VIII. Siyah İnci

54 0 20 Ağustos 2024

Hoche Caddesi 9 numaradaki evin kapıcısı, şiddetli bir zil sesiyle uykusundan uyandı. Kilide bağlı kordonu çekti ve kapı açıldı. Kadın homurdandı:

“Herkes döndü sanmıştım. Saat neredeyse üç!” Kocası mırıldandı:

“Belki de doktoru çağırıyorlar.”

Bu tahminimi doğrulayan bir ses duyuldu: “Doktor hangi katta oturuyor?”

“Üçüncü katta, solda. Ama doktor geceleri rahatsız edilmekten hoşlanmaz.”

Adam koridordan geçti. Birinci ve ikinci katları çıktı. Doktor’un katında durmadan beşinci kata çıktı. Orada cebinden iki anahtar çıkardı. Birincisiyle kapının kilidini, ikincisiyle de güvenlik sürgüsünü açtı.

“Harika,” diye mırıldandı. “İş çok kolaymış, ama önce dönüşü garantilemeli. Bir düşünelim şimdi. Doktorun zilini çalmak ve onunla birlikte dışarı çıkmak için mantıken ne kadar vaktim oldu? Yeterince olmadı. Biraz sabır gerek.”

On dakika sonra merdivenden indi. Bir yandan doktora sövüp sayarken, kapıcı dairesinin camını vurdu. Kapı açıldı; adam dışarı çıktıktan sonra kapıyı çekti, ama tam kapanmasın diye kilit boşluğuna ufak bir demir parçası soktu. Sonra hiç ses etmeksizin, kapıcı da fark etmeden eve tekrar giriverdi. Böylece bir tehlike anında kaçışını garantilemiş oluyordu.

Hiç acele etmeden beşinci kata çıktı. El fenerinin ışığında paltosunu ve şapkasını sahanlıktaki bir sandalyeye koydu. Bir başka sandalyeye de oturarak pabuçlarını kalın bir keçeyle sarıp sarmaladı.

“Oh be, bu iş de bitti. Çok kolaymış. Düşünüyorum da neden herkes hırsızlık mesleğini seçmiyor ki? Biraz yeteneğin oldu mu, kafanı da çalıştırabiliyorsan bundan daha rahat bir meslek yok. Bol bol dinlenebilirsin. Tam aile babasına göre bir meslek. Rahat mı rahat. Ama işte bazen can sıkıyor.”

Evin planını gösteren katlanmış bir kâğıdı açtı. “Bakalım nerede bulunuyoruz… Şu andaki yerimi görüyorum: Hemen girişte kare şeklinde işaretlenmiş. Salon, yatak odası ve yemek odası cadde tarafında. Orada vakit kaybetmeye değmez. Kontes’in berbat bir zevki olmalı, baksana ortada kıymetli tek bir vazocuk bile yok! Haydi biz işimize bakalım. Hımm, şuraya bir koridor çizilmiş; yatak odaları buraya açılıyor. Üç metre sonra, Kontes’in yatak odasıyla bitişik gömme dolabın kapısı çıkacak karşıma.”

Planı katladı, el fenerini söndürdü. Koridorda ilerlerken saymaya başladı:

“Bir metre. İki metre. Üç metre… İşte kapı! İşler tıkırında, çok şükür! Odayla aramda sadece bir sürgü var. Bu sürgünün yerden bir metre kırk üç santim yüksekte olduğunu biliyorum. O zaman onun etrafında yuvarlak bir yarık açtım mı, bu iş biter.”

Cebinden gerekli aletleri çıkardı, ama aklına bir şey gelince durdu.

“Belki de kapı sürgülenmedi? Bir denesek iyi olur.

Boşu boşuna uğraşmamış oluruz.” Kapının tokmağını çevirdi. Kapı açıldı.

“Lüpen yine dört ayak üstüne düştün! Daha ne istiyorsun ki? Çalışacağın yeri biliyorsun. Kontes’in ‘Siyah İnci’yi nerede sakladığını da biliyorsun. O zaman ‘Siyah İnci’ senin sayılır. Yeter ki sessiz mi sessiz, gece kadar da görünmez ol.”

Arsen Lüpen yatak odasına açılan bu camlı kapıyı açmak için yarım saat kadar uğraştı. O kadar dikkatli çalıştı ki Kontes uyumamış bile olsa onu ürkütecek tek bir tıkırtı çıkarmadı.

Plandaki tarife göre bir kanepe boyunca yürüyecek, derken bir koltuğa toslayacaktı. Ondan sonra da yatağın yanındaki ufak bir masaya. Masanın üzerinde, içinde mektup kâğıtları bulunan bir kutu olacaktı. O kutunun içinde de ‘Siyah İnci!’ vardı.

Halının üzerine uzandı, kanepe boyunca yerde süründü. Derken durdu. Kalbi çok hızlı atıyordu. Korkmasına korkmuyordu, ama derin sessizliğe gömülen bir insanın içine düştüğü sinirsel sıkıntıyı üstünden atamıyordu. Buna kendisi de şaştı, çünkü şimdiye kadar çok daha heyecanlı dakikalar

yaşamıştı. Şu anda bir tehlike yoktu. Öyleyse kalbi neden öyle küt küt atıyordu? Hemen yanı başında uyumakta olan kadın mı onu bu kadar etkilemişti yoksa?

Kulak kabarttı, düzenli nefes alış verişleri duyar gibi oldu. Yanında yakından tanıdığı biri varmış gibi içi rahatladı.

Koltuğu aradı. Karanlıkta kolunu uzatıp orayı burayı yoklayarak masaya yaklaştı.

Sağ eli masanın bacağına dokundu.

Sonunda! Ayağa kalkacak, inciyi alacak, sonra da kaçacaktı. O zaman iş bitecekti! Ama yüreği vahşi bir hayvanın yüreği gibi, göğsünü delecekmişçesine yine çarpmaya başladı. Kontes bu gürültüden neredeyse uyanacaktı.

Tüm iradesini kullanarak sakin olmaya çalıştı, ama ayağa kalkarken sol eli halı üzerindeki bir şeye dokundu. Bunun bir şamdan olduğunu hemen anladı. Yere düşmüş bir şamdan. Onun yanında başka bir şey buldu: Bir saatti bu. Hani şu meşin kaplı kutularda saklı, seyahatlerde kullanılan ufak masa saatlerinden.

Ne? Ne olmuştu? Hiçbir şey anlamıyordu. Bu şamdan, bu masa saati neden yerlerinde durmuyordu? Bu tüyler ürpertici karanlıkta neler oluyordu?

Birden bir çığlık attı. Bir şeye dokunmuştu! Acayip bir şeye, tarif edilmez bir şeye! Yirmi saniye, derken otuz saniye bekledi. Hiç kımıldamadı. Alnından terler akıyordu ve parmakları hâlâ o şeyi hissediyordu.

İnsan üstü bir gayretle yeniden kolunu uzattı. Eli yine bir şey hissetti. Acayip ve tarif edilmez bir şeydi bu… Dokundu. Yokladı ve hemen anladı. Saçlar ve bir yüz. Soğuktu, buz kesmişti bu yüz.

Gerçi ne denli dehşet verici de olsa Lüpen gibi biri elbette kendini toparlayacaktı. Hemen el fenerini yaktı. Önünde kanlar içinde bir kadın yatıyordu. Boynunda ve omuzlarındaki yaralar korkunçtu. Üzerine eğilerek kadını muayene etti. Ölmüştü. “Ölmüş, ölmüş…” diye yineledi. Taş kesilmişti.

Gözlerini kadına dikti. Dudaklarının nasıl büküldüğüne, morarmış vücuduna, halıya yayılan pıhtılaşmış ve koyulaşmış kana baktı.

Ayağa kalktıktan sonra elektrik düğmesini çevirdi. Işık odayı aydınlattı. Burada kıyasıya bir savaş olduğu kesindi. Yatak darmadağınıktı, yorganlarla çarşa ar paramparça olmuştu. Yerde şamdan vardı, yanı başında da saat. Saat on biri yirmi geçede durmuştu. Az ötede devrik bir sandalye vardı ve her yer kandan geçilmiyordu.

“Ya ‘Siyah İnci’?” diye mırıldandı.

Kâğıt kutusu yerinde duruyordu. Heyecanla onu açtı. Mücevher kutucuğu oradaydı. Ama içi boştu. “Lanet olsun!” diye söylendi. “Şansına çok güvendin, Lüpen. Kontes öldürüldü, ‘Siyah İnci’ yok oldu; durum hiç de iyi değil. Hemen buradan kaç, yoksa hapı yutarsın. Tüm şüpheleri üzerine çekersin.”

Yine de yerinden kıpırdamadı.

Kaçmak mı? Başkası olsaydı bunu yapardı, ama Arsen Lüpen? Onun daha daha iyi bir işi yok muydu? Her şeyi sırasıyla düşündü. “Her şeyden önce vicdanın rahat! Diyelim ki sen komisersin, soruşturmayı yürüteceksin. Evet, bunun için sağlam kafa lazım. Ama benim kafam öyle bir durumda ki…”

Bir koltuğa çöktü. Sıkılı yumruklarını ateş gibi yanan alnına dayadı.

Hoche Caddesi Olayı son zamanlarda bizi çok huzursuz etmişti. Bu cinayete karışmamış olsaydı ve meseleyi aydınlığa çıkarmasaydı tüm bunları kesinlikle anlatmazdım.

Onun bu işe karıştığından çok az kişinin haberi oldu; ama kimse asıl gerçeği, bu acayip olayın içyüzünü bilemedi.

Bir zamanların ses sanatçısı Leontine Zalti’yi Boulogne Ormanı’nda görmeyen kaldı mı acaba?

Kont d’Andillot’nun dul karısı… Zalti ailesi bundan yirmi yıl kadar önce Paris’te saltanat sürmüştü; elmasları ve incileri tüm Avrupa’da dillerden düşmüyordu. O zamanlar Kontes’in boynunda bir sürü bankanın para kasalarını ve bir sürü altın madenlerini taşıdığı söylenirdi. Müzayedeye çıkarılan o harika koleksiyonlardan geriye sadece o ünlü ‘Siyah İnci’ kalmıştı. ‘Siyah İnci’! Yani Kontes onu bozdurmak istese, inanılmaz bir servet eline geçerdi.

Ama bozdurmak istemedi. Masra arını kısarak daha ufak bir eve çıkmayı, oda hizmetçisi, aşçısı ve bir uşağıyla birlikte orada yaşamayı yeğledi. Bu paha biçilmez mücevheri satmak niyetinde değildi. Nedenini de açıklamaktan çekinmedi: ‘Siyah İnci’ bir imparatorun hediyesiydi!

Ve Kontes orta halli bir hayat sürerken i as edecek duruma düştü. Yine de iyi günlerin anısına o inciye sadık kaldı. “Hayatta kaldığım sürece…” diyordu, “ondan ayrılmam!” İnciyi sabahtan akşama kadar boynunda taşıyordu. Geceleri onu sadece kendi bildiği bir yerde saklıyordu.

Gazetelerin abartılı haberleri üzerine millet meraklandı. Hele hele katil zanlısının tutuklanması, bu olayı daha gizemli bir hale getirdi. Herkesin heyecanı arttı.

İki gün sonra gazetelerde şu haber çıktı:

Aldığımız habere göre Kontes d’Andillot’nun uşağı Victor Danegre tutuklandı. Hakkındaki suç delilleri ezici nitelikte. Emniyet Müdürü Bay Dudouis onun çatı katındaki yatağının altına yerleştirilmiş uzun kollu yeleğinin yeninde kan lekeleri buldu. Ayrıca bu yelekte bez kaplı bir düğme eksikti. Bu düğme daha araştırmanın başında, maktülün yatağının altında bulundu.

Anlaşılan Danegre akşam yemeğinden sonra çatı katındaki odasına çıkmadı. Giyinme odasına geçerek camlı kapıdan Kontes’in ‘Siyah İnci’yi nereye sakladığına baktı.

Ancak bu iddiamızı doğrulayacak kanıtlar henüz bulunmuş değil. Her ne olursa olsun, açıklanmamış bir nokta var: Sabahın saat yedisinde Danegre, Courcelles Bulvarı’ndaki bir tütüncüye gitti. Kapıcı kadın da, tütüncü de buna tanık. Öte yandan koridorun sonundaki odalarda kalan Kontes’in aşçısıyla oda hizmetçisi sabah saat sekizde kalktıklarında sahanlıktaki kapıyla mutfak kapısının ikişer kez kilitli olduğunu savundular. Bu kişiler yirmi yıldan beri Kontes’in hizmetinde olduğu için her türlü şüpheden uzak sayılıyor. O zaman akla şu soru geliyor: Danegre evden nasıl dışarı çıktı? Başka anahtar mı yaptırmıştı? Araştırma sonucu herhalde öncelikle bu nokta aydınlanmış olacak.

Ama araştırma bir sonuç getirmedi. Aksine, Victor Danegre’nin sabıkalı olduğu meydana çıktı. Uçarı çapkınlığının yanı sıra karşısındakini gözünü kırpmadan bıçaklayabilecek bir tipti. Ancak olayın üzerine ne kadar gidildiyse hep belirsizlik ve çelişkiyle karşılaşıldı.

Önce ölenin yeğeni ve tek varisi olan Bayan Sincleves’e göre Kontes, ölümünden bir ay önce bir mektup göndererek ‘Siyah İnci’nin saklı olduğu yeri yazmıştı. Ama aynı gün ‘Siyah İnci’ ortadan kaybolmuştu. Onu kim çalmıştı?

Öte yandan kapıcı kadınla kocası, Doktor’a gitmek isteyen bir adama kapıyı açtıklarını söyledi. Doktor’a soruldu. Kimse kapısını çalmamıştı. Kimdi bu adam öyleyse? Bir suç ortağı mı?

Böyle bir suç ortağının varlığı basın ve halk tarafından benimsendi. Özellikle emektar Başmüfettiş Ganimard bu kri savundu. Haksız da sayılmazdı.

“Bu işte Lüpen’in parmağı var,” dedi yargıca. “Peh!” dedi yargıç, “Sen her yerde hep Lüpen’i görürsün zaten!”

“Her yerde onu görürüm, çünkü her yerde karşıma çıkar.”

“İşin içinden çıkamadığın meselelerde desen daha iyi olur. Ancak bu olayda dikkat etmen gereken bir

şey var: Durmuş saate bakılırsa cinayet gece on biri yirmi geçe işlenmiş. Kapıcının bahsettiği adamsa sabahın üçünde gelmiş.”

Mahkemeler nedense kendilerine sunulan ilk kanıtların etkisi altında kalır, ama gerçekler ortaya çıktıkça hemen kir değiştirir. Victor Danegre’nin talihsiz geçmişi yani sabıkalı, alkolik ve çapkın oluşu yargıcı etkiledi. Başlangıçta ele geçen bir iki ipucundan başka yeni bir veri ortaya çıkmadığı halde yargıç, ilk kanaatinden dönmedi. Sorguyu bitirdi.

Birkaç hafta sonra duruşma başladı, ama hazırlıksız ve tatsız geçti. Başkan isteksizce yönetti. Savcı pek yüklenmedi. Bu koşullarda Danegre’in işi kolaylaştı. Suçlamadaki boşlukları ve saçmalıkları dile getirdi. Elde kesin bir kanıt yoktu. Anahtarı kim yaptırmıştı? Böyle bir anahtar olmadan Danegre evden çıktıktan sonra sokak kapısını iki kez kilitleyemezdi ki! Ondaki anahtarı kim görmüştü? Böyle bir anahtar varsa, şimdi neredeydi? Katilin bıçağını kim görmüştü ve şimdi bıçak neredeydi?

Avukat, “Önce, öldüren kişinin müvekkilim olduğunun kanıtlanması gerekir. Cinayeti ve hırsızlığı gerçekleştirenin saat üçte eve giren o esrarengiz kişi olmadığını ispat ediniz. Siz diyorsunuz ki saat on biri yirmi geçiyordu, öyle mi?

Ee, ne olmuş ki? Bir saati işinize geldiği gibi ayarlayıp bozamaz mısınız?”

Victor Danegre beraat etti.

Bir cuma akşamı cezaevinden çıkarıldı. Zayı amıştı, altı hafta hücrede kalmak onu bunaltmış ve çökertmişti. Soruşturma, yalnızlık, duruşma, jürinin karar vermesi… Tüm bunlar onu hasta etmişti. Geceleri karabasan görüyordu, sanki hep giyotine götürülüyordu. Ateşler içinde yanarken korkudan tir tir titriyordu.

Anatole Dufour adı altında, Montmartre’da ufak bir oda kiraladı. Orada burada gündelikle çalışırken arada bir hırsızlık da yaptı.

Üzücü bir hayattı bu! Üç kez işe alındı, ama asıl kimliği ortaya çıkınca kovuldu.

Sık sık takip edildiğini fark etti ya da öyle sandı. Peşindekiler polisti, bundan emindi. Onu tuzağa düşürmek istiyorlardı. Yakasına yapışan bir elin gittikçe kasılmakta olduğunu hissediyordu.

Bir akşam o civardaki lokantalardan birinde yemek yerken karşısına biri oturdu. Kırk yaşlarında görünüyordu. Pelerini yıpranmıştı. Kendine çorba, sebze ve şarap ısmarladı.

Çorbasını içtikten sonra bakışlarını Danegre’e dikerek uzun uzun onu süzdü.

Danegre sarardı. Haftalardan beri kendisini izleyenlerden biri olmalıydı bu adam. Ne istiyordu ki? Danegre kalkmayı denedi. Yapamadı. Gücü yetmemişti.

Adam önce kendi bardağını şarapla doldurdu, sonra da Danegre’inkini.

“Şerefe, arkadaş!” Victor kekeledi:

“Evet… Evet… Şerefe, arkadaş.” “Şere ne, Victor Danegre.” Victor irkildi:

“Ben… Ben… Yemin ederim ki…”

“Neye yemin edeceksin? Senin sen olmadığına mı?

Kontes’in uşağı!”

“Ne uşağı? Benim adım Dufour. İsterseniz lokantacıya sorun.”

“Dufour, Anatole. Evet, lokantacıya göre sen Dufour’sun, ama mahkeme kayıtlarında ismin Danegre. Victor Danegre.”

“Doğru değil, doğru değil bu! Size yalan söylemişler.”

Yeni gelen, cebinden bir kart çıkararak ona uzattı.

Victor okudu:

“Grimaudan, Emniyet’ten emekli müfettiş. Bilgiler gizli tutulur.”

Adam titredi:

“Siz polisten misiniz?”

“Artık polis hesabına çalışmıyorum. O meslek beni sarmıyor. Ben kendi yolumu kendim buluyorum, böylesi daha iyi. Zaman zaman altın değerinde işler çıkıyor karşıma, seninki gibi.”

“Benimki gibi mi?”

“Evet, seninki gibi. Seninki harika bir iş. Hani biraz yardım etsen…”

“Ya etmezsem?”

“Etmek zorundasın. Öyle bir durumdasın ki önerimi reddedemezsin.”

Victor başına gelecekleri biliyormuş gibi kaygılandı. Hemen sordu:

“Mesele nedir? Anlatsanıza!”

“Peki,” dedi, “Kısa keselim. Dört kelime: Beni Bayan Sincleves gönderdi.”

“Sincleves mi?”

“Kontes d’Andillot’un vârisi.” “Ee?”

“Bayan Sincleves beni, senden ‘Siyah İnci’yi almak için görevlendirdi.”

“Siyah İnci mi?” “Hani sen çaldın ya!” “O bende değil.” “Sende!”

“Bende olsaydı katil olurdum.” “Zaten katil sensin.”

Danegre gülümseye çalıştı.

“Bakın bayım, mahkeme sizinle aynı kirde değil. Jüri beni suçsuz buldu. Vicdanı olan biri on iki namuslu adamın kararına saygı göstermeli…” Emekli müfettiş onu kolundan yakaladı:

“Burada nutuk atma. Şimdi beni iyi dinle ve söyleyeceklerimi düşün, çünkü düşünmeye değer. Danegre, sen cinayetten üç hafta önce aşçı kadından arka kapının anahtarını aşırdın ve bunun aynısını Oberkampf Sokağı, 244 numaradaki Anahtarcı Outard’a yaptırdın.”

“Doğru değil, doğru değil bu,” diye homurdandı Victor. “Kimse bu anahtarı görmedi. Böyle bir anahtar yok ki!”

“İşte burada.”

Kısa bir sessizlikten sonra Grimaudan devam etti: “Sen kontesi ekmek bıçağıyla bıçakladın. O bıçağı da aynı gün, anahtar yaptırırken Cumhuriyet Pazarı’ndan satın aldın. Bıçağın bir yüzü kördü ve olukluydu.”

“Hepsi yalan. Kafadan atıyorsunuz. Kimse bıçağı görmedi.”

“O da burada.”

Victor Danegre irkildi. Emekli müfettiş devam etti:

“Üzerinde pas lekeleri var, bunun nereden geldiğini söyleyeyim mi?”

“Ne yani? Elinizde bir anahtarla bir bıçak var.

Onların bana ait olduğunu kim kanıtlayacak ki?” “Önce anahtarcı, sonra da bıçağı satın aldığın satıcı. Ben onların hafızalarını tazeledim bile. Seni onlarla yüzleştirirsem hemen tanırlar.”

Kısa cümlelerle, sert ve kesin konuşuyordu. Danegre korkudan titriyordu. Ne yargıç, ne mahkeme başkanı, ne de jüri heyetindekiler… Hiçbiri onu böylesine köşeye sıkıştırmamıştı. Kendisinin bile ayırt edemediği şeyleri bu adam o kadar açık ve seçik görüyordu ki!

Yine de aldırmaz gözükmeye çalıştı: “Yani elinizdeki tüm kanıtlar bunlar mı?”

“Bir tane daha var. Cinayetten sonra aynı yoldan geri döndün. Ama giyinme odasında dehşete kapıldın ve dengeni sağlamak için duvara dayandın.”

“Bunu nereden biliyorsunuz?” diye kekeledi Victor. “Kimse bunu bilemez.”

“Hayır, mahkeme bilemez. Savcılardan hiçbirinin aklına bir mum yakıp duvarı incelemek gelmedi. Bunu yapsalardı beyaz sıvanın üstünde ha f kırmızı bir leke görürlerdi. Bu, senin başparmağının iziydi. Kanlıydı ve sen onu duvara sürtmüştün. Tabii ki

bunu sabıka dosyalarındaki parmak izleriyle karşılaştırarak senin kimliğini meydana çıkarmak işten değil.” Victor Danegre ölü gibi sarardı. Alnından terler süzülüyordu. Fal taşı gibi açtığı gözlerini karşısındaki yabancıya çevirdi. Bu adam görünmez bir şahit gibi cinayeti her yönüyle anlatmıştı işte!

Başını öne eğdi; yenilmişti. Artık çaresizdi. Aylardan beri bütün dünyaya karşı savaşmayı bilmişti, ama bu adama karşı hiçbir şey yapamayacağını anladı.

“İnci’yi size verirsem benim payıma ne düşecek?” diye kekeledi.

“Hiçbir şey.”

“Nasıl? Dalga mı geçiyorsunuz? Ben size yüz binler değerinde bir şey veriyorum, sonra da hiçbir şey almıyorum, öyle mi?”

“Hayatını alıyorsun.”

Victor’un tüyleri diken diken oldu. Grimaudan yumuşak bir sesle konuştu:

“Bak Danegre, bu incinin senin için hiçbir değeri yok. Onu satamazsın sen. Ne diye evde tutacaksın?” “Gizli alıcıları var. Bir gün istediğim yata onu elden çıkarabilirim.”

“O ‘bir gün’ çok geç olacak.” “Niye?”

“Niye mi? Polis yine işe el atacak. Kendi kanıtlarımı, yani bıçağı, anahtarı ve senin parmak izini mahkemeye teslim edersem hapı yuttuğunun resmidir.”

Victor başını elleri arasına alarak düşündü. Kaybetmişti, bu kez tamamen kaybetmişti. Birden kendini yorgunluktan ölecekmiş gibi hissetti. Dinlenmeye ve yalnız kalmaya ihtiyacı vardı.

Mırıldandı:

“İnci’yi ne zaman istiyorsunuz?” “Bu gece, saat birden önce.”

“Ya getirmezsem?”

“Getirmezsen şu mektubu postaya veririm. Bayan Sincleves de sana karşı savcılığı harekete geçirir.” Danegre ağzına kadar doldurduğu iki bardak şarabı üst üste içtikten sonra ayağa kalktı:

“Hesabı öde de gidelim. Bu berbat işten bıktım artık.”

Gece olmuştu. İki adam Lepic Sokağı’ndan aşağı inerek dış bulvarlardan geçip Etoile Meydanı’na yöneldi. Sessizce yürüdüler. Victor çok bitkindi ve suratı asıktı.

Monceau Parkı’na geldiklerinde, “Ev yan tarafta,” dedi.

“Tutuklanmadan önce sadece bir kere evden dışarı çıkmadın mı sen?”

“Geldik,” dedi Danegre boğuk bir sesle.

Bahçe parmaklıkları boyunca yürüdüler. Köşesinde tütüncü dükkânı bulunan bir sokağı geçtiler. Birkaç adım attıktan sonra Danegre durdu. Bacakları büküldü. Bir banka çöküverdi.

“Eee?” diye sordu diğeri. “Orada.”

“Orada mı? Ne diyorsun sen be?” “Orada işte! Önümüzde.”

“Önümüzde mi? Bana bak, Danegre. Benimle dalga geçme…”

“Dalga geçmiyorum. İnci’nin nerede olduğunu söylüyorum.”

“Nerede?”

“İki kaldırım taşının arasında.” “Hangileri?”

“Siz arayın.”

“Hangileri diyorum sana?” diye yineledi Grimaudan.

Victor cevap vermedi.

“Yani önünde diz mi çökeyim istiyorsun?” “Yok, ama… Yoksulluktan gebereceğim sonra.”

“Tereddüt ediyorsun ha? Haydi sana bir iyilikte bulunayım. Ne kadara ihtiyacın var?”

“Amerika’ya gidecek gemi için bir güverte bileti yeter.”

“Oldu.”

“Öncelikli masra ar için de yüz frank.” “İki yüz vereceğim, ama konuş.”

“Lağım deliğinin sağından itibaren taşları sayın!

On ikiyle on üçüncü taşın arasında.” “Kanalizasyonun içinde mi?” “Evet, kaldırımın hemen altında.”

Grimaudan etrafına bakındı. Tramvay ve yayalar geçiyordu. Peh! Kimin aklına gelecekti ki…

Çakısını çıkardı, on ikiyle on üçüncü taşın arasına soktu.

“Ya orada değilse?”

“Çömelip onu oraya sokarken gören olmadıysa hâlâ oradadır.”

Acaba hâlâ orada olabilir miydi? Lağımın pis sularına bırakılmış ‘Siyah İnci’ kendisini bulanı bekliyor. ‘Siyah İnci’… Muhteşem bir servet!

“Ne kadar derinde?” “On santim kadar.”

Islak kumu kazmaya başladı. Çakısının ucu bir şeye çarptı. Parmaklarıyla deliği genişletti. ‘Siyah İnci’yi gördü!

“Al sana iki yüz frank! Bileti postayla gönderirim.”

Ertesi günü tüm dünyaya dağıtılan Echo de France’ta şu yazı çıktı:

Dün ‘Siyah İnci’, onu Kontes d’Andillot’nun katilinden alan Arsen Lüpen’in eline geçmiş bulunuyor. Önümüzdeki günlerde bu ünlü mücevherin aslına sadık kalınarak yapılan taklitleri Londra, St. Petersburg, Kalküta, Buenos Aires ve New York’ta sergilenecektir. Arsen Lüpen, mektupla gelecek teklifleri beklemektedir.

Arsen Lüpen bana bu olayın ardındaki gerçekleri açıkladıktan sonra sözlerini şöyle bitirdi: “Görüyorsun işte, kötülük daima cezalandırılır. Erdem ise ödüllendirilir.”

“Bu olaydan yararlanan da emniyetten emekli müfettiş Grimaudan adı altında sen oldun desene!” “Doğrusu bu maceradan ötürü kendimle gurur duyuyorum. Kontes’in odasında geçirdiğim o kırk dakikayı sana anlatamam! Onun öldüğünü saptadıktan sonra, tam o anda hayatımın en şaşırtıcı ve karışık anını yaşadım. Kendim berbat bir duruma düşmüşken kırk dakika içinde cinayetin nasıl işlendiğini kurguladım ve bazı ipuçlarına dayanarak katilin ancak kontesin uşağı olabileceğine karar verdim. Ve düşündüm, ‘Siyah İnci’yi ele geçirmem için onun tutuklanması gerekiyordu. Bu nedenle yeleğin düğmesini bulsunlar diye cinayet mahalline bıraktım. Ama

yine de onun suçunu kanıtlayacak kesin ipuçları olmamalıydı. Bu yüzden yerdeki bıçağı ve kilitte unutulmuş anahtarı aldım. Giyinme odasının duvarındaki parmak izlerini sildim. O anda ilham geldi herhalde…”

“Bir dâhiye nasıl gelirse,” diye sözünü kestim. “Sen istersen dâhi de. Yani herkesin aklına gelmez bu. En kısa zamanda planımın iki dayanak noktası gerçekleşmeliydi: Tutuklama ve beraat! Adamımı önce iyice yıpratacak, sonra bozguna uğratacaktım. Ruhuna o kadar işleyecektim ki serbest kalır kalmaz ona kuracağım basit bir tuzağa düşmesi kaçınılmaz olacaktı.”

“Basit diyorsun, ama nasıl olsa onun için bir tehlike yoktu.”

“Aslında hiç yoktu. Çünkü verilen beraat karan bir daha bozulmaz.”

“Zavallı herif…”

“Victor Danegre mi zavallı herif? Unutma ki o bir katil. ‘Siyah İnci’nin onda kalması çok büyük bir haksızlık olurdu. Adam hayatta, düşünsene. Danegre yaşayacak!”

“Ve ‘Siyah İnci’ sende kalacak.”

Cüzdanındaki gizli gözlerden birinden çıkardığı ‘Siyah İnci’yi hem parmaklarıyla hem gözleriyle okşadı ve içini çekti:

“Bakalım bu mücevher hangi Rus soylusunun ya da hangi enayi ve hava atmaya meraklı racanın olacak? D’Andillot Kontesi Leontine Zaidi’nin boynunu süsleyen bu güzellik timsali görkemli taşı hangi Amerikalı milyarder satın alacak?”

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla