Üç yıl önceydi… Kılıcımı, ejderhanın şanlı ve koca gövdesinden aşağıya doğru indirirken sanki dünyayı ikiye bölüyordum. Çelik, pullarla kaplı deriye gömüldüğünde, içimdeki öfke dalga dalga dışarı taşıyor, yılların yıkıcı acısı her bir vuruşta yüreğime kazınıyordu. Son hamlemle birlikte ejderhanın çığlığı göklere yükseldi, ardından gelen derin bir sessizlik… Ve bilincim bir anda karardı. Sanmıştım ki artık her şey sona erdi; ejderha ölmüştü, intikamım alınmıştı. Artık mutlu olabileceğimi, geceleri huzurla uyuyabileceğimi düşünmüştüm. Ne büyük bir yanılgı içindeydim…
Rüyamda, gölgelerden oluşmuş bir varlık belirdi. Ne tam bir şekli vardı ne de bir sınırı. Sadece varlığını hissettim; soğuk, uğursuz ve tüm gerçekliğimi sarsacak kadar güçlüydü. Bana baktı, ya da belki sadece ruhuma dokundu, ve soğuk bir sesle fısıldadı: “Her şey daha yeni başlıyor.” Gözlerimi açtığımda ejderhanın bedeni yok olmuştu; fakat boynuzları, o uğursuz izler, geride kalmıştı. Bilge demirciye verdiğim sözü tutmak için ejderhanın boynuzlarını atımın sırtına yükledim ve oradan uzaklaştım. Ama kılıcımın bir devri kapattığı, ruhumdan bir yükü kaldırdığı an, beklediğim hafifliği hissetmedim. Her şey eskisi gibiydi.
Bu duyarsızlığın ardına saklanarak, kadim demircinin mekânına vardım, boynuzları teslim edip oradan ayrıldım. Kuzey’in soğuk ve taşlı yollarına döndüm, ama ruhumun gölgesi hep peşimdeydi. Uzun bir yolculuğun ardından, yorgun bedenim bir handa dinlenmeye muhtaç hale geldi. Odama çekilip yastığa başımı koyduğum anda, kapı çaldı. İçeriye, teni çürümüş, adeta ölümle yaşam arasında sıkışmış gibi duran yaşlı bir lord girdi. Kendini Lord Thorqin olarak tanıttı.
“Ne işin var burada?” dedim. Gözleri, karanlık bir gecede yanan iki kömür gibiydi.
“Ben,” dedi, “yüzyıllar önce Kuzey Krallığı’nın en gözde lorduydum. Bütün ülkeler önümde diz çökerdi; adım, dehşetle anılırdı. Fakat hain Güney Krallığı’nın pususuna düştüm. Orada, topraklarına ihanetin zehri karışmış adamlardan biri tarafından öldürüldüm. Ama öfkem hiçbir zaman dinmedi. Lanetimle Güney’i yüzyıllardır mahvetmeye çalıştım; insanlarının rüyalarına girip onları korkuya sürükledim. Ama amacımı gerçekleştiremedim. İşte bu yüzden sen buradasın.”
“Neyden bahsediyorsun? Ne laneti?” dedim. Lord Thorqin bir adım daha yaklaştı, varlığı bile soğuk bir gölge gibi üzerime çöktü.
“Bu lanet seni yavaş yavaş bir canavara dönüştürecek. Fakat eğer Güney’den 10 bin yetişkin ruhu getirirsen lanet sona erecek. Bu süre zarfında ölmene izin veremem. Kopan uzuvların yeniden doğacak, yaraların hızla iyileşecek. Ama eğer tamamen canavarlaşırsan, bedenin benim olacak. Ve artık zamanın başladı. İyi şanslar, evlat.”
Uyandığımda, odada ne lord vardı ne de bir iz. Ama söylediği sözlerin yankısı içimde büyük bir korkuya sebep oldu. Kaçışı olmayan bu lanetten nasıl kurtulabileceğimi düşündüm.
Sabah olduktan sonra Kuzey Ülkesi’nin soğuk ve taşlı yollarında ilerledim. Kaderin bana biçtiği yolda, bilinmeyen bir kuvvetin beni itişini hissediyordum. Yolculuğumun sonunda, kralın büyük sarayının kapıları ardına kadar açıldı. Kral, beni görkemli bir törenle karşıladı; kalabalık, zafer şarkılarıyla sarayı inletiyordu. Kralın gözleri parlıyor, dudaklarında gururlu bir gülümseme belirmişti.
“O ejderhanın sonunu getirdin mi?” dedi. Sesi, sarayın taş duvarlarında yankılanarak gücünü ve otoritesini daha da pekiştiriyordu.
“Getirdim efendim,” dedim, sesimde zaferin değil, içimde bitmeyen boşluğun soğuk yankısı vardı. Kral, bir süre sonra beni yanına çağırdı; geniş salondan geçerken adımlarım taş zeminde yankılandı, ama her adım bir adım daha içime batıyordu.
“Sana ne diye hitap etmemi istersin?” diye sordu kral, gözleri derin bir sorgunun içindeydi. O an içimde bir uğultu belirdi. Adım… O kadar zaman olmuştu ki ismimi kullanmayalı. Kendi kimliğim, yaşadıklarımın ağırlığında kaybolmuş gibiydi. Hafızamın tozlu köşelerini kurcalarken, yaşlı adamın bana verdiği isim geldi aklıma.
“Warner,” dedim. Bu, artık benim kimliğimdi; geçmişi, acıları ve karanlık bir lanetin ağırlığını taşıyan bir isim. Kral, bu ismi tekrar ederken sanki o ad, salonun içinde yankılanarak gerçekliğe dönüşüyordu.
“Ben, Kuzey Ülkesi’nin Kralı Harald,” dedi, sesi kılıç kadar keskin, hükmü tartışmasızdı. “Kuzey’e hizmet eden Warner’ı kendi lordum ilan ediyorum. Yolun her zaman ak ve ışıl ışıl olsun.”
Kralın bu ilanı, sessiz bir şaşkınlık içinde yüzüme çarptı. İçimde karmaşık duyguların rüzgârı esiyordu; zaferin gururu, lanetin korkusu ve belirsiz bir kaderin gölgesi. Ne bir söz söyleyebildim ne de bir tepki verebildim; sadece kralın sesini dinledim.
“Warner,” dedi tekrar, “Güney Krallığı’na yapacağımız seferlerde benim için savaşmanı istiyorum. Şimdi git, odanda dinlen ve kendine askerler yetiştirmeye başla. Savaş yakındır!”
Kralın bu sözleri, içimde yeni bir kıvılcım çaktı. Bu an, bir tesadüf müydü yoksa yıllardır aradığım o yolun başlangıcı mıydı, bilemiyordum. Ama lanetten kurtulmam için bana çizilmiş bir yol olduğu açıktı. Yaşamımın yönü değişmiş, önümdeki kapı aralanmıştı. Belki de bu karanlık yol, lanetin zincirlerini kırmam için bir fırsattı.
-DEVAMI SONRAKİ BÖLÜMLERDE-
Yorumlar