Daha genç ve kırılgan olduğum yaşlarda babam ömrüm boyunca aklımdan çıkmayacak bir öğüt vermişti bana.
“Birini eleştirmeye kalkıştığında” demişti, “herkesin senin ayrıcalıklarına sahip olmadığını hatırla.” Başka bir şey söylememişti ama zaten pek konuşmadan anlaştığımızdan, çok daha fazlasını anlatmak
istediğini kavramıştım. Sonuç olarak insanlar hakkındaki yargılarımı kendime saklamayı yeğledim. Bu huyum pek çok tuhaf yaratılışlı kişiyi tanımama imkan verdiği kadar azımsanmayacak sayıda can sıkıcı kişiye de mahkum etmişti beni. Aklı farklı işleyenler normal birindeki bu niteliği gördüğünde hemen anlar ve buna çabucak bağlanır. Üniversitedeyken sırf bu nedenle, yani bazı çılgın, meçhul gençlerin bana sırlarını anlatmaktan çekinmemesi yüzünden, yok yere fazla politik olmakla suçlandım. Gel gör ki, bunu çoğu kez istemeden yapıyordum. Birinin bana sırını açacağını hissettiğim anda duruma göre, ya uyur numarası yapar ya da çok meşgulmüşüm gibi davranır veya şakaya vurarak o kişiyi terslerdim. Çünkü gençlerin bu mahrem açılmaları veya en azından bunları anlatmakta kullandıkları ifadeler genellikle ya sağdan soldan aşırma ya da bastırılmış duygularından ibarettir. İnsanlar hakkındaki yargıları kendine saklamak sonsuz bir umuttur bence. Babamın bilgiççe söylediği ve benim de bilgiççe onayladığım şu sözünü unutmaktan halen korku duyarım: bazı temel incelikler dünyaya adaletsiz dağıtılmıştır.
Hoşgörümle bu kadar övündükten sonra bunun da bir sınırı olduğunu itiraf etmeliyim. İnsan davranışlarının altında sert bir kaya da olabilir, bataklık da ama bir noktadan sonra bunu pek de umursadığımı söyleyemem. Geçen sonbaharda ülkenin doğusundan döndüğümde dünyanın bir örnek ve üzerinde namusun sonsuza dek egemen olmasını istediğimi anlamıştım. İnsanların kalplerine ayrıcalıklı bakışlarla yapılan huzursuz gezintileri istemiyordum artık. Sadece bir tek kişiyi, bu kitaba da adını veren Gatsby’i bunların dışında tutuyorum. Gatsby, yani benim hor gördüğüm ne varsa kendinde toplayan kişi. Art arda sıralanan başarılı jestler kişiliğin bir göstergesiyse Gatsby’de muhteşem bir şey, yaşamın vaatlerine karşı abartılı bir duyarlılık vardı. Binlerce kilometre ötedeki depremleri kaydedebilen karmaşık cihazlara benzerdi o. Ancak bunun “yaratıcı mizaç” adıyla yüceltilen o gevşek hassaslıkla hiç ilgisi yoktu. Onunki olağanüstü bir umut etme yeteneği, o ana dek kimsede görmediğim ve bir daha da göreceğimi sanmadığım romantik bir delilikti. Hayır – Gatsby en sonunda muradına erdi. İnsanların nafile hüzünlerine ve kısa ömürlü mutluluklarına duyduğum ilginin bir süreliğine kaybolmasına yol açan, Gatsby’i gafil avlayan, hayallerinden uyandığında onu kül ve toza bulayan şeydi.
Ailem üç kuşaktır bu Orta Batı kentinde yaşayan varlıklı ve saygın kişilerden oluşur. Biz Carraway’ler bir tür aşiret gibiyizdir. Buccleuch Dükü soyundan geldiğimiz rivayet edilir. Ama neslimizin temelini atan asıl kişi dedemin kardeşidir. İç Savaş’a takviye kuvvet olarak katıldıktan sonra 51’de buraya yerleşmiş ve şimdilerde babamın sürdürdüğü toptan hırdavat işini kurmuştu.
Ben bu büyük amcayı hiç tanımadım ama babamın iş yerinde asılı duran keskin yüz hatlı portresini görenler ona çok benzediğimi söyler. 1915’te, babamdan tam çeyrek asır sonra New Haven’den mezun oldum. Çok geçmeden de Büyük Savaş (I. Dünya Savaşı) olarak bilinen, Germenlerin dünyaya ertelenmiş yayılma hareketine katıldım. Karşı hücumlarımız bana öyle büyük haz vermişti ki geri döndüğüme üzülmüştüm. Orta Batı, dünyanın işlek bir merkezi olmaktan çıkmış, evrenin ücra bir köşesine dönüşmüştü. Ben de Doğu’ya giderek senet işine atılmaya karar verdim. Tanıdığım herkes debu işi yapıyordu ve benim gibi bir bekarın bu yolla rahatlıkla geçinebileceğini düşünüyordum. Tüm teyze, hala, dayı ve amcalar bana uygun bir yüksek okul seçiyorlarmış gibi konu üzerinde uzun uzun konuştuktan sonra, ciddi ve kaygılı yüzlerle “Pekala” demişlerdi. Babam bir yıl boyunca bana para göndermeye razı oldu ve birkaç ertelemeden sonra nihayet 1922’nin bahar aylarında Doğu’ya gelip temelli yerleştim.
Yapılacak ilk iş şehir merkezinde bir oda tutmaktı ama mevsim ılıktı ve ben geniş çayırlar ve dost canlısı ağaçları olan bir yöreden henüz gelmiştim. İş yerinden genç bir çocuk yakınlardaki banliyölerden birinde ev tutmayı önerdiğinde bana müthiş bir fikir gibi görünmüştü. Evi o buldu. Aylığı seksen dolara, nemden yıpranmış, köhne bir binaydı. Şirket, son anda onu Washington’a gönderince ev de bana kalmıştı. Yanıma bir köpek aldım ama birkaç gün sonra kaçıp gitti. Dodge marka eski bir arabam ve yatağımı yapıp kahvaltımı hazırlayan Finli bir yardımcı vardı. Elektrikli ısıtıcının başına oturur, kendi dilinde bir şeyler mırıldanıp dururdu.
Bir iki günü bu şekilde yalnız geçirdim. Derken bir sabah oraya benden kısa süre sonra gelmiş olduğu anlaşılan bir adam önümü keserek, yüzünde şaşkın bir ifadeyle “West Egg köyüne nasıl gidebilirim?” diye sordu.
Nasıl gidileceğini gösterdim. Tekrar yürümeye başladığımda artık yalnız olmadığım duygusuna kapılmıştım. Oranın yerlilerinden biri, etraftakilere yol tarif eden bir rehberdim. Bilmeden de olsa bana onun komşusu olmanın özgürlüğünü bahsetmişti.
Parlak günışığı, filmlerdekine yakın bir hızla yemyeşil yapraklarla dolan o ağaçlar ve yazın gelişiyle birlikte, hayatın yeniden başladığına dair o bildik duygusuna kapılmaktan kendimi alamıyordum.
Okunması gereken bir sürü şey vardı ama önce bu taze, zindelik veren havayı ciğerlerime çekip sağlıkla dolmalıydım. Yanımda getirdiğim bankacılık, kredi ve yatırım araçları üzerine bir düzine kitabı rafa yerleştirmiştim. Kırmızı ve yaldızlı kapaklarıyla karşımda darphaneden yeni çıkmış gıcır paralar gibi beklerken, Midas, Morgan ve Maecenar gibi adamların, yalnızca kendilerinin bildiği sırları bana açmaya hazırlandıklarını hissediyordum. Bunlardan başka kitaplar da okuyacaktım elbette. Üniversitedeyken edebiyata meraklıydım. Yale News adlı okul gazetesinde bir yıl boyunca ciddi ve nitelikli makaleler kaleme almıştım. Şimdi tüm bunları yeniden hayatıma katmaya hazırlanıyordum. Uzmanlık alanlarının en kısıtlısından, “çok yönlü entel”lerden olacaktım. Bu sadece bir taşlama değil. Tek bir pencereden bakıldığında hayat başarılı olmaya çok daha görünür.
Kuzey Amerika’nın en tuhaf insanlarının yaşadığı bir bölgede ev kiralamış olmam bütünüyle rastlantıydı. Evim, New York’un doğusuna uzanan, karmaşa içindeki şu ince ada üzerindeydi. Burada tuhaf doğa görünümlerinin yanı sıra, iki sıradışı karasal oluşum vardı. Şehir merkezinden otuz kilometre kadar uzakta birbirlerine özdeş ve yalnızca narin bir koy ile ayrılan, Batı yarımküredeki en iyi terbiye edilmiş tuzlu su bölgesine, Long Island Boğazı’na uzanan bir çift kocaman yumurta. Tam olarak oval değildiler. Her ikisinin de karayla birleştikleri noktaları, Kolomb’un öyküsündeki yumurtalar gibi yassıydı. Üzerinde uçan martılar için bu koskoca yumurtaların bir şaşkınlık kaynağı olduğuna şüphe yok. Biz kanatsızlar içinse şekil ve boyutları dışındaki özelliklerinin birbirine benzemezliği aklı meşgul ediyor.
Ben West Egg’de yaşıyordum yani daha az moda olanında. Yine de aralarındaki tuhaf ve uğursuz zıtlığı ifade etmede bu tanım biraz hafif kalır bence. Evim yumurtanın en ucunda ve Boğaz’dan yalnızca elli metre uzaktaydı. Sezonluğuna on iki – on beş bin dolar kira istenen iki koca evin arasına sıkışıp kalmıştı. Sağdaki, standartları aşan muazzam bir yapıydı. Normandiya’da bulunan Hotel deVille’in tıpkısıydı. Binanın yanında üzerini sarmaşıklar kaplamış bir kulesi, mermer yüzme havuzu, yirmi dönümlük yeşil alanı ve bahçesi vardı. Burası Gatsby’nin malikanesiydi. O zaman kendisini tanımıyor olduğuma göre, Gatsby adında bir beyefendi desem daha doğru. Benim göz zevkini bozan evimse fazla dikkat çekmiyordu. Ayda hepi topu seksen dolara bir milyonerin dibinde oturuyor, zengin komşumun bahçesinin ve boğazın ufak bir bölümüne tepeden bakabiliyordum.
•••
Aslında yazın öyküsü, narin koyun karşı kıyısındaki East Egg’in akşam güneşi altında ışıldayan deniz boyu uzanmış beyaz malikaneleri eşliğinde yemek için Tom Buchanan’lara gittiğimde başlamıştı. Eşi Daisy ikinci kuşaktan kuzenimdi. Tom’u ise üniversiteden tanırdım. Savaştan hemen sonra Chicago’daki evlerinde kalmıştım.
Daisy’nin kocası, pek çok atletik başarının yanı sıra, New Haven’da okul takımında futbol oynamış en iyi forvet oyuncularından biriydi. Adeta bir milli kahramandı. Daha yirmi bir yaşındayken öyle muhteşem başarılar kazanmıştı ki sonradan yaptıkları bunların gölgesinde kaldı. Ailesi son derece zengindi. Para konusunda sınırsız bir özgürlüğe sahip olması nedeniyle üniversite yıllarında eleştirilirdi. Ama artık Chicago’dan ayrılıp Doğuya gelmişti. Bunu öyle bir şekilde yapmıştı ki insanların adeta nefesleri kesilmişti. Örneğin, gelirken yanında Lake Forest’tan çok sayıda polo atı getirmişti. Benim kuşağım için bunu yapabilecek zenginlikte olunabileceğini düşünmek bile güçtür.
Doğuya gelme nedenlerini bilmiyorum. Hiçbir sebep yokken Fransa’da bir yıl kalmış, zengin insanların polo oynadıkları yerleri dolaşıp durmuşlardı. Daisy telefonda bu kez temelli taşındıklarını söylemişti. Ben yine de inanmamıştım. Daisy’nin aklından neler geçtiğini biliyordum ama Tom’un futbolun verdiği heyecanı özleyerek sonsuza dek arayış içinde olacağını hissediyordum.
Şimdi ise ılık ve rüzgarlı bir akşamda pek de iyi tanımadığım iki eski dostumu görmek üzere East Egg’e doğru ilerliyordum. Evleri umduğumdan daha ince bir zevke sahipti. Georgian Kolonyal mimarisi ile inşa edilen, kırmızı-beyaz renklerdeki bu malikane koya hakim bir yükseklikteydi. Ön taraftaki yeşillik alan, deniz kıyısından başlayıp birkaç yüz metre ilerleyerek evin ana giriş kapısına kadar uzanıyordu. Arada tek tük güneş saatlerini, tuğla döşeli yürüyüş yollarını ve günışığında parlayan çiçek bahçelerini aşıyor, nihayet eve ulaştığı anda hızını alamamış gibi asmaların örttüğü duvara yaslanıyordu. Ön cepheyi ayıran Fransız tarzı pencerelerin camları güneş ışığında altın parıldıyor, açık camlardan içeri akşamüstünün ılık rüzgarı doluyordu. Tom Buchanan üzerinde binici kıyafetleriyle beni karşılamak üzere girişte bekliyordu.
New Haven’da son görüştüğümüzden bu yana epey değişmişti. Karşımda otuzlu yaşlarda, sapsarı saçlı, başkalarına tepeden bakan kibirli bir adam duruyordu. Parlayan küstah gözleri yüzüne bir hakimiyet duygusu yayıyor, duruşu bir şeylere öfkelendiği için öne doğru eğilmiş izlenimi veriyordu. Üzerindeki binici kıyafetinin kadınsı görünümü bile bedenindeki muazzam gücün dışavurulmasını engelleyemiyordu. Ayakları ayağındaki parlak çizmeleri öylesine dolduruyordu ki üstteki bağcıklar zorlukla bağlanabilmişti. İnce giysisinin altından omuzlarını hareket ettirdiğinde alttaki iri kas kütlesi hissediliyordu. Büyük bir kuvvetle dolu bir bedendi bu, aynı zamanda zalim.
Konuşurken çıkardığı tenor tonundaki boğuk sesi, hırçın görüntüsünü daha da güçlendiriyordu. Sesinde -sevdiği kişiler de buna dahildi- zorbaca bir küçümsemenin izleri vardı. New Haven’da ondan nefret eden bir sürü insan olduğu geldi aklıma.Bu görünüşüyle; “sizden daha güçlü olduğum için her konuda fikirlerimin daha üstün olduğunu kabul etmenize gerek yok aslında” der gibiydi. Üniversite son sınıftayken aynı öğrenci kulübüne üyeydik. Pek samimi olmasak da o sert ve buyurgan tavrına karşın, sanki ondan hoşlanmamı önemsiyormuş gibi davranırdı.
Güneşli taraçada birkaç dakika sohbet ettik.
“Güzel bir yer yaptım burayı” dedi parıldayan gözlerini etrafta gezdirirken.
Bir taraftan kolumdan tutup beni yönlendirirken, diğer taraftan da geniş, yassı eliyle önümüzdeki manzara boyunca, çukurda kalmış İtalyan tarzı bahçeyi, yarım dönümlük alandaki güzel kokulu gülleri, kıyıdan biraz açıkta dalgaların üzerinde seken kalkık burunlu motoru gösteriyordu.
•••
“Bu arazi şu petrol zengini Demaine’e aitmiş” cümlesini söylemesiyle kolumdan tutarak çevirdi ve kibar bir tavırla “İçeri girelim” dedi.
Yüksek tavanlı, geniş bir holden ilerleyerek Fransız tarzı pencerelerinin olduğu gül renkli, aydınlık bir odaya vardık. Hafif aralık duran camların yansımaları taze çimenlerin üzerine düşüyordu. Perdeler odayı dolduran esinti ile soluk bayraklar gibi dalgalanıyor, bazen süslü bir düğün pastasına benzeyen tavana doğru yükseliyor, kıvrılıp bükülerek şarap rengi halının üzerinde denizi ürperten rüzgar gibi gölgeler oluşturuyorlardı.
Salondaki tek hareketsiz nesne iki genç kadının, üzerinde çapaya bağlı şamandıralar gibi kımıldanıp durduğu heybetli bir kanepeydi. İkisi de beyazlar içindeydi. İncecik giysileri evin içinde uçuştuktan sonra oldukları yere gelip konmuşlar gibi titreşiyorlardı. Bir süre perdelerin çıkardığı kırbaç seslerini ve duvardaki tablonun iniltisini dinlemek için orada öylece durmuş olmalıyım. Sonra Tom Buchanan arka pencereleri gürültüyle kapattı ve odayı dolduran esinti içeride sönüp gitti. Perdeler, halı ve iki genç kadının giysileri yavaşça hareketsizleştiler.
İki kadından, daha genç olanı tanımıyordum. Divanın bir ucuna uzanmış, hiç hareket etmeden duruyor, çenesini sanki bir şeyi dengede tutuyor gibi hafif yukarda tutuyordu. Bana göz ucuyla bakıyorsa bile anlaşılmıyordu. Neredeyse içeri girip onu rahatsız ettiğim için özür dileyecektim.
Öteki, yani Daisy kalkacakmış gibi hareketlendi –yüzünde özenli bir ifadeyle hafifçe eğildi- sonra tuhaf ama çekici bir kahkaha attı. Ben de güldüm ve ona doğru yürüdüm.
“Sevinçten olduğum yerde donakaldım” dedi. Sonra nükteli bir şey söylemişçesine yeniden güldü. Elimi tutarken, dünyada en çok görmek istediği kişi benmişim gibi yüzüme bakıyordu. O her zaman böyleydi. Biraz yaklaşıp, çenesinde bir şeyleri dengelemeye uğraşan kızın adının Baker olduğunu fısıldadı. (Daisy’nin fısıldama alışkanlığının insanların ona doğru eğilmelerini sağlamak için olduğunu duymuştum. Bu yersiz eleştiri onun çekiciliğini hiçbir zaman azaltmıyordu elbette.)
Nasıl olduysa, Bayan Baker ’in dudakları kımıldamıştı. Belli belirsiz bir hareketle beni selamladıktan sonra başını geriye attı. Dengede tutmaya çalıştığı nesne biraz sarsılmış olmalı ki irkilivermişti. Ondan yine özür dileyecek oldum. Nedense kendine yeten böylesi insanlar her zaman için takdirimi toplamıştır.
O boğuk, titrek sesiyle sorular soran kuzenime döndüm tekrar. İnsanın kulak kesildiği, bir daha duyamayacağı bir melodiyi dinliyormuş gibi iniş çıkışlarını takip ettiği bir sesti bu. Yüzü sevimli ve hüzünlü, parıldayan gözleri ve şehvetli ıslak dudakları dikkat çekiciydi ama ona ilgi duyan erkeklerinunutamadığı asıl, insana heyecan veren sesiydi. Cezbeden bir şarkı, “dinle” diye fısıldayan, az önce coşkulu ve kışkırtıcı şeyler yaptığına, bir saat içinde yine coşkulu ve kışkırtıcı şeyler yapacağına dair bir vaatti.
Buraya gelirken bir günlüğüne Chicago’ya uğradığımı ve bir düzine insanın ona selamlarını ilettiğini söyledim.
“Beni özlemişler mi?” diye sordu heyecanla.
“Şehir perişan halde. Arabaların sol arka tekerlerini matem çelengi niyetine siyaha boyamışlar. Kuzey sahilinde de ağıtlar hiç dinmiyor.”
“Harika! Hadi dönelim, Tom. Hemen yarın!” Sonra hiç yeri değilken “Bebeği görmelisin” deyiverdi.
“Çok isterim.”
“Şimdi uyuyor. Üç yaşına girdi. Daha önce görmemiş miydin?”
“Hayır.”
“Öyleyse mutlaka görmelisin. O-”
Odanın içinde huzursuz adımlarla dolanan Tom Buchanan yanıma gelip elini omzuma koydu.
“Ne işle uğraşıyorsun, Nick?”
“Borsacıyım”
“Kimin yanındasın?”
Ona söyledim.
“Adını hiç duymadım” dedi kesin bir ifadeyle.
Bu biraz canımı sıkmıştı.
“Duyarsın” diye yanıtladım kısaca. “tabii eğer Doğuda kalırsan.”
“Kalacağım merak etme” dedi önce Daisy’e, sonra bana bakarak. İtiraz gelmesini bekliyor gibiydi. “Başka bir yere gidecek kadar aptal değilim.”
Tam o anda Bayan Baker öyle çabuk “Kesinlikle!” diye bağırdı ki irkildim. Odaya girdiğimden beri ilk kez konuşuyordu. Onun da en az benim kadar şaşırdığı belliydi. Esnedi ve çevik bir hareketle yerinden kalktı.
“Her yanım tutulmuş” diye yakındı, “ne kadardır şu kanepede yattığımı hatırlamıyorum.” “Hiç bana bakma” dedi Daisy, “sabahtan beri seni New York’a götürmeye uğraşıyorum. Bayan
Baker mutfaktan getirilen dört kokteyl kadehine göz atıp, “Hayır istemem” dedi, “antrenman yapıyorum.”
Ev sahibi pek inanmamıştı,
“Sen mi!” dedi Tom kendi kadehini kafasına dikerken, “İşlerini nasıl hallettiğine aklım hiç ermiyor.”
Bayan Baker ’a baktım, neyi “hallettiğini” merak etmiştim doğrusu. Ona bakmak hoşuma gidiyordu. Zayıftı, göğüsleri ufaktı. Askeri okul öğrencileri gibi omuzlarını geriye atarak dik yürüyordu. Solgun yüzünde, güneşten kamaşan gri gözlerinde kibar bir ifadeyle bana bakıyordu. Onu ya da fotoğrafını bir yerlerde gördüğümü düşündüm.
“West Egg’de oturuyormuşsunuz galiba” dedi küçümseyen bir ifadeyle. “Orada oturan birini tanıyorum.”
“Ben kimseyi ta—”
“Gatsby’i tanıdığınıza eminim.”“Hangi Gatsby?” diye sordu Daisy. Komşum olduğu söylemeye fırsat bulamadan, akşam yemeğinin hazır olduğu duyuruldu. Tom Buchanan buyurgan bir tavırla gergin kolunu benim kolumun altına koydu ve satranç tahtasında bir piyonu başka bir kareye taşır gibi beni odadan çıkardı.
Ellerini kalçalarına dayayarak ağır ağır yürüyen iki genç, narin kadın önümüz sıra salınarak günbatımına bakan gül renkli taraçaya ilerliyordu. Hafifleyen rüzgar masada duran dört mumun alevini titretiyordu.
“Bu mumlar da nesi” diye söylendi Daisy kaşlarını çatarak. Sonra parmaklarını fitile bastırıp mumları söndürdü. “İki hafta sonra yılın en uzun günü olacak.” Neşe içinde bize baktı. “Sizin de en uzun günü bekleyip sonra kaçırdığınız oluyor mu? Ben hep bekler, hep de kaçırırım.”
“Birlikte bir şeyler yapabiliriz” dedi Bayan Baker esneyerek, sandalyesinde yatağında otururmuş gibi oturuyordu.
“Olur” dedi Daisy. “Peki ne yapalım?” Çaresiz bir ifadeyle bana döndü. “İnsanlar ne yapmak ister acaba?”
Ben tam yanıt verecekken bakışlarını küçük parmağına yöneltti.
“Şuraya bak!” diye yakındı; “parmağımı incittim.”
Hepimiz baktık. Boğumları morarmıştı.
“Bunu sen yaptın, Tom” dedi suçlayarak. “Belki isteyerek yapmadın ama yine de sen yaptın. Senin gibi azmanın biriyle, cüsseli hantalın tekiyle evlenirsen olacağı bu…”
“Azman sözünden hoşlanmıyorum” diyerek çıkıştı Tom, öfkelenmişti, “şaka bile olsa söyleme.” “Azmansın ama” diye ısrar etti Daisy.
Arada o ve Bayan Baker aynı anda konuşup şakalar yapıyor, konudan konuya atlıyorlardı. Sohbetleri de üzerlerindeki beyaz giysiler ve baygın gözleri gibi sakindi. Tom ve benimle birlikte burada olmayı kabullenmiş, fazla bir çaba göstermeden hem eğleniyor, hem de eğlendiriyorlardı. Yemeğin yakında biteceğini, gecenin birazdan sona ereceğini ve her şeyin geride kalacağını biliyorlardı. Burası Batı’dan çok farklıydı. Orada akşamlar, durmadan hayal kırıklığı yaratan tahminler ya da anın kendisinin endişe verici dehşeti içinde kendi sonlarına doğru hızla ilerlerdi.
Mantar kokusu sinmiş ama kaliteli bir Bordo şarabından ikinci kadehi içerken, “Bende medenileşmediğim hissi uyandırıyorsun Daisy” diye itirafta bulundum, “bari hububatlardan filan konuş da tam olsun!”
Bunu belli bir amaçla söylememiştim ama hiç beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. “Medeniyet yok oluyor” diye bağırdı Tom öfkeyle, “Ben artık bu konuda çok karamsarım. Şu
Goddard denen adamın yazdığı The Rise of the Colored Empires adlı kitabı okudun mu?”
“Hayır, okumadım” dedim, ses tonu beni şaşırtmıştı.
“Çok İyi bir kitap, herkes okumalı. Dikkatli olunmazsa beyaz ırkın –yanlış duymadınız beyaz ırkın- yok olacağını savunuyor. Epey bilimsel bir kitap, her söylediğinin kanıtını da sunuyor.”
“Tom derin mevzulara girmeye başladı” dedi Daisy umursamaz bir kederle, “İçinde uzun cümleler olan epey derin kitaplar okuyor. Ne deniyordu ona, şey…”
“Neyse ne! O kitaplar bütünüyle bilimsel” dedi Tom sabırsızlanarak, “Adam meseleyi iyi çözmüş. Her şey egemen ırk olan bizlere bağlı. Ya dikkatli oluruz ya da öteki ırkların hegemonyası altına gireriz “
“Onları yenmemiz gerek” diye fısıldayan Daisy, güneş ışınlarından doğru bakarak gözlerini kırpıyordu.Bayan Baker, “Kaliforniya’da yaşamanız lazım” diye söze başlamıştı, ama Tom koltuğunda gürültüyle kımıldanarak lafını kesti, “Bu görüşe göre hepimiz Norman soyundanız. Ben, sen, sen ve…” bir an durup başını hafifçe eğerek karısını da araya katınca Daisy bana bir kez daha göz kırptı “…uygarlığı oluşturan her şeyi bizler yaratmışız. Bilimi, sanatı ve diğerlerini, anlıyor musunuz?”
Kendi böylesine kaptırmasında acıklı bir taraf vardı. Eskiden beri aşırıya kaçan kibri artık ona yetmez olmuş gibiydi. Tam o sırada telefonun çalmasıyla birlikte uşak içeriye girince Daisy bu fırsattan yararlanarak bana doğru eğildi.
“Sana bir aile sırrı vereyim” dedi alçak sesle, “Şu bizim uşağın burnu var ya, onun hikayesini duymak ister misin?”
“Buraya bunun için geldim zaten.”
New York’ta iki yüz daimi müşterisi olan bir şirkette gümüş parlatıcısıymış. Sabahtan akşama kadar gümüş parlatmak en sonunda burnuna zarar vermeye başlamış.
“Durumu da gittikçe kötüleşmiş” diye söze karıştı Bayan Baker.
“Evet. O kadar kötüleşmiş ki, sonunda işinden ayrılmak zorunda kalmış.”
Batan güneşin son ışınları bir an için parlayan yüzünü hafifçe okşadı. Ben nefesim kesilerek onu dinlerken güneş tümüyle battı ve ışıklar, karanlık basınca sokaktaki oyunlarını bitirmek zorunda kalan çocuklar gibi gönülsüzce yüzünü terk etti.
Geri gelen uşak eğilip Tom’un kulağına bir şeyler fısıldadı. Tom’un kaşları çatıldı. İskemlesini geriye ittiği gibi kalktı, tek kelime etmeden içeri girdi. O gidince Daisy canlanır oldu. Etkileyici sesiyle şarkı söyler gibi neşe içinde eğildi:
“Seni görmek çok hoşuma gidiyor Nick” dedi, “Bana gülleri anımsatıyorsun biliyor musun? Evet güle benziyorsun. Öyle değil mi?” Bayan Baker ’a soruyor, onay bekliyordu, “Sence de benzemiyor mu?”
Elbette doğru değildi bu. Güllere uzaktan yakından benzemiyordum. Aklına estiği gibi konuşmuştu. Yine de içinden taşan bu sıcaklık karşısında, heyecanlı sözlerin ardında, gizli kalmış duyguların açığa çıktığı gibi duyguya kapılıyordunuz. Birden peçetesini masaya fırlatarak kalktı, özür dileyip içeri gitti.
Bayan Baker ile göz göze geldik. Ben konuşmaya hazırlanırken, doğruldu ve “Şışşt” diye uyardı beni. Arkamızdaki odada alçak sesle bir şeyler konuşuluyordu. Bayan Baker neler olup bittiğini daha iyi duymak için çekinmeden eğildi. Sesler bir an yükselir gibi oldu, sonra hafifledi. Bir an bağrışmalar, sonra yine sessizlik.
“Az önce bahsettiğiniz Bay Gatsby komşum olur…” diyerek söze başlamak istedim.
“Sus biraz! Neler oluyor duymak istiyorum.”
“Bir sorun mu var?” diye sordum saf saf.
“Yoksa bilmiyor musunuz?” diye sordu Bayan Baker, gerçekten şaşırmıştı “Herkesin bildiğini sanıyordum.”
“Ben bilmiyorum.”
“Şey” dedi biraz duraksayarak, “Tom’un New York’ta bir metresi var”
“Metresi mi?” diye yineledim safça.
Bayan Baker başıyla onayladı. “Yemek vakti telefon etmeyecek kadar nazik olması gerekir ama değil mi?”
Söylediklerini anlamama zaman kalmadan kumaş hışırtıları ve deri çizmelerin gıcırtısı duyuldu veTom ile Daisy masaya döndü.
Daisy neşeli görünmeye çabalıyordu ama sesi gergindi.
“Kusura bakmayın” dedi.
Yerine oturdu, soru dolu bakışlarla önce Bayan Baker ’a sonra bana baktı. “Şöyle bir dışarı baktım da!” dedi, sonra, “Gerçekten de çok romantik bir manzara var. Çimlerin üzerinde bir kuş vardı. Cunard ya da White Star şirketlerine ait gemilerden biriyle buraya kadar gelmiş bir bülbül sanırım. Nasıl da ötüyor” diye sürdürdü konuşmasını. Kendisi de adeta şakıyordu, “Ne romantik, değil mi Tom?”
“Ya, evet öyle” diyen Tom bıkkın bir tavırla bana dönerek, “Yemek bitince hava kararmamış olursa seni ahırlara götüreyim” dedi.
Telefon bir kez daha çalınca hepimiz birden irkildik. Daisy, Tom’a bakıp kesin bir ifadeyle başını sallayınca tüm sohbet konuları aniden kayboluverdi. Masadaki son beş dakikanın parçalarından, gerekmediği halde mumların yeniden yakılması kaldı aklımda ve herkesin çekinmeden bakmak istediğim halde bakışlarından kaçıyordum. Tom ve Daisy’in neler düşündüklerini bilemiyordum ama o umursamaz tavırlarına rağmen Bayan Baker ’ın bile davet edilmeden gelen beşinci kişinin o keskin çınlamalarını görmezden gelmesi imkansızdı. Farklı yapıdaki insanlara bu durum merak uyandırıcı gelse de benim içimden derhal polisi aramak geçiyordu.
Atlar konusuna bir daha dönülmediğini söylememe gerek yok. Tom ve Bayan Baker baş ve ayakucundan tutup bir ölüyü taşıyormuş gibi aralarında akşamın alacasından bir iki metre bırakarak ağır ağır kütüphaneye doğru yürüdü. Ben ise hiçbir şey duymamışım gibi çevreyle ilgileniyor görünmeye çabaladım ve birbirine bağlı verandalar zinciri boyunca Daisy’i izleyerek taraçaya çıktım. Loş bahçede hasır bir kanepeye yan yana oturduk.
Daisy güzel hatlarını yoklar gibi yüzünü elleri arasına alarak bakışlarını kadife rengi alacakaranlığa çevirmişti. İçinde fırtınalar koptuğunu görebiliyordum. Sakinleşmesi için küçük kızı hakkında sorular sormaya başladım.
“Farkında mısın Nick, birbirimizi pek iyi tanımıyoruz” deyiverdi birden, “düğünüme de gelmemiştin.”
“Cepheden dönmemiştim.”
“Doğru” biraz durdu, “çok kötü günler geçirdim Nick. Her şeye şüpheyle bakar oldum.”
Bakmakta da haklıydı. Bekledim ama başka bir şey söylemedi. Ben de epey cılız bir sesle tekrar kızından bahsetmeye başladım. “Herhalde artık konuşuyordur, yemeğini yiyordur, her şeyi yapıyordur.”
“Ya, evet!” dalgın dalgın yüzüme baktı, “Dinle Nick, doğduğunda neler söylediğimi bilmek ister misin?”
“Hem de çok.”
“Olaylara nasıl baktığımı anlarsın belki böylece. Doğum yapalı bir saat bile olmamıştı. Tom’un nerede olduğunu Tanrı bilir. Narkozdan çıkınca yoğun bir terk edilmişlik hissi içimi kapladı ve hastabakıcıya kız mı oğlan mı diye sordum. Kız olduğunu öğrenince de, arkamı döndüm ve ağladım, ‘pekala’ dedim kendime ‘kız olduğuna sevindim. Umarım aptal olur. Çünkü bu dünyada bir kız için en iyisi aptal ve güzel olmak.”
“Her şeyin kötü yanından gördüğümü sen de anlamışsındır” diye devam etti kararlı bir sesle, “herkes de öyle düşünüyor. En eğitimli olanlar bile. Bense buna eminim. Her yere gittim, her şeyigördüm, her istediğimi yaptım.” Gözleri dünyaya meydan okuyor tıpkı Tom gibi bakıyordu. Küçümseme dolu bir kahkaha attı, “Sofistike bir insanım ben. Tanrım, ne sofistikeyim ama”
İlgi ve inancımı üzerine çeken sesi sustuğu anda, söylediklerinin aslında ne kadar samimiyetsiz olduğunu anlamıştım. Bu beni epey rahatsız etmişti. Akşam olanların tümü bende ona yandaş duygular uyandırmak üzere çevrilen dolaplar gibi gelmişti. Sessizce bekledim. Birkaç dakika sonra sevimli yüzünde alaycı bir gülüş belirdi. Sanki o ve Tom çok önemli bir gizli örgütün üyesiymiş de kimse bunu bilmiyormuş gibi baktı bana.
İçerde, kırmızı oda ışıkla dolmuştu. Tom ve Bayan Baker uzun kanepenin iki ucuna oturmuşlar, genç kadın yüksek sesle Saturday Evening Post dergisini okuyordu. Tom birbirine eklenip sakinleştirici bir mırıltıya dönüşen sözcükleri dinliyordu. Tavandaki ışıklar çizmelerinde ışıldıyor, kızın sonbahar- yaprağı rengindeki saçlarında matlaşıyor, kol kaslarını oynatarak çevirdiği sayfalar üzerinde dolaşıyordu.
İçeri girdiğimizde konuşmadan yüzümüze baktı, eli havada bir süre bekledi.
“Arkası yarın” dedi dergiyi masaya fırlatırken. Sonra bacağını diğerinin üzerinden telaşla indirerek ayağa fırladı.
“Saat on olmuş” dedi, tavandaki bir saate bakarmış gibi, “İyi kızların yatma zamanı.”
“Jordan yarın Westchester’deki turnuvaya katılacak” dedi Daisy.
“Demek siz Jordan Baker’sınız.”
Yüzünün neden tanıdık geldiğini şimdi anlamıştım. Ashville, Hot Springs ve Palm Beach gibi yerlerdeki spor haberlerini okurken biraz kibirli duran, bu güzel yüze çok rastlamıştım. Uzun zaman önce onunla ilgili pek de hoş olmayan bir hikaye de duymuştum ama o an pek hatırlamadım.
“İyi geceler” dedi alçak sesle, ‘beni saat sekizde uyandırır mısın?”
“Eğer uyanacaksan niye olmasın.”
“Uyanırım. İyi geceler Bay Carraway, yakında görüşürüz.”
“Tabii ki görüşeceksiniz” dedi Daisy. “Bakarsın sizi evlendiririm. Bize sık sık uğra Nick. Ben de bu arada –hani- ikinizi bir araya toplarım. Belki çamaşır dolabına filan kilitlerim ya da sandala bindirip uzak denizlere açılırım. Bir şeyler yaparım işte.”
“İyi geceler” dedi Bayan Baker merdivenlerden çıkarken, “bunları duymamış olayım.” “Tatlı bir kız” dedi Tom o gittikten sonra, “böyle ortalığa salıp durmasalar iyi olur.”
“Kimler?” diye sordu Daisy soğuk bir sesle.
“Ailesi.”
“Ailesi dediğin yüz yaşına gelmiş teyzesi. Hem artık Nick onunla ilgilenir, değil mi Nick? Jordan bu yaz pek çok hafta sonu burada olacak. Bu yuvanın havası ona çok iyi gelecek.”
İkisi de susup birbirlerine baktı.
“New York’lu mu?” diye sordum.
“Louisville’li. Genç kızlığımızın masum yıllarını orada geçirdik. O masum…”
“Taraçada otururken Nick’e dert mi yandın yoksa?” diye sordu Tom birden.
“Öyle mi yaptım?” yüzüme baktı.
“Gerçi pek hatırlamıyorum ama Normanlardan bahsettik galiba. Evet, öyleydi eminim. Birden aklımıza geliverdi işte, sonra birde baktık ki…”
“Her duyduğuna inanma Nick” diye nasihat etti Tom.
Bir şey duymadığımı söyledim sessizce. Birkaç dakika sonra da gitmek üzere kalktım. Beniuğurlamak için kapıya kadar gelip üstlerine yağan ışıkta yan yana durdular. Arabama binip motoru çalıştırdığımda Daisy’den buyurgan bir, “Bekle!” sesi geldi.
“Sana önemli bir şey soracaktım, unutmuşum. Batı’dan bir kızla nişanlandığını duyduk. “Doğru” dedi Tom destek vererek, “nişanlandığını duyduk.”
“İftira atmışlar. Evlenecek kadar param yok.”
“Ama biz öyle duyduk” diye üsteledi Daisy. Durgun halinin geçip birden çiçek açmasına şaşırmıştım. “Ayrı ayrı üç kişiden duyduk, doğru olmalı.”
Neden bahsettiklerini anlamıştım elbette ama nişanlanmanın kıyısına bile yaklaşmamıştım aslında. Evlilik işlemlerini başlattığıma dair ortalıkta gezen dedikodular Doğu’ya geliş nedenlerinden biriydi zaten. Dedikodular yüzünden eski bir dostunuzla görüşmeyi bırakamazsınız ama sırf dedikodu oluyor diye de evlenecek değildim.
Tom ve Daisy’nin bu ilgisi beni çok etkilemiş ve aramızdaki, zenginliklerinden doğan mesafeyi biraz olsun azaltmıştı. Eve dönüş yolunda kafam biraz karışıktı ve öfkeliydim. Daisy’nin tek yapması gereken kızını kucakladığı gibi evi terk etmekti. Ama aklında böyle bir şey olmadığı belliydi. Tom içinse, ‘New York’ta bir metresi olması’ okuduğu bir kitap yüzünden bunalıma girmesinden daha az şaşırtıcıydı. Gösterişli beden gücü artık o buyurgan ruhunu beslemeye yetmiyor olacak ki, bayat bazı fikirlerin sağını solunu kemirmekle uğraşıyordu.
Yol kenarındaki lokantalar ve önlerinde ışıl ışıl kırmızı benzin pompaları duran tamirhanelerde yaz havası iyiden iyiye hissediliyordu. West Egg’deki malikaneme varınca arabayı garaja park edip bahçedeki terk edilmiş çim biçme makinesinin kenarına oturdum. Rüzgardan geriye ağaçlarda çırpılan kanatların, toprağın vargücüyle üflediği körüklerin yorulmak bilmez kurbağalardan çıkardığı ısrarlı org seslerinin duyulduğu gürültülü, parlak bir gece kalmıştı. Bir kedi ayışığı altında aniden sendeledi. Ona bakmak için başımı çevirince yalnız olmadığımı fark ettim. On beş metre ilerde, yandaki malikanenin gölgesinden ayırt edilen bir şekil, elleri cebinde, yıldızların gümüş serpintilerini izliyordu. Rahat tavırları ve çimenleri güvenle adımlayışı bana, onun etrafımızdaki cennetin ne kadarına sahip olduğunu hesaplamak üzere yürüyüşe çıkan Bay Gatsby olduğunu düşündürmüştü.
Seslenmeye karar verdim. Bayan Baker ’ın yemekte ondan bahsetmesi de tanışmamız için bahane olacaktı. Ama vazgeçtim. Çünkü yalnızlıktan mutlu olduğunu ima eden ani bir hareket yapmıştı. Kollarını karanlık sulara doğru uzattı, epey uzak olduğum halde titrediğine yemin edebilirdim. Ben de ister istemez bakışlarımı deniz yönüne çevirdim. Ta uzaklarda bir başına parlayan ufak, yeşil bir ışıktan fazlasını göremedim. Bir rıhtımın en uç kısmı filan olmalıydı. Tekrar Gatsby’nin olduğu tarafa döndüm. Gitmişti. Bense o gürültülü karanlık için yine yapayalnızdım.
Yorumlar