerinden istiyorum. Ama o cins sende yoktur, değil mi?” 

İhtiyarın  gözleri   sepette  şüpheyle  gezindi,  çok  geçmeden  elini   daldırıp  birini   ensesinden yakalayarak, kıpırdanıp duran yavruyu çıkardı. 

“Bu bir polis köpeği değil,” dedi Tom. 

“Evet, tam olarak değil” dedi adam, hayal kırıklığı sesine de yansımıştı, “Aslında bu bir Airedale teriyeri”, bir yandan hayvanın kahverengi tiftikli sırtını sıvazlarken konuşmayı sürdürdü, “Şu kürke bir bakın. Bu köpek hiçbir zaman hastalanıp da sizi üzmez.” 

“Ne sevimli şey!” dedi Bayan Wilson heyecan içinde. “Kaça?” 

“Bu mu?” Adam köpeğe hayranlıkla baktıktan sonra,” Size on dolara veririm,” dedi. Soyunda bir yerlerde  Airedale  teriyerliği  olsa  da,  ayakları  fazlaca  beyaz  olan  minik Airedale  sonunda  el değiştirerek, hava geçirmez kürkünü kendinden geçercesine okşamaya başlayan Bayan Wilson’un kucağına yerleşti. 

“Dişi mi erkek mi bu?” diye sordu kadın nazikçe. 

“Bu mu? Erkek.” 

“O bu bir dişi!” diyerek kestirip attı Tom. “Al paranı da hadi git! Bu parayla bunlardan on tane daha alırsın!” 

Beşinci  Caddeye yöneldik, o sıcak ve tatlı, hatta kırsal  denilebilecek yaz gününde, neredeyse köşeden beyaz bir koyun sürüsü çıkıverse yadırgamayacaktım. 

“Duralım,” dedim, “Burada inmeliyim.” 

“Olmaz!” diye itiraz etti Tom. “Bize katılmazsan Myrtle çok gücenir, öyle değil mi Myrtle?” “Hadi ama,” diye ısrar etti kadın. “Kardeşim Catherine’i arayıp onu da çağırırım. Onu tanıyanlar 

çok güzel olduğunu söylerler.” 

“Çok isterim, ancak -” 

İlerlemeye devam ederek Central Park’tan dönüp West Hundreds’a yöneldik. Taksi, uzun ve beyaz bir pastayı andıran 158’nci Cadde’deki binalardan birinin önünde durdu. Bayan Wilson evine dönüşü şerefine bakışlarını çevrede gezdirdikten sonra, köpeğini ve paketlerini toplayarak mağrurca içeriye girdi. 

“Mc Kee’leri de davet edeceğim” diye bildirdi asansörle çıkarken, “Elbette kardeşimi de aramam gerekiyor.” 

Küçük bir oturma odası, küçük bir yemek odası, küçük bir yatak odası ve küçük bir de banyodan oluşan  daire  en  üst  kattaydı.  Oturma  odası,  goblenle  kaplı  ve  odaya  göre  fazla  büyük  olan mobilyalarla    öylesine    doluydu    ki;    Versay    Sarayı’nın    bahçesinde    resmedilmiş    neşeli hanımefendilerden bir kaçına tökezlemeden hareket etmek mümkün olmuyordu. Duvarda asılı tek resim, fazlasıyla büyütülmüş olan bir fotoğraftı. İlk bakışta belli belirsiz bir kayanın üzerine tünemiş bir tavuğa benzese de, biraz uzaktan tekrar bakıldığında tavuk bir boneye dönüşüyor ve gülümseyen yaşlı  bir  bayanın  tombul  yüzü  tüm  odayı  dolduruyordu.  Masada  “Kent  Dedikodularının”  eski sayılarından birkaçı, Robert Keable’ın gözde romanı Simon Called Peter ve Broadway’in dedikodudergilerinden bazıları duruyordu. Bayan Wilson öncelikle köpekle ilgilendi. Asansörcü çocuk, gönülsüz olduğu her halinden belli olsa da, içi samanla dolu bir kutu ile biraz süt getirmesi için gönderildi. Çocuk dönerken siparişe kendisinin akıl etmiş olduğu kocaman bir kutu köpek bisküvisi eklemekten çekinmemişti, oysa bu bisküviler bütün öğleden sonra sütle dolu bir kasenin içinde öylece eriyecekti. Bu esnada Tom da kilitli bir dolaptan bir şişe viski çıkarmıştı. 

Hayatımda yalnızca iki defa sarhoş olmuşumdur, işte bu ikincisi de o gün başıma gelmiştir. Bu yüzden, dairenin içini saat sekize kadar pırıl pırıl güneş ışınları doldurmuş olsa da, olup bitenler sanki loş ve buğulu bir sisle kaplıydı. Bayan Wilson, Tom’un kucağına oturup sağa sola telefon açtı. Derken sigaramızın bittiğini anladık; köşe başındaki tütüncüye kadar gitmek üzere evden ayrıldım. Geri döndüğümde ortada kimsecikler yoktu. Ben de oturma odasında, bir kenara oturup sessizce Simon Called  Peter ’den bir  bölüm okudum;  kitap  mı  çok  berbattı,  içtiğim viskiler  mi  kafamı bulandırmıştı bilmem, okuduğumdan pek bir şey anlayamadım. 

Tom’la Mrytle (ilk kadehin ardından, Bayan Wilson ile senli benli olmuştuk) ortaya çıktıktan hemen sonra, misafirler de birer ikişer damlamaya başladı. Kız kardeş Catherine’in yağlı, gür ve kısa kızıl saçları vardı; pudrayı fazla kaçırdığından yüzü süt beyaz, ince yapılı, dünya zevklerinde fazlaca düşkün, otuz yaşlarında bir hanımdı. Tüm kaşları yolunmuş, yerine kalemle kavisi daha gösterişli olan yeni bir çift kaş çizilmişti, ancak tabiatın eski çizgiyi yeniden canlandırma gayreti, yüzündeki ifadeyi de  donuklaştırmıştı. Takıp takıştırdığı  bilezikleri  her  hareketinde  birbirine  çarpıyor, ortalığı  bir şıngırtıdır götürüyordu. İçeriye ev sahibi havalarında girmiş, eşyaları öylesine sahiplenici bakışlarla süzmüştü ki, orada yaşadığını sanmıştım. Bunu kendisine sorduğumda, bir kahkaha patlatarak önce sorumu yüksek sesle tekrar etmiş, sonra da bir kız arkadaşıyla birlikte bir otelde kaldığını söylemişti. 

Alt katta oturan BayMcKee, soluk benizli ve biraz da efemine bir adamdı. Elmacık kemiğinin üstünde kalmış olan beyaz köpük lekesinden, yeni tıraş olduğu anlaşılıyordu. Odada bulunanları büyük bir saygıyla selamladı. Bana ‘sanat camiasından” olduğunu söylemişti; sonradan fotoğrafçı olduğunu ve duvarda bir ektoplazmik tezahürmüşçesine duran, Bayan Wilson’un annesinin fotoğrafını büyütenin de bizzat kendisi olduğunu öğrendim. Karısı cırtlak sesli, uyuşuk, hoş ve dehşet verici bir kadındı. Evlendiklerinden bu yana kocasının yüz yirmi yedi kez kendisinin fotoğrafını çekmiş olduğunu büyük bir kıvançla anlatmıştı. 

Bayan Wilson bir süre önce kıyafetini değiştirmişti, üzerinde şimdi gösterişli, krem rengi şifondan, yürüdükçe odayı hışırtıyla dolduran bir kokteyl elbisesi vardı; elbisenin etkisiyle sanki kişiliği de değişmiş gibiydi. Tamirhanedeyken çevresine saçtığı o yoğun hayat enerjisi yerini muazzam bir kibre bırakmıştı. Her geçen an gülüşü, jestleri ve konuşması daha da yapmacık bir hal alıyor; o şişip kabardıkça odadaki alan daraldıkça daralıyordu. En nihayetindeyse kadın, duman altı odadaki bir eksen üzerinde gıcırdayarak dönüyormuş gibi görünür olmuştu. 

“Hayatım,” diye seslendi kız kardeşine, yüksek ancak işveli bir sesle, “İnsanlar resmen dolandırıcı; dinleri imanları para olmuş. Geçen hafta buraya pedikür için bir kadın çağırmıştım; bana çıkardığı faturayı bir duysan, pedikür yapmamış da apandisitimi almış sanırsın.” 

“Adı neydi bu kadının” diye sordu Bayan McKee. 

“Bayan Ebenhardt. Evlere pediküre gidiyor.” 

“Bu elbisene bayıldım doğrusu,” dedi Bayan McKee, “Bir harika!” 

Bayan Wilson kaşlarını kaldırdı ve küçümsercesine iltifatı geri çevirdi, “Aman bu eski püskü şey mi? Özenmediğim zamanlarda üzerime öylece geçiriveriyorum canım.” 

“Ama gerçekten üzerinde bir harika durmuş” diye ısrar etti Bayan McKee. “Chester senin şu pozunuyakalayabilse, nefis bir fotoğraf olur.” 

Sessizlik içinde Bayan Wilson’a baktık; yüzüne düşmüş bir tutam saçı geriye savurarak tatlılıkla gülümsedi. Bay McKee başını yana eğerek kadını dikkatle inceledi, ardından göz hizasında tuttuğu elini ileri geri hareket ettirmeye başladı. 

“Işığın değişmesi lazım” dedi bir an sonra, “yüz hatlarını öne çıkarmak isterim, arka plandaki saçların da görüntüye girmesi lazım.” 

“Bana sorarsanız ışığın değişmesine hiç lüzum yok” diye haykırdı Bayan McKee, “hem zaten-” Adam “Şşşt!” diyerek susturdu kadını, biz de dönüp yeniden modele baktık. O anda Tom Buchanan 

sesli biçimde esneyerek ayağa kalktı. 

“Hadi ama McKee’ler, gelin birer kadeh bir şeyler içelim. Myrtle konuklarımız uykuya dalmadan biraz daha buz ve soda getirsene.” 

“Çocuğa  buz  getirmesini  söylemiştim  zaten,”  dedi  Myrtle  alt  tabakadakilerin  beceriksizliği karşısında duyduğu hayal kırıklığı ile kaşlarını kaldırmıştı, “Ah bu insanlar! Bir an için gözünüzü üzerlerinden ayırmaya gelmiyor!” 

Bana bakarak hiç yoktan bir kahkaha attı. Derken köpeğe doğru atılarak hayvanı sarıp sarmaladı, öpücüklere boğdu; hemen sonra ise, sanki onun emirleri için bir düzine aşçı bekliyormuşçasına, bir hışımla mutfağa gitti. 

“Long Island’da çok güzel çalışmalarım olmuştu,” dedi Bay McKee, kendini savunurcasına. 

Tom adamın yüzüne boş boş baktı. 

“İki tanesini çerçevelettik, aşağıdalar. 

“İki dediğin ne?” diye sordu Tom. 

“İki çalışmam elbette ki: Birine Montauk Burnu-Martılar, diğerine ise Montauk Burnu – Deniz adını verdim.” 

Kız kardeş Catherine kanepeye, yanıma oturdu. 

“Siz de mi Long Island’da yaşıyorsunuz?” diye sordu. 

“Hayır, West Egg’deyim.” 

“Sahi mi? Yaklaşık bir ay önce, Gatsby adında bir adamın evindeki bir parti için gitmiştim oraya. Tanır mısınız?” 

“Bitişik komşum olur.” 

“Adamın Kaiser  Wilhelm’in yeğeni  ya  da  kuzeni  olduğunu söyleniyor.  Servetinin kaynağı  da oymuş.” 

“Öyle mi?” 

Kız başını sallayarak devam etti. 

“Korktum doğrusu. Hakkımda bir şey bilmesini istemem.” 

Komşum hakkındaki bu ilginç bilgiler, Bayan McKee’nin müdahalesiyle kesildi, Catherine’i eliyle göstererek:  “Baksana  Chester, bu kızla  güzel  bir  iş  çıkarabilirsin,”  diye  bağırmıştı. Ancak Bay McKee bıkkın bir tavırla başını sallayarak onu geçiştirdi ve yeniden Tom’a döndü: 

“Şayet giriş imkanım olsa, Long Island’da başka çalışmalar da yapmak isterim. Tek istediğim bana bir fırsat verilmesi.” 

“Bunu Myrtle’a söyle” dedi Tom, ardından da kahkahayı bastı, tam o esnada Bayan Wilson elinde tepsiyle içeri girmişti, “senin için bir tavsiye mektubu yazsın söyle de, yazarsın değil mi Myrtle?” 

“Ne yazacakmışım?” diye sordu kadın, irkilmişti.“Kocana, diyorum, McKee için bir tanıtım mektubu yazsan, böylece onunla çalışabilir.” Sonra sessizce mırıldanarak bir başlık uydurdu, “Benzin Pompasının Başındaki George B. Wilson , veya buna benzer bir şeyler işte.” 

Catherine eğilip kulağıma fısıldadı, “İkisi de eşlerine katlanamıyor,” 

“Yok canım!” 

“Sahiden!”  Önce  Myrtle’a  sonra  da  Tom’a  baktı,  “Madem  katlanamıyorsunuz,  ne  diye  hala sürdürüyorsunuz, değil mi? Onların yerinde olsam hiç beklemez boşanır, sonra da sevdiğim kişiyle evlenirdim.” 

“Mrytle, Wilson’u hiç sevmiyor mu?” 

Sorumun yanıtı hiç beklemediğim bir şekilde geldi. Kulak misafiri olmuş olan Myrtle, soruma ağız dolusu bir küfürle yanıt vermişti. 

“Görüyorsun ya!”  diye  haykırdı  Catherine  zafer  kazanmışçasına.  Sonra  yeniden sesini  alçalttı. “Aslında  kavuşamamalarının  nedeni  Tom’un  karısı.  Katolik’miş,  bilirsin  onların  boşanmaları yasaktır.” 

Daisy’nin Katolik olmadığını bildiğimden, bu büyük yalan karşısında biraz sarsılmıştım. “Evlenir  evlenmez,”  diye  sürdürdü,  “Batıya  gidecek,  ortalık  duruluncaya  kadar  da  orada 

yaşayacaklar.” 

“Avrupa’ya gitseler ya!” 

“Demek siz de Avrupa’yı seviyorsunuz?” diye haykırdı heyecanla, “Ben de Monte Carlo’dan yeni döndüm.” 

“Ya, öyle mi?” 

“Daha doğrusu geçen sene oradaydım. Bir kız arkadaşımla gitmiştik.” 

“Çok kaldınız mı?” 

“Hayır, Monte Carlo’ya gitmemizle dönmemiz bir oldu diyebilirim. Marsilya üzerinden gitmiştik. Yola çıktığımızda üzerimizde bin iki yüz dolar vardı; ancak o özel odalara kanıp iki güç içinde beş parasız kaldık. Geri dönene kadar neler çektik anlatamam. Tanrım, oradan nefret ediyorum!” 

Bir  anlığına  pencereden dışarı,  canım Akdeniz mavisine  çalan gökyüzüne  dalmıştım ki  Bayan McKee’nin cırtlak sesi beni kendime getirdi: 

“Neredeyse ben de başımı yakacaktım” dedi heyecanla, “yıllarca peşimde koşmuş bir köpekle evlenmeme ramak kalmıştı, hem de hiç dengim olmamasına rağmen. Çevremdeki herkes, ‘Lucille, bu adam sana layık değil’ diye uyarıyordu. Şayet Chester’le karşılaşmasaydım, kesin beni ikna ederdi.” 

“Ama bak,” dedi Myrtle Wilson, başını sallayarak, “hiç olmazsa sen evlenmemişsin onunla.” “Evet, neyse ki.” 

“işte ben evlendim!” dedi sonra imalı, “aramızdaki fark da bu.” , 

“Fakat neden, Myrtle?” diye sordu Catherine, “Kimse seni zorlamamıştı ki!” 

Myrtle biraz düşündü, “Aslında onunla, bir beyefendi olduğunu düşündüğüm için evlenmiştim. İyi terbiye görmüş biri olduğunu sanmıştım, oysa pabuçlarımı yalamaya bile layık değilmiş. 

“Eskiden ona delicesine aşıktın,” dedi Catherine. 

“Ben mi  aşıktım?”  diye  haykırdı  Myrtle.  Duyduklarına  inanamıyor  gibiydi,  “Bunu da  nereden çıkardın? Şurada oturan adamı ne kadar seviyorsam onu da ancak o kadar seviyordum.” 

Beni  gösteriyor  olması  herkesin  bir  suçluymuşum  gibi  kınarcasına  yüzüme  bakmasına  neden olmuştu, bense yüz ifademle, onun geçmişinde kesinlikle yerim olmadığımı göstermeye çalıştım.“Benim delicesine davrandığım tek zaman, onunla evlendiğim o andı. Evlenir evlenmez de bunun çok büyük bir  hata  olduğunu fark etmiştim.  Meğer  kendi  nikah töreni  için bir  ahbabının takım elbisesini ödünç almış, bana bu konuda tek bir şey olsun söylememişti. Derken bir gün, bizimki evde yokken  bu  adam  çıkageldi,  ‘Ya!  Demek  takım  elbise  sizin?”  dedim,  “Bunu  şu  an  ilk  sizden duyuyorum!’ Yine de adama takımı verdim, sonra da yatağa kapanıp akşama kadar hıçkıra hıçkıra ağladım.” 

“O adamdan gerçekten de ayrılması lazım” diyerek hikayeye kaldığı yerden devam etti Catherine, “Tam on bir yıldır o tamirhanenin üst katında yaşıyorlar, zaten Tom da onun ilk aşığı.” 

İkinci viski şişesi artık elden ele dolaşıyor, ‘içmeden de iyi hissettiğini’ söyleyen Catherine dışında herkes kadehlerini dolduruyordu. Tom kapıcıyı çağırıp, yakındaki büfeden tek başına bir öğün kadar doyurucu olmalarıyla ün kazanmış olan sandviçlerden getirmesini  istedi. Akşam çökerken dışarı çıkıp,  o  tatlı  serinlikte  doğuya,  parka  doğru biraz yürümek istiyordum. Ancak ne  zaman ayağa kalkmaya niyetlensem, her seferinde beni koltuğuma bir halat misali bağlayan hiddetli ve gürültülü bir tartışmaya  bulaşıyor,  sonunda  da  koltuğumda  çakılıp  kalıyordum.  Karanlığın  çökmekte  olduğu sokaklardan tesadüfen geçmekte  olan biriyle  insan mahremiyetinin paylaşılmasında,  bu dairenin şehrin üzerindeki bir dizi sarı penceresinin de mutlaka payı vardı. O an aynı zamanda oradan rastgele geçen biriydim, adeta yukarıya bakıp orada neler olduğunu merak ediyordum. Hem içeride, hem de dışarıda  olduğum fikriyle,  yaşamın bu tükenmek bilmez çeşitliliği  beni  hem büyülemiş,  hem de tiksindirmişti. 

Myrtle sandalyesini bana yaklaştırdı, Tom ile ilk karşılaşmalarını anlatmaya başladığında sıcak nefesini yüzümde hissediyordum. 

“Kompartımanlarda hep en son tercih edilen, tek kişilik koltuklarda karşılıklı oturuyorduk. Geceyi geçirmek üzere kız kardeşime, New York’a geliyordum. Tom’un üzerinde bir takım elbise, ayağında ise rugan deri ayakkabılar vardı; gözlerimi ondan alamıyor, ancak o bana baktığında gözüm tepesinde duran reklam panosuna takılmış gibi yapıyordum. Tren istasyona vardığında; hemen yanı başımdaydı, kolalı gömlek göğüslüğünü koluma dayamıştı. Polisi çağıracağıma söylesem de ciddi olmadığımı anlamıştı.  Onunla  taksiye  bindiğimizde,  Öylesine  heyecanlanmıştım ki  metroya  değil  de  taksiye bindiğimizi dahi fark edememiştim. Aklımdan sürekli aynı sözler geçip duruyordu, ‘Hayata bir defa geliyorsun… Hayata bir defa geliyorsun…’” 

Ardından Bayan McKee’ye dönüp yapmacık kahkaha attı. “Hayatım,” dedi seslendi, “Bu elbiseyle işim biter bitmez onu sana vereceğim, nasılsa yarın yeni bir tane alacağım. Bu arada yarınki işlerimin listesini çıkarsam da iyi olur; önce masaj, sonra kuaför randevum var, köpeğe bir de tasma almalı, sonra şu sevimli kül tablalarından almak istiyorum, hani yaylı olanlardan; bir de annemin mezarı için bütün yaz dayanacak, siyah ipek fiyonklu bir çelenk almalı. Unutmamak için iyisi mi gidip bir liste hazırlayayım.” 

Saat dokuz olmuştu, az sonra saatime tekrar baktığımda on olduğunu gördüm. Bay McKee elleri kucağında, yumruklarını  sıkmış  bir  halde  uykuya  dalmıştı; bu haliyle  cevval  bir  adam fotoğrafı veriyordu.  Mendilimi  çıkarıp,  bütün gün sinirime  dokunmuş  olan,  elmacık kemiğinin üzerindeki kurumuş tıraş köpüğünü sildim. 

Masanın üzerine sinmiş olan minik köpek, sigara dumanının içinden kör gözlerle bakınıyor, arada sıradaysa hafif iniltiler çıkartıyordu. İnsanlar bir belirip bir kayboluyor, bir yerlere gitmeyi planlıyor, derken birbirlerini kaybediyor, sonra birkaç adım ötede yeniden karşılaşıyorlardı. Gece yarısına doğru, Myrtle’in Daisy’nin adını ağzına almaya hakkı olup olmadığını üzerine Tom Buchanan veBayan Wilson, hararetli bir tartışmaya tutuşmuştu. 

“Daisy! Daisy! Daisy!” diye bağırdı Bayan Wilson, “Canım ne zaman isterse söylerim işte! Daisy! Dai-” Tom Buchanan bir anda yapıştırdığı tokatla kadının burnunu kırmıştı! 

Sonrası tam bir karmaşaydı; banyonun orasına burasına saçılmış kanlı havlular, Tom’u paylayan kadın sesleri ve hepsini bastıran durmaksızın yükselen acı içindeki feryatlar. Bay McKee gürültüye uyandığında  uyku sersemi  yerinden fırlayıp  kapıya  yöneldi. Yarı  yolda  durup,  şaşkınlık içinde manzaraya baktı. Karısı ile Catherine tıklım tıkış mobilyaların arasında ellerinde sargı bandaj oraya buraya  çarparak koşuştururken,  bir  yandan Tom’u azarlıyor,  diğer  yandan da  burnundan kanlar boşanırken Versay manzaralı  koltuklarını  korumak adına  üzerlerine  Kent Dedikoduları  dergisini sermeye uğraşan zavallı Myrtle’i teselli etmeye çabalıyordu. Derken Bay McKee bu manzaraya ardını dönüp kapıdan çıktı, ben de hemen ardından asılı şapkamı alıp çıktım. 

“Bir gün yemeğe gelin,” dedi, beraber gıcırdayan asansörde aşağıya inerken. 

“Nereye?” diye sordum. 

“Nereye olursa.” 

“Elinizi maniveladan çekin” diye çıkıştı asansörcü çocuk. 

“Özür dilerim” dedi Bay McKee ciddiyetle, “Dokunduğumu fark etmemiştim.” 

“Peki,” diyerek önerisini kabul ettim, “memnun olurum.” 

…Yatağının  yanında  duruyordum,  o  ise  elinde  kocaman  bir  albümle  çarşafların  altında  iç çamaşırlarıyla oturuyordu. 

“Güzel ve çirkin, Yalnızlık, İhtiyar Sütçü Beygiri, Brook’n Köprüsü…” 

••• 

… Az sonra Pennsylvania İstasyonu’nun soğuk alt katında uzanmış, uyku ile uyanıklık arasında, Tribune sabah gazetesine gözlerimi dikmiş, saat dört trenini bekliyordum. 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla