Beğenirseniz oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın lütfen 🎀
Keyifli okumalar ✨
——————————————————————————–
Bir şekilde sınavları atlatmıştık. Şükür ki, başka olay çıkarmadan bu haftayı geçirebilmiştik. Hepimiz normalde olduğu gibi notlar bekliyorduk.
Annemin tembihlediğini başarabildiğimiz için mutluyduk. Normal hayatımızı idame ettirmemizi istemişti ve notlarımızın da radikal değişime uğramaması bunun bir parçasıydı.
Tolga hala hastanedeydi ve ben bugüne kadar -hafta sonuna kadar- Demirden sınav bahanesiyle uzak durmayı başarmıştım. Sunucudaki çocukla ne kadar eğlenmiş olsam da bazı gördüğüm ve duyduğum şeyleri daha fazla görmezden gelemeyecektim. Üzerine yürüyen büyük ihtimalle iç ceplerinde bıçak taşıyan ucube park gençleriyle dalaşmasını belalı olmasına yorabilirdim ama Enes’in Demir’in bıçaklandığına emin oluşunu unutamazdım. Kerem boylu boyunca yatarken bizi koruma içgüdüsüyle hareket etmesini anlayabilirdim ama o kadar kısa sürede tek bir damla kan veya iz bırakmadan o cesedi ortadan kaldırmasını anlayamazdım. Kan gördüğünde uzaklaşmak istemesini anlayabilirdim ama gözlerinin kızıla dönmesini anlayamazdım. Daha geçen gün Sedat’la birbirlerine girdiklerinde Sedat’ın korkudan titremesini anlayamazdım. O çocuğun herhangi birinden veya bir şeyden korktuğunu görmemiştim, henüz.
Yarın Demir’i arayacak ve konuşmak için bir yere çağıracaktım. Bir araya geliyorlardı. Bir gariplik vardı ve iç sesim durmadan teyit etmem gerektiğini söylüyordu. Artık ona sormalıydım.
***
Deneme sınavı çıkışında eve dönmüştüm. Tolga daha iyiydi ancak yine de hastaneden çıkartmamışlardı. Hastanede onunla olmak zor geliyordu. Onu iyileştiremeyeceklerdi çünkü. İnternetten ulaştığım kişinin söyledikleri hoşuma gitmemişti ama hastanedekilerin yaptıklarından farklı şeylere ihtiyacımız olduğunu anlayabiliyordum. Hem o çocuk benden para ya da başka bir şey istememişti. Sadece sorularımı yanıtlayıp kaybolmuştu. Ona güvenmem gerektiğini söylüyordu içimden bir ses. Tolga’nın elinden zorla aldığım hapları vermeyi düşünüyordum.
Cesaretimi toplayıp Demir’i aramıştım. Tüm sorularımın cevabı ondaydı. İkinci dönem okulda beliren, sürekli Tolga ve benim etrafımızda dolaşan, birden ortadan kaybolup döndüğünde ne olduğunu anlatmayan ve en önemlisi, birinin ölümü karşısında soğukkanlı kalabilen yakın arkadaşım Demir. Onda bir gariplik olduğunu artık içten içe kabullenmiştim. Belki de.. vampirdi. Gülümsemekten geri alamadım kendimi. Neler düşünüyordum böyle.
Evimin kapısının önünde Demir’i bekliyordum.
Evimizin önünde durdu ve hışımla yanıma geldi. Omuzlarımdan tuttu beni.
“Sen, iyi misin? Sesin çok endişeli geliyordu. Tolga’ya bir şey mi oldu?” dedi.
Evet, ona sadece gergin bir sesle bizim eve gelebilir misin, diyebilmiştim.
“Okulda neden bir şey söylemedin? Hatta.. bu hafta benimle neden konuşmaktan kaçındın?” Düşünüyordum çünkü. Ne yapacağıma karar vermeden hiçbir şey söylemek istememiştim. Kararımsa hesap vermek değil sormak olmuştu.
“Tolga’yla ilgili.” dedim kendimden beklemediğim soğuk bir sesle. Heyecanla avucumda tutmakta olduğum uyuşturucuyu göstermeyi bekliyordum.
“Merak ediyorum, geçen sefer nasıl iyileştiğini. Hastanenin bir şey yapmadığı kesin zaten de..” Bitkin görünüyor olmalıydım. Hem uykusuz kalmıştım hem de sınavdan çıkmıştık. Bana acıyan gözlerle bakıyordu Demir.
“İyileşecek. Her nasıl olduysa yine öyle iyileşecek.” dedi ve sarıldı bana.
Bırakmak istemiyordum. İstemeye istemeye ittim onu hafifçe. Saklıyordu. Geçiştiriyordu beni. Benden neyi sakladığını öğrenmek için kıvranıyordum. Bu hapları Tolga’ya o vermişti ve kısa süreliğine iyi gelmişti. Yumruk yaptığım avuçlarımı açtım. Haplara bakakalmıştı. Adem elmasının yukarı aşağı gidişini izledim. Şimdi ne diyecekti? Bilmiyorum diyerek mi geçiştirecekti beni? Gözlerimi bana bakmaya cesaret edemeyen gözlerine dikmiştim.
“Bir şey söyle.” dedim dayanamayarak.
“Ne bunlar?” Dediğinde, al işte, diyordum. Öfkeli bakışlarımı üzerinden çekmeden ona biraz süre verdim. Sesi çıkmayınca ittim Demir’i.
“Kes artık! Ne olduklarını sen biliyorsun, ben değil.”
“Tamam, tamam.” Gözlerini kaçırmadı bu sefer. Anlatacaktı.
“Ben verdim bunları Tolga’ya. Senin almaman gerekiyordu. İçseydi, şimdi hastanede olmayacaktı.”
“Biliyorum ama içinde ne olduğunu bilmediği bir şeyi içip duramaz. Bana bunun ne olduğunu söyle.”
“İlaç işte. Hastalığı için.”
“Adı ne?” Sessizlik.
“Hastalığı ne peki?” Yine sessizlik.
“Konuş.” Bağırmamaya gayret ediyordum. Mahallede dikkat çekmek istemiyordum.
“Ben biliyorum ne olduğunu.” dedim. Şüphesini okuyordum suratından.
“Neymiş?” Sessizliğini bozmuştu.
“Senden duymam gerek. Yoksa deli olduğumu iddia edersin.” Güldü. Bana böyle bir durumda gülüyordu. Tekrar tekrar ittim onu. Kuvvetim onu yerinden oynatmaya yetmiyordu bir türlü.
“Mira.” Durdum. Bekliyordum. Bir şeyler anlatmasını.
“Burada anlatamam. Öğrenmek istiyorsan, beni takip et.” Arabasına yöneldi. Gitmek istemiyordum ancak.. öğrenmek istiyordum da. Akıl erdiremediğim bir tuhaflık vardı. Vampir olamazdı herhalde. Gerçek olamazlardı. Başka bir açıklaması olmalıydı. Bir şeylerin cevabına ihtiyacım vardı artık. Takip edip arabasına bindim. Bu araba huzurumu kaçırıyordu. Belki de güvenmemem gerekiyordu Demir’e. Ailesi hapiste, kavga etmekten çekinmiyor, ağabeyime uyuşturucu buluyor ve en korkutucusu da Alara için bir ceset sakladı..
Emre abi iyi olduğumu söylüyor ama ben yine tüm korkularımı kafamın içinde döndürüp duruyorum işte.
“Hayır, hayır.. Ben vazgeçtim bir yere gitmek istemiyorum. Bana şimdi anlat her şeyi ve git.” Çalıştırdığı arabayı durdurdu. Gözlerini gözlerime dikti.
“Mira her şeyi öğrenmek istediğine emin misin? Tekrar, huzurla bir gün dahi uyuyamayacağını bilsen bile? Sana anlatacaklarım çok rahatsız edici olacaklar.” Gözleri ışıldıyordu.
“Etrafımda olan her şeyi bilmek istiyorum.”
“Etrafında olan her şeyi sana gösteremem ama.. benimle ilgili şeyleri sana göstereceğim. Etrafındakiler için ne yapman gerekiyor biliyor musun?”
“Ne?”
“Uyumak.” Gözlerindeki ışıltı kendini yinelemişti ve ben uyuyakalmıştım araç çalıştığında.
Kılıçların çarpışmaları, yanmakta olan tek katlı kerpiç köy evleri, insanların çığlık çığlığa koşuşturmaları bir yana, asıl kalbimi kıran ağlayan bebeklerdi.. Bastığım her yerde çıplak ayaklarım biraz daha fazla kana bulanıyordu. Burnuma bir türlü kokusu ulaşmayan cesetler üst üste yığılmıştı. Bir osmanlı askeri birbirinin tıpatıp aynısı iki bebeği kucaklıyordu. Onlara saldırmak üzere olan askeri durdurmak için atıldığımda Osmanlı askeri bebeklerle gözden kaybolmuştu. Benim saldırdığım asker ise sanki daha önce varlığımı fark etmemiş de şimdi görüyormuş gibi şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Şaşkınlık fazla uzun sürmemiş ve kılıcını üzerime sallamıştı.
Sanki bedenime yeni dönüyormuş da, ilk defa nefes alıyormuşum gibi derin bir solukla uyandım. Demir arabada değildi, kapım açıldı.
“Mira. Mira.” Adımı seslenip duruyor ve hafifçe yanaklarıma vuruyordu. Gün batımıydı ve kızıl güneş gözlerimi alıyordu. Göz kapaklarımı güç bela araladığımda yine sahilde olduğumuzu fark ettim. Burası sanki bana kabus gördürtüyordu.
“Burayı çok seviyorsun galiba.” Demir’in koluna sımsıkı tutunduğumu fark etmem ve bırakmam zaman almıştı. Gözlerimi ovuşturdum ve aracın dışına çıktım. Elimle güneşi siper edip dalgaları izledim bir süre.
“Ne gördün?” diye sordu Demir, arabasına yaslanıp oturmuşken.
“Savaştaydım. Öldürülüyordum neredeyse, uyandım sonra.”
“Nasıl yani?”
Demir şaşırmış görünüyordu.
“Seni hayal kırıklığına uğrattım. Neden? Sıkıcı bir kabus mu?” Güldü.
“Hayır ben..” İç çekti.
“Sen?”
“Görebiliyor olmalısın Mira.”
“Neyi?”
“Geçmişini, geleceğini. Şaşırdım o yüzden.”
“O ne demek? Tuhaf inançların var sanırım. Sen rüyalarında hayatını mı görüyorsun?” Güldü.
“Evet, öyle diyelim. Tuhaf inançlarım var.”
Kollarımı kavuşturdum ve güneşi sırtıma alarak karşısına dikildim.
“Anlat seni dinliyorum.” Yüzüne muzip bir gülüş yerleşti.
“Peki. İstemezsen her şeyi unutmana yardımcı olacağım.”
“Bu ne demek şimdi? ”Ne saçmalıyordu bu? Sabredemiyordum artık.
“Mira. Gözlerime bak.” Dirseklerimi kavradı. Beni neden bu kadar sıkı tuttuğunu anlayamıyordum. Gerilmiştim. Kapaklarını indirdiği gözlerine odaklandım. Kaşları çatılmıştı. Göz kapaklarını araladı.
Geri adım atmak hatta koşarak ondan uzaklaşmak istiyordum. Soluklarım hızlanmıştı. Bu yetmiyormuş gibi yüzü de değişmeye başladı. Kararmaya. Ellerim uyuşuyordu ancak kendimi ondan kurtaramıyordum. Bırakmıyordu beni. Bakmamaya çalışıyordum.
“Aç gözlerini.” Sesi bile farklı geliyordu kulağıma. Daha kalın sanki.
Başım dönüyordu. Nefes almakta zorluk çekiyor gibiydim ya da aldığım nefes bana yetmiyordu. Bilincimin kaydığını hissediyordum. Son kez kendimi çektim Demir’den. Bıraktı beni. Adrenalin yeniden vücudumu ele geçirdiğinde hayatımda hiç olmadığı kadar hızlı koştum. Koştum, koştum, koştum. Ne kendimi saklayabileceğim bir orman ne de sığınabileceğim bir insan vardı. Uçsuz bucaksız, yol kenarında bir sahildi. Bitkin düşüp durduğumda ancak arkama bakmaya cesaret edebildim. Demir uzakta, bıraktığım yerde duruyordu. Yüzü gözlerimin önüne geldikçe, gözyaşları terk ediyordu beni. Ellerim hissizleşmişti. Uyuşukluk yüzümü de ele geçiriyor ve beni felç kalmak korkusu sarsıyordu. Kulaklarım, boğuklaşan dalgaların ve kuşların seslerinin arasına bir çınlama eklemişti. Ne yapacaktım şimdi? Yol kenarına çıktım. Bir araba geçmesini umut ettim. Uzun sürecek gibiydi. Olduğum yere çöktüm. Gözüm, bakışlarını denize sabitlemiş olan Demir’in üzerindeydi. Bana yaklaşmasını istemiyordum.
Hava kararmıştı ve hala hiç araç geçmemişti. Evde olmayı diliyordum. Ancak evime gidemiyordum. Durmadan gördüklerimi düşünüyordum. Delirmiş miydim? O kırmız gözler ve kararan surat da neydi? Kafamın içinde yankılanıyordu bir kelime. Vampir. Demir bir vampirdi. Sanırım öyleydi. Uyumuyorsam ve rüyada değilsem, öyleydi. Tolga ile ne alakası vardı ki bu durumun? Verdiği hapın ne alakası vardı? Ölümüne korkuyordum Demir’den. Hala aynı yerdeydi ve beni izliyordu. Benim ne zaman pes edeceğimi merak ediyor olmalıydı. Çoktan birilerinin bu yoldan geçeceğinden umudumu kesmiştim zaten.
Demir hareketlenmişti. Evet! Bir tır geliyordu! Ayağa kalktım ve ellerimi havada sallayıp bağırmaya başladım. Şoförün dikkatini çekmemle kendimi Demir’in arabasının önünde bulmam bir oldu. Tır geçip gitti ve ben Demirle kaldım. Yine.
Beni yere indirdi. Yüzü düzelmişti ancak yine de bana dokunması ya da yaklaşmasından hoşlanmamıştım. Ondan korkuyordum.
“Mira, bu kadar yeter. Tır seni alıp gittiğinde güvende olacağına eminsin ama benimle güvende hissedemiyor musun?” Kaşlarının arasındaki hafif kırışıklık, hüzünlü gözlerine derinlik katıyordu.
Hem haklı hem haksızdı. Öyle korkmuştum ki bu yaratıktan, insanların daha tehlikeli olabileceği aklıma gelmemişti.
“Sana nasıl güvenebilirim? Sen..” Cümlemi tamamlayabilmek için kendimi toplamam gerekti.
“Sen.. nesin?” Sormam gerekiyordu.
“Biliyorsun ne olduğumu.” dedi. Hayal kırıklığı vardı sesinde.
“Tolga da mı?” Korkuyordum cevaptan.
“Hayır.” Rahatlamıştım.
“Mira, bana güvenmiyor musun?” Cevap veremedim. Üzülmüştü.
“Sana asla zarar vermem. Bir şey yapacak olsaydım, şimdiye kadar yapardım. Sen.. önemlisin.” Gözyaşlarım tekrar boşaldı. Kendimi tutamıyordum. Çocuk gibi ağlıyordum. Neden böyle olmak zorundaydı? Neden sadece insan değildi? Olduğum yerde oturdum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sorularım hala duruyordu ancak bir yandan hayata dair bildiğim her şey yıkılmışken yeniden inşa etmeye çalışıyordum.
Demir saate bakıp duruyordu telefonundan. Evet geç olmuştu.
“Mira.” Saatlerdir Demir’e baka baka düşünüyordum. Evet, vampirler vardı.
“Tekrar görmek istiyorum.” dedim.
“Emin misin?” Elimi tuttu hafifçe. Ondan uzaklaşmamdan korktuğunu hissedebiliyordum.
“Evet, eminim.” Yüzü değişti. Korkumu atlatamamıştım ancak.. Demir arkadaşımdı ve beni önemsiyordu. Bunu hatırlatabilmiştim kendime.
Yaklaştım ona. Ay ışığında zor seçilen, siyah şişmiş yüz damarlarına dokundum. Garip bir şekilde soğuktu. Ona dokunduğumda hiç soğuk olduğunu hissetmemiştim.
“Dişlerin peki?” Gülümsedi bana ama dişlerini göstermedi.
“Demir ben.. İnanamıyorum.”
“Haklısın.”
“Tolga vampir değil dedin. Peki, ona verdiğin şey neydi?” Sivrilmiş dişleriyle kolunu ısırdı ve koyu kırmızı kanı kolundan bileklerine ve avuç içine aktı.
“Buydu. Benim kanım insanlar için iyileştiricidir. Geçici de olsa.” Kolundan tutup denize götürdüm ve ısırdığı yeri yıkadım. Tuzlu su canını yakmamıştı çünkü kurumuş kan temizlendikten sonra geriye hiçbir şey kalmamıştı. Yara yoktu.
“Tolga biliyor mu senin ne olduğunu? Bu hapları?”
“Bu kapsüllerin ne olduğunu bilmiyor, hayır. Beni de bilmiyor. Sadece bunlarla iyi olduğunu biliyor. Dirense de birkaç defa içirmeyi başardım.” Kapsüller, diye tekrar ettim içimden.
Denizin önünde dikilmiş, bir süre sessizce yeni ayı izledik.
“Vampirler, güneşten etkilenmezler mi? Neler doğru, neler yanlıştı?”
“Etkilenir. Güneş vampirler için ölümcül olan sayılı şeylerden. Benim için bir durum var. Sana açıklayamayacağım şeylerden. Bana verilmiş bir özellik bu. Şimdilik.”
“Yani normalde vampirler gündüz gezemezler?”
“Hayır, gezemezler.”
“Anladım…Sanırım. Ne konuşuyoruz biz böyle.” Başımı ellerimin arasına aldım.
“Eğer sana çok geldiyse, her şeyi unutturabilirim.”
“Hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.” Sessizlik.
“Hiç.. birini öldürdün mü?”
“Doğamda var.” Ürperdim.
“Zevk için değildi. Kastetmedim.”
“Yanlışlıkla oldu yani?”
“Öyle denebilir evet..”
“Keremi kolayca halletmene şaşırmamalıymışım.” Kaşları çatıldı.
“Kerem yaşıyor.”
“Ne?”
“Gittiğimde ölmemişti. Ben de onu iyileştirdim ve başına gelenleri unutturdum.” Alara kendini katil olmakla suçlayarak yiyip bitirirken bizden bunu saklamamalıydı.
“Keşke söyleseydin.” Bozulmuştum.
“Söyleyemezdim, biliyorsun. Ölmemişti ama ölecekti. Bir insanın onu kurtarması mümkün değildi. Hem.. artık insanların arasına dönemez.”
“Neden?”
“Dönüşüyor.”
Kurtulmuştu ama bir vampir olarak. Bir süre sessizlik oldu.
“Alara bilmeli ama.”
“Bilemez, Mira. Vampirlerin varlığını öğrenen herkes tehlike altında demektir.” Ben de tehlike altındaydım yani.
“Vampirler? Senin dışında tanıdığım biri var mı?” Duraksadı Demir.
“Annem, yani ablam.” Ablası annesiydi yani aslında. Sessizlik.
“Kaç yaşındasın?”
“113.”Vay be. Neler görüp geçirmişti.
Ayağa kalktım.
“Ben.. ne hissedeceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Bütün bunlar karşısında. Sadece Tolga’yı iyileştirip eve dönmek istiyorum.”
“Seni götüreyim.” dedi ve arabaya bindi. Yanına oturdum. Aynayı indirip yüzüme baktım. Kızarmış beyaz suratım kendini toparlamaya başlamıştı.
“Mira, kimseye bahsetmemelisin.” dedi Demir. Bahsedemeyeceğimi biliyordu ama hatırlatmadan geçememişti. Başımı salladım, yola koyulduk.
***
Hastaneye giriyorduk. Kapının yansımasından göz ucuyla kendime baktım. Yüzüm eski haline dönmüş olsa da göz altlarım çökmüştü. Berbat görünüyordum. Henüz sindiremediğim gerçeklerin ağırlığı altında eziliyordum. Ailemin endişeli bakışlarını görmezden geldim. Onları odadan savuşturmayı başardığım bir anda Tolga’ya kapsülleri verdim.
“Neden şimdi veriyorsun?”
“Sana iyi gelmiyorlar mı?”
“Geliyorlar ama.. istemiyorum artık. Bunlara bağlı kalamam.”
“Tolga, ya bunlara bağlı kalacaksın ya da hastaneye.” Kapsülleri avcuna bırakıp odadan çıktım. Tolga’nın yanına girdiğimde Demir’in çoktan hastaneden ayrıldığını, kapıda beni beklemediğini farkettiğimde anlamıştım. Babamdan beni eve bırakmasını istedim. Babamla kol kola hastaneden çıktık.
Tüm gece bitmek bilmeyen kabuslar eşliğinde uyumaya, dinlenmeye çabaladım.
***
Okulun lavabosundaydım. Melisa girdiğinde ellerimi yıkıyordum. Beni görünce çıkıp gidecek gibi oldu ancak vazgeçti. Yanımdaki lavaboya gelip elindeki makyaj çantasını bıraktı. Birkaç saniye göz göze geldik. Konuşmadığı için ben de bir şey söylemedim. Selamlaşmıyorduk bile artık. Kıvırcık saçlarını geri savurdu ve ellerini yıkamaya başladı.
“Yaralandın mı? Gömleğin..” Konuşup konuşmamak arasında kalmıştım ama yine de sormuştum. Dirseğinin iç kısmından bileğine doğru akan kan parıldıyordu. Bunu belki de söylemem gerekir, diye düşünmüştüm. Uyarımın ardından gömleğinin düğmesini çözüp baktı. Tepkisiz bakışları tuhaf gelmişti bana. Göz bebekleri ne olduğunu anlayamaz gibi bomboş ve donuk bakıyordu. Dönüpte cevap vermemiş hatta bana göz ucuyla bile bakmamıştı. Bu kadar çok mu nefret ediyordu benden? Ben ona bir şey yapmamıştım bile. Asıl o bizi kullanmış ve ilk fırsatta canımızı yakıp kaçmıştı.
Bantla kapattığı ancak kanamaya başlayan yarasının üzerinden gömleğini sıyırırken hafif bir inleme nidası kaçtı ağzından.
“Neye bakıyorsun?” Beni tersledi. İyilik de yaramıyordu. Mendil aldım, elimi kuruladım ve çıkmadan önce geniş yara bandını kaldırdığı yarasına kaçamak bir bakış attım. Kesiğe benzemiyordu. Çantasından çıkardığı bir pamuklu ped parçası ile kanı temizlerken etine doğru derinleşen küçük bir çift delik görmüştüm. Dayanamadım ve tekrar baktım.
“Neye bakıyorsun dedim sana?” Beni tekrar terslediğinde umursamadım. Kolunu sıkıca tuttum ve daha yakından baktım yarasına.
“Ne ısırdı seni?” Tedirgindim. Büyük bir ısırıktı. Tekrar bir inilti kaçtı ağzından. Belli ki kolunu sıkmam canını acıtmıştı. İtti elimi.
“Bıraksana.” Kolunu bıraktım. Bezi az suyla ıslayıp kanı tamamen temizlediğinde netleşmişti diş izleri. Yüzüne baktım tekrar. Hala tepkisizce bakıyordu. Öylece dikilirken donuk olan suratının sadece canı acıyınca buruşması beni korkutuyordu.
“Melisa noldu diyorum sana.” Yarayı bantladığı sırada cevap verdi ancak bana.
“Köpek ısırdı. Oldu mu?” Lavabonun kenarına saçtığı kirli bezleri toplayıp çöpe attı ve çantasını alıp çıktı.
Vampirlerin varlığı beni paranoyaklaştırıyordu. Artık her şeye farklı bakıyordum. Belki de görmek istediğim gibi görüyordum. Hemen paniklediğim için kötü hissediyordum. Köpek ısırığı olması ihtimalinin içimi rahatlatması da beni kötü hissettiriyordu ancak en azından doğaüstü değil diye düşünmeden edemiyordum.
Kantine geri döndüm. Alara Aslı’yı konuşturmaya uğraşıyor ancak pek de başarılı olamıyordu. Enes ortada yoktu.
“..tersten gidince daha kolay çıkıyordu.” dedi Alara.
“Bilmiyorum. Ben çözemedim zaten onu.” dedi Aslı.
“Kızlar,” Sandalyeme yerleşip konuşmaya devam ettim.
“Melisa’yı köpek ısırmış. Kolunda diş izleri var.” Alara tepki vermemeye çalışıyordu ancak içten içe bir oh çektiğini hissedebiliyordum. Aslının ise kaşları çatıldı.
“Nasıl olmuş?” diye sordu Aslı.
“Bilmiyorum, bana bir şey anlatmadı.”
“Neredeydi lavaboda mı?” dedi Aslı. Napacaktı anlamamıştım.
“Evet ama benden önce çıktı.” Yemekte olduğu hazır makarnası henüz bitmemişken, ağzını temizledi ve kalktı.
“Benim abimi görmem gerekiyor. İşim bitince gelirim.” dedi ve hızla uzaklaştı. Abisi okulumuzda öğretmendi. Akın hoca. Ancak aniden yemeğini dahi yarım bırakıp gitmesine anlam verememiştik.
“Noldu şimdi?” dedi Alara. Şaşkın şaşkın.
“Abisine gitmiyor fark ettin değil mi? Bir şey sakladı bizden, ben fark ettim.” diye ekledi Alara. Ben de başımla onayladım. Aslı bazen tuhaftı.
Bahçe kapısı açıldı. Demir. Sahilde hissediyordum hala kendimi. Her Demir’i gördüğümde hafif dalgalı deniziyle ve taşsız, ışıldayan kumlarıyla bizi sürekli götürdüğü o sahilde, gün batımını izlediğim dakikaları anımsıyordum. O ana gittiğimde başta üzerimden bir ürperti geçiyor, ardından bir heyecan bedenimi sarıyor ve sonra yerini korkuya bırakıyordu. En sonunda o günden ileri gidememişim gibi geliyordu. Demir’i okulda her gördüğümde bu hisler içimde aynı sırayla uyanıyorlar ve dağılıyorlardı.
Demir gözlerini bana kilitlemişti. Belli ki bekliyordu. Onu davet edecek bir gülümseme. İçimdeki çatışma henüz sonlanmamıştı. Şuan bizimle birlikte oturmasını, bizimle vakit geçirmesini istiyordum ancak.. bir sonraki anımda bundan pişmanlık duyacağımdan emindim. Gözlerimi önüme indirdim. Bakmadığından emin olduğumda, kaçamak bakışlar atıyordum. Ne yaptığını merak ettiğim için. Görmek için. Tolgayla beraber çay içiyorlardı. Derin bir nefes alıp verdim.
“Mira, neden konuşmuyorsunuz?” dedi Alara. Havadaki gerginliğin kokusunu almaması mümkün değildi zaten.
“Hiç.”
“Mira?”
“Tartıştık sadece biraz.” Alara şaşırtıcı bir şekilde sormakta ısrarcı olmadı. Memnun olmuştum. Vampirlerden bahsedemezdim..
Demir’in sürekli telefonunu kurcalaması dikkatimi çekmişti. Mesajlarımıza bile güçlükle cevap verirdi, telefonunda neyle bu kadar vakit geçirdiğini merak etmiştim.
“Mira.” Alara da telefonundaydı ve bir video izliyordu. İkisinin de aynı şeye baktığına yemin edebilirdim çünkü kantindeki öğrencilerden bazıları bize bakıp bakıp bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Alara’nın elinden telefonunu aldım.
“…özür dilerim ama iyiyim gerçekten. Sadece.. seti ertelemek durumunda kaldık çünkü çözmem gereken kişisel meseleler vardı. Anlayışınız için teşekkür ederim.” Kerem. Video paylaşmıştı. Kanlı canlıydı. Canlıydı. Üzerimden bir ürperti geçti. Alara’yla bakışıyorduk. Şoktaydı. Kalktı gitti ve Demir’i bahçeye çıkardı. Biliyordum. Ölmediğini. Ancak bu şekilde onu açık edeceğini bilmiyordum. Annem arıyordu.
“Anne? Videoyu gördün mü?”
“Evet. Alara telefonunu açmıyor. Yanındaysa söyler misin, derse girmeden beni arasın.”
“Tamam söylerim.”
“Dava da kapandı böylelikle tabii ki..” Güldü annem. Rahatlamıştı.
“Benim kapatmam lazım Mira. Akşam konuşuruz.”
“Tamam anne görüşürüz. Kolay gelsin.”
“Sağol canım sana da.”
Rahatlamıştım. Videoyu tekrar açıp izledim. Arka planda beyaz bir duvar ve oturmakta olduğu bej koltuktan başka bir şey yoktu. Keremi inceliyordum. Üstünde siyah bir tişört vardı. Yüzü gayet canlı görünüyordu. Sadece gözlerinden canının sıkkın olduğunu anlayabiliyordum. Video o kadar doğal çekilmişti ki, ona birinin yaptırdığını söyleyemezdiniz.
O hayatta kalmıştı. Bambaşka bir canlı olarak hayatta kalmıştı. Belki de henüz başına ne geldiğine dair hiçbir fikri yoktu.
Kantin kapısı hızla açılınca bakmaktan kendimi alıkoyamadım. Alara geliyordu. Sinirli bir şekilde. Yanımdan geçip gitti. Demir geldi ardından. Sessizce. Bana baktı ve Tolganın yanına oturdu. Alara’ya ne söylemişti? Alara ona, ölü bir adam nasıl dirilir, diye sorduğunda ne diyebilirdi ki ona? Alara’nın peşine takıldım.
Sınıfa çıkmıştı. Ağlayarak eşyalarını topluyordu.
“Alara. Ne konuştunuz?” Beni duymuyordu bile. Tam olarak doğru soruyu sorduğumdan da emin değildim zaten. Ne diyebilirdim onu da bilmiyordum. Ben de eşyalarımı topladım ve Alara’nın ardından hızlıca çıktım. Nöbetçi öğretmene yakalanmadan okulun dışına çıkmayı başarmıştık.
“Bize gidelim.” dedim. Alara’yı çekiştirerek bizim eve doğru yürüttüm. Parka geldiğimizde durdu ve kamelyadaki banka oturdu. Derin derin nefesler alıp verirken ağlamaya başladı. Sadece sarıldım ona. Kendi kendime, istediği kadar ağlasın, diyordum. O da bana sarıldı. Ne kadar süre öylece oturduk, bilmiyordum.
“Nasıl saklar benden? Ben.. birini öldürdüm diye..” diyebildi gözyaşları tekrar akmaya başlamadan önce. Kelimeler ağzında dolanıyor, zor çıkıyordu. Ağlamaktan şişmiş dudakları sesini değiştiriyordu sanki.
***
“Ben yapmak istemiyorum.” dedi Enes elini kaldırıp henüz kimse el kaldırmamışken. Biraz zayıflamıştı ancak yine de hiçbir zaman takla atmak için yeterince esnek bir çocuk olmadı.
“Çık.” dedi hoca umursamaz bir tavırla. Enes de sıradan ayrıldı.
“Başka?” Birkaç kişi daha çıktı. Alara’yla ben de çıktık. Yirmi sekiz kişilik sınıfımızdan, takla atmayı öğrenmek isteyen on kişi kalmıştı. Hoca istemeyenlere elindeki basket topunu attı.
“Karşı pota.” dedi işaret ederek. Sıraya geçip top atmamızı istiyordu ama çoğu kişinin umurunda olmadı. Kimileri başka sporlar için alet almaya hocanın odasına gitti. Potanın yanında 8 kişi kalmıştık. Serbest takılıyorduk. Kafamıza göre oynuyor ve sohbet ediyorduk. Takla attıkları Minderlerin yanında dizilmiş birbirlerini izleyen sınıf arkadaşlarımızdan bir alkış ve ıslık koptu. Aslı poz veriyordu. Sağlam bir kalkış pozuydu. Elimde basket topuyla durdum ve izlemeye başladım. Bu kızın kaslı yapısı daha önce de dikkatimi çekmişti. Bir tür sporla uğraşıyordu demek ki. Taklayı hemencecik yapmış birde kalktığı gibi yalpalamamıştı.
“Sevgilim be.” dedi Enes hayranlıkla Aslıya bakarken.
“Senin neyine baktıysa.” dedi sınıftan bir çocuk. Son zamanlarda çok fazla Ilgaz ve tayfasıyla görüyordum Aliyi. Kabadayılığa dair bir şeyler öğrenmişti belli ki. Enes’i kolundan tutup yanımıza çekti Alara. İkimizde de tartışma kaldıracak güç yoktu. Ne kadar hareketli günler geçirmiştik öyle? Belki.. köyde bir hafta sonu bize iyi gelirdi. Bunu yapmalıydık.
“Mira, hadi. 7-7 oynuyoruz.” Aslı’yı izlemeye ve düşünmeye dalmıştım, takımlara ayrıldığımızı ve maç yapacağımızı fark etmemiştim bile.
***
Durmadan tekrar ediyordu. Yine oldu. Önce dalgaların sesi. Bizim kahkahalarımız. Tolganın boğulması ve bir baloncuğa hapsolup boğularak uyanmam.
Uyuşuyordum. Nefes alamıyordum. Telefonumu kavradım güç bela. Tenim telefonu hissetmiyordu. Güçlükle annemi aradım. Aşağıda, salondaydı herkes ama benim gidecek gücüm yoktu. Dizlerimin bağı çözülüyor kendimi kaldıramıyordum. Annem telefonda sesimi alamayınca koşarak yanıma geldi. Panikten oluyordu. Annem çekmecelerimi kurcalıyordu. Bir kese kağıdı buldu bana. Nefesimi düzenleyebilmem için. O kadar aklım başımdan gitmişti ki dolabımda bunun için bir kese kağıdım olduğunu bile unutmuştum.
Annem yanıma oturdu ve bekledi benimle.
“Daha iyi misin?”
“İyiyim anne.” dedim kendimi onun kollarına bırakarak.
“Sana verdiğim ilaçları kullanmamışsın. Çekmecede duruyorlar.” Kese kağıdını ararken görmüş olmalıydı.
“Kullanmak istemiyorum.”
“İyi olamazsın ama Mira. Seni yalnız bırakmaya korkuyorum. Kullan ilaçlarını.”
“Onlar benim değiller ki anne. Doktora götürmedin ki beni.”
“Siciline işlenmelerini istemiyorum Mira ama görüyorsun ya, ihtiyacın var.”
“Benim neyim var anne? Niye böyleyim?”
“Çünkü Mira..” Duraksadı, ne diyeceğini bilemiyor gibi bir hali vardı. Demir’de gördüğüm bir bakışı yakaladım onda da. Bir şeyler uydurduğu zamanki bakışlarına benziyordu.
“..olgunlaşıyorsun. Yaşıtlarından daha hızlı hemde. Farklı görüyorsun dünyayı ve ruhsal yükü sana daha ağır geliyor. Bu bir süreç kızım. Bu bittiğinde çok iyi olacaksın, çok iyi hissedeceksin ve bu ağırlığa bir daha hiç dönmeyeceksin.”
“Ama niye benden başka kimse bunları yaşamıyor çevremde? Niye ben? Arkadaşlarımın hiçbiri mi böyle olmaz? Özellikle bu kabuslar anne.. bu kabuslar hiç durmuyorlar ve sanki.. bazıları gerçekleşti.” Demir’in söyledikleri aklıma girmişti ve annemin her serzenişimde bana olgunlaşmaktan farklı olduğumdan ve hatta farklı gördüğümden bahsetmesi merakımı dürtüyordu. Annemin bakışları bu konuyu eşelemem için beni güdülüyordu. Ona da soracaktım. Bir dolu kabusun arasında gerçekmiş gibi hissettirenlerin ne olduğunu.
Ananemin iyi fal baktığını söylerlerdi. Neydim ben bir tür medyum mu? Altıncı hislerimiz anne kız kuvvetli miydi, öğrenmeliydim.
“Bundan hiç bahsetmemiştin.” dedi annem şaşırarak.
“Korktum anlatmaktan.. ama birkaç tanesi yaşanmış gibi hissediyorum.” duraksadım.
“Anne ben deliriyor muyum?”
“Mira..”
“Bizim ailemizde böyle bir şey var. Bazı şeyleri hissediyor görebiliyoruz.”
“Nasıl yani?”
“Hani bazı insanların gönül gözünün açık olduğunu söylerler ya.. öyle düşün.”
“Medyumluk mu var yani bizde?” Bana güldü.
“Öyle de denebilir.” duraksadı ve devam etti “Yalnız.. bunu kimseye anlatmayız. Gördüklerimizi de kimseye anlatmayız. Hep kendimize saklarız. İlk bu beceriler bize geldiğinde, geleceği zaman böyle ruhen sıkıntılı dönemler olur. Benim çok geç olmuştu. Neredeyse 30 yaşındaydım. Sen ise henüz 15 yaşındasın. Sana çok ağır geliyorlar. Haklısın. O ilaçları da bunun için vermiştim.” Beceri. Gelecek ve geçmişi görebilmek gibi. Demirin söylediği gibi. Bunun doğaüstü bir yanı vardı.
“Ben bunu yaşamak istemiyorum anne. Bu her neyse bunu atlatmak istiyorum hemen. Kahinlik mi ne boksa..” Annem tepki vermese de saygısızca konuştuğum için biraz utandım ve kızardım. Bok dememişim gibi, cılızlaşan sesimle konuşmaya devam etmeye çalıştım.
“Neden yani? Çok kötü rüyalar görüyorum. Doğru olma ihtimalleri bile kanımı donduruyor.” Annem ürperdi.
“Ne gibi kötü rüyalar Mira?”
“Anne, çok kötü şeyler.. Ölüm gibi.”
“Mira..” Derin bir nefes aldı ve devam etti konuşmaya.
“Önemi yok. Rüyalarını deftere yaz ve aklından çıkarmaya çalış.”
“Senin rüya defterimden haberin var yani.” Emre abi söylemiş olmalıydı. Bildiğini belli eden hafif bir gülümseme geçti yüzünden. Bugün bana kendini ele veriyordu. Belki de bilmemi istiyordu. Konuşmaya devam etti.
“O kabuslara elinden hiçbir şey gelmez ve her gördüğün de olacak diye bir şey yok. Her biri bir olasılık. Tamam mı? Birinin öldüğünü dahi görsen kimseye bahsetme bundan. Hiç kimseye bunlardan bahsedemezsin. Rüya defterini de çok iyi sakla, kimseye gösterme. O sadece senin yükünü hafifletmek için. Anladın mı?”
“Emre abi?”
“Seni dehşete düşüren ve henüz anlamlandıramadığın rüyaları anlatmamalısın.” dedi ve ekledi “Bir süredir gitmiyorsun. İyi olduğunu sanmıştım. Randevularını aksattım. Bu hafta boşluğu varsa görüşme ayarlamamı ister misin?” Başımı salladım. Neyin iyi geleceğini bilemiyordum artık. Ben de iyi olduğumu sanıyordum. Alabildiğim tüm yardımı almaya devam etmeliydim.
***
Kalabalık coşmuştu. Biz anlamıyorduk ancak izleyiciler oldukça coşkulu bir şekilde tezahüratlar ediyordu. Henüz hala çözemediğim laflar dolaşıyordu ortalıkta. Bu oyunun ne çok terimi vardı.
“Bu pasaklı, bir daha yerinden hoplayıp elindeki yiyecekleri üzerime sıçratır ya da beni rahatsız ederse, onu gerçekten öldürebilirim.” Alara kulağıma fısıldıyordu. Artık bunun esprisini tekrar yapabiliyor olmak ferahlatıcıydı.
İnternet kafede Tolga’nın arkadaşıyla karşılaşmıştık. Buğra. Yanımıza oturmuştu ancak asla derli toplu durmuyor ve Alara’yı rahatsız ediyordu. Oturduğumuz banka çok yayılıyordu. Ben de ondan uzaklaşacağız diye Aslı’nın üzerine çıkacaktım neredeyse. Kendisi yetmezmiş gibi sigara da elinden düşmüyordu ve biz kokusundan nefret ediyorduk. Çok keşmekeş bir mekandı. Aslında mekanın dekoru fena değildi. Karşılaşmalar için karşılıkla beş bilgisayar masalara yerleştirilmiş ve bir duvara izleyiciler için bank ve sandalyeler yerleştirilmişken diğer duvara geniş bir ekran yerleştirilmişti. Duvarlar düz siyah, zemin bembeyazken, duvarlardaki ışıklandırmalardan yayılan mor ışıklar loş bir ortam yaratıyordu. Burayı keşmekeş hissettiren izleyici kitlesiydi.
Oyun sonunda bittiğinde Buğra’yı atlatıp kendimizi dışarı attık.
“Ne boğucu mekan ya. Herkes liseli, bu kadar duman kimden çıkıyor anlamıyorum.” dedi Alara.
“Liselilerden sanırım Alara..” dedi Enes bize yetiştiğinde.
“İyi de ana caddenin üzerinde bir kafede nasıl izin veriyorlar buna anlayamıyorum gerçekten.” diye ekledi Alara.
“Daha devam edecek mi?” Aslı çok sıkılmıştı izlerken. Henüz aradaydık ve bir oyun daha oynayacaktı Enes’in takımı. Hava da kararmıştı ancak Enes çok heyecanlıydı, onu yalnız bırakmak istememiştik.
“O kadar mı sevmedin güzelim?” Aslı’nın keskin bakışları beni bile ürkütmüştü. Enes nasıl bu kadar arsız davranabiliyordu bu kıza şaşırıyordum.
“Ben bir lavaboya giriyorum.” dedi Aslı tekrar içeri geçerken.
“Enes, Aslı sanki..” dedim ancak devamını getiremedim.
“Soğuk ama yine de burada. Oyundan nefret ediyor ama beni izlemeye geliyor. Benim için önemli olan bu.” dedi Enes elindeki şişedeki suyun bitirdikten sonra. Arkadaşımın ne kadar tatlı olduğunu düşündüm. Umarım Aslı onu hak ediyordur, diye içimden geçirmeden edemedim.
“Şuradaki Melisa değil mi?” diye ekledi Enes. Hepimiz gösterdiği yöne baktık. Biriyle sarılıyordu. Yeni saç kesimi ve dövmesi ne kadar da yakışmıştı Demir’e. Boğazıma oturan şeyin inip gitmesini umarak yutkundum.
“Bu kadar belli etmeseydiniz keşke..” dedi Enes. Haklıydı. Ayrıldıklarında ikisi de onlara baktığımızı fark etmişti. Melisa da, Demir de. Melisa’yı kimin ısırdığı şimdi belli olmuştu işte.
————————————————————————————————
Hayal kırıklığına uğrayan oldu mu? Mira çok üzüldü..
Mira’yı bir süre kalp kırıklığıyla baş başa bırakıp, yeni bölümde biraz zamanda geri gideceğiz ve birde Tolganın gözünden okuyacağız.
Salı akşamı görüşmek üzere. Seviliyorsunuz.🎀
Yorumlar