Sabahın saat üçünde, ressamların oturduğu Berthier Bulvarı’ndaki küçük evlerden birinin önünde hâlâ yarım düzine araba duruyordu. Bu evin kapısı açıldı. Erkekli kadınlı ziyaretçiler dışarı çıktı. Dört araba sağa sola yönelerek uzaklaştı. Sokakta sadece iki erkek kaldı. Bunlardan biri Courcelles Sokağı’nın köşesinde ayrıldı, çünkü orada oturuyordu. Diğeri yaya olarak yoluna devam etti. Villiers Caddesi’ni geçti, kent surları karşısına düşen yolda ağır ağır ilerledi. Bu soğuk, ama temiz ve güzel havada yürümek bir zevkti. Ayak sesleri bile neşeli yansıyordu sanki.
Ancak birkaç dakika sonra adamın key kaçtı, çünkü takip edildiğinin farkına varmıştı. Etrafına bakındığında gerçekten de ağaçların arasına saklanmaya çalışan bir gölge gördü. Aslında korku nedir bilmezdi, ama yine de adımlarını hızlandırdı. Peşinden gelen adam da koşmaya başlayınca canı çok sıkıldı. Onu bekleyip tabancasını çekmenin daha akıllıca bir iş olacağını düşündü.
Ama buna vakti olmadı, çünkü aynı anda yabancı adam onun üzerine çullandı. İster istemez sokak ortasında dövüşmek zorunda kaldı. Boğuşmaya başladılar, ancak karşısındakinin daha güçlü olduğunu hissetti. ‘İmdat!’ diye bağırarak yardım istedi. Debelendi, ama sonunda yere savruldu. Yabancı adam onun boğazını sıkarken ağzını da
yumak halindeki bir bezle tıkadı. Gözleri kapandı, kulakları çınlamaya başladı. Bayılmak üzereyken boğazını sıkan eller gevşeyiverdi ve saldırgan beklenmedik bir hücuma karşı kendini savunma durumuna geçti.
Bileğine inen bir baston darbesi, aynı anda topuk kemiğine atılan bir tekme sonucu herif acıyla haykırdı. Küfrederek ve topallaya topallaya kaçıp gitti.
Yeni gelen, kaçan adamı kovalamak zahmetine bile katlanmadan yerde yatanın üzerine eğilerek sordu: “Yaralandınız mı, bayım?”
Yaralı değildi, ama oldukça sersemlemişti. Bir polis memuru çığlığı tesadüfen duymuş ve hemen oraya koşmuştu. Bir araba çağırdılar. Adam kurtarıcısını da yanına alarak Grande Armee Bulvarı’ndaki evine gitti.
Kapı önüne vardıklarında iyice kendine gelmişti.
Kurtarıcısına uzun uzun teşekkür etti.
“Hayatımı size borçluyum, bayım,” dedi. “Bunu asla unutmayacağımı bilmelisiniz. Şimdi karımı korkutmak istemiyorum, ama bu iyiliğinizin altında kalamam. Onun için bunu bugün kutlamalıyız.” Kurtarıcısını öğle yemeğine davet etti ve adını da söyledi: Ludovic Imbert.
“Kiminle tanışmak şere ni kazandım, sorabilir miyim?”
“Tabii ki,” dedi öbürü ve adını söyledi: “Arsen Lüpen.”
Arsen Lüpen o zamanlar ünlü değildi. Cahorn olayı, cezaevinden kaçışı ve diğer maceralar henüz gerçekleşmemişti. O zamanki adı Arsen Lüpen bile değildi. İleride kendisini büyük bir üne kavuşturacak olan bu isim, Bay Imbert’in kurtarıcısını belirlemek için belki de o anda bulundu. Böylece Arsen Lüpen adı bir bakıma vaftiz edilmiş oldu. Savaşa atılmak için bütün numaraları biliyordu bilmesine, ama seçenekleri yoktu. Kendisini başarıya ulaştıracak otoriteye de sahip değildi; kısacası daha o zamanlar mesleğinde usta olmaktan çok uzaktı, sadece çıraktı.
O sabah uyandığında, sabaha karşı aldığı daveti hatırlayarak sevindi. Sonunda hede ne yaklaşmıştı. Artık kendi gücüne ve yeteneğine yaraşır bir işe başlıyordu. Imbert’in milyonları iştahını öylesine kabartıyordu ki!
Kendini ona göre hazırladı: yıpranmış bir pelerin, çok kullanmaktan dizleri çıkmış bir pantolon, kırmızımsı yumuşak bir şapka, manşetleri tiftiklenmiş bir gömlek ve yalancı yakalık… Hepsi tertemiz olmasına karşın üzerinden fakirlik
akıyordu. Kravat yerine de üzerine sahte elmas iğnelenmiş siyah bir şerit taktı. İşte böyle süslü püslü, Montmartre’daki evinin merdivenlerinden aşağı indi. Üçüncü kata gelince durup beklemeden bastonunun topuzuyla kapalı bir kapıya vurdu. Az sonra sokağa çıkmıştı. Önünde bir tramvay durdu. Bindi. Hemen ardından da üçüncü katta oturan kiracı, aynı tramvaya atlayarak gelip yanına oturdu.
Adam az sonra konuşmaya başladı: “Eee, patron?”
“Her şey yolunda, her şey ayarlandı.” “Nasıl yani?”
“Onlarda yemek yiyorum.” “Onlarda mı?”
“Böyle değerli günlerimi boşa harcar mıyım hiç? Bay Ludovic Imbert’i, tezgâhladığın o kesin ölümden kurtaran ben değil miyim? Bay Ludovic Imbert iyiliğin altından kalmayacak tiplerden. Beni yemeğe davet etti işte.”
Kısa bir sessizlik oldu, sonra diğeri sorma cesaretinde bulundu:
“Yani vazgeçmiyorsunuz?”
“Bak arkadaşım,” dedi Arsen, “Dün akşamki saldırıyı gerçekleştirdimse seni sabahın üçünde kaldırıp eline bastonla vurup ayak kemiğini tekmeledimse, yani tek dostumu yaralamak
tehlikesini göze aldımsa, bunları iyi hazırlanmış bir kurtarma eyleminin kaymağını yememek için yapmadım herhalde.”
“Ama adamın serveti hakkında kötü şeyler söylüyorlar.”
“Boş versene sen. Ben altı aydan beri bu işin peşindeyim. Altı ay boyunca bilgi topladım, ağımı germiş durumdayım. Hizmetçilerle, borçlu olduğu insanlarla ve bir sürü bostan korkuluğu adamla konuştum. Altı aydır adamın ve karısının sanki gölgesi oldum. Bu yüzden ne yapacağımı iyi biliyorum. Yok servetleri yaşlı Brawford’dan geliyormuş, yok başka bir kaynaktan… Ben sana şunu söyleyeyim: Böyle bir servet var! Var olduğuna göre benim demektir.”
“Vay anasını! Yüz milyon yani.”
“İsterse bunun onda biri ya da beşte biri olsun, o kadar önemli değil. Para kasasında bir sürü tahvil var. Kasanın anahtarını ele geçirmezsem bana da adam demesinler.”
Tramvay Etoile Meydanı’nda durdu. Adam mırıltıyla sordu:
“Peki şimdi ne yapıyoruz?”
“Şu anda yapacak bir şey yok. Ben sana haber veririm. Daha zamanımız var.”
Beş dakika sonra Arsen Lüpen, Imbert Konağı’nın görkemli merdiveninden çıktı. Ludovic ona karısını tanıştırdı.
Gervaise kısa boylu, tostoparlak ve sevimli bir kadındı; biraz gevezeydi. Lüpen’i oldukça nazik bir şekilde karşıladı.
“Kurtarıcımızı ağırlarken yalnız olalım istedim,” dedi.
Daha söze başlar başlamaz bizim ‘kurtarıcı’ya çok eski bir dostuymuş gibi davrandı. Yemekten sonra da içli dışlılardı. Arsen önce kendi hayatını, sonra belediye meclis üyeliği yapmış babasının ne doğru adam olduğunu, acılarla geçen çocukluğunu ve şimdi içinde bulunduğu sıkıntılı durumu anlattı. Buna karşın Gervaise de kendi çocukluğunu, evliliğini, yaşlı Brawford’dan gördüğü iyilikleri, ondan miras kalan yüz milyonu, bu parayı kullanmasında karşısına çıkan engelleri, bu yüzden yüksek faizle kredi almak zorunda kalışını, Brawford’un yeğenleriyle tartışmalarını ve anlaşmazlıkları bir bir sıraladı. Kısacası, anlatmadığı şey kalmadı.
“Düşünebiliyor musunuz Bay Lüpen, bütün kıymetli belgeler kocamın yazıhanesinde. Hisse senetlerinden biri eksildi mi hepsini kaybetmiş sayılırız. Hepsi kasamızda, onlara dokunmuyoruz bile.”
Lüpen bitişik odayı düşününce ha fçe ürperdi. Asla böylesi bir kuruntuya kapılan bu cana yakın kadın kadar soğukkanlı olamayacaktı!
“Yaa, hepsi orada demek…” dedi. Boğazı kurumuştu.
“Orada.”
Böylesine sıcak başlayan ilişkiler daha da sağlamlaşacaktı. Dikkatlice sorulan sorular sonunda Arsen Lüpen, fakirliğini ve içine düştüğü sıkıntıyı dile getirdi. Bu talihsiz genç, hemen karı-kocanın özel sekreteri yapıldı ve yüz elli frank aylıkla işe alındı. Bundan böyle onların yanında kalacaktı. Her gün verilecek işleri daha rahat bir şekilde yerine getirebilmesi için ona ikinci katta bir çalışma odası hazırlandı.
Odayı kendisi seçmişti. Şu ‘rastlantıya’ bakın ki bu oda Ludovic’in çalışma odasının tam üstündeydi.
Arsen, kısa zamanda bu sekreterlik görevinin aylaklık yapmaktan başka bir şey olmadığını anladı. İki ayda sadece dört tane önemsiz mektup yazdı, bir kere de amirinin bürosuna çağrıldı. İşte bu fırsattan yararlanarak ilk kez para kasasını resmen görme imkânını buldu. Ancak sekreter oluşunun fazla bir önemi yoktu. Öyle ki Milletvekili Anquety’nin veya Baro Başkanı Grouvel’in davetlerine çağrılmadığı gibi, sosyetenin kabul törenlerine de katılamadı.
Ama bu durumdan ötürü hiç yakınmadı. Kendi köşesine çekilmeyi yeğledi. Bu arada da hiç vakit kaybetmedi. Ludovic’in bürosuna birkaç kez gizlice giriverdi. Kasayı inceledi, kilitliydi. Ne yaptıysa bir türlü açamadı. Dökme demirden ve çelikten yapılmış, gösterişsiz ve itici bir metal yığınıydı bu. Ne testere, ne matkap, ne de küskü işlerdi…
Metotlu çalışmasına karşın Arsen Lüpen dik kafalı değildi.
“Gücünü yitirdiğin yerde kafanı çalıştıracaksın,” dedi kendi kendine. “Önemli olan gözünü ve kulağını açık tutmak.”
Bunun üzerine gerekli önlemleri aldı. Adamakıllı uğraşarak odasının döşemesini matkapla deldi ve oraya bir kurşun boru soktu. Bununla büroda olup bitenleri görüp işitecekti.
O günden sonra bütün vaktini döşemeye yüzükoyun yatarak geçirdi. Gerçekten Imbertleri sık sık kasanın önünde görüyordu. Dosyaları karıştırıyor, kayıtları gözden geçiriyorlardı. Kasaya kumanda eden dört düğmeyi peş peşe dört kez çevirirlerken Lüpen, kertik sayısına kulak vererek şifreyi çözmeyi denedi. Imbertlerin hareketlerine dikkat ediyor ve ne konuştuklarını tahmin etmeye çalışıyordu. Anahtarları ne yapıyorlardı? Onları saklıyorlar mıydı?
Bir gün, onların kasayı kapamadan dışarı çıktıklarını görünce çabucak merdivenlerden aşağı indi. Hiç tereddüt etmeden içeri daldı. Derken Imbertler geri döndü.
“Aa, kusura bakmayın. Kapıyı şaşırmışım,” dedi Lüpen.
Ama Gervaise hemen onu içeri çekti.
“Girin içeri Bay Lüpen, girin. Siz yabancı sayılmazsınız. Bize bir kir verin. Hangi hisseleri satsak? Yabancı tahvilleri mi, yoksa fonları mı?” “Ama karşı taraf ne diyecek,” diye karşılık verdi Lüpen, şaşırmış gibiydi.
“Onların itiraz hakları yok.”
Kasanın kapağını yana doğru açtı. Ra arda deste halinde sarıp sarmalanmış tahviller vardı. Destelerden birini eline aldı.
Ama kocası karşı çıktı.
“Hayır, Gervaise, yabancı tahvilleri satmak enayilik olur. Onların değeri artacak, oysa fonlar yerinde sayacak. Siz ne dersiniz, sevgili dostum?” ‘Sevgili dostun’ hiçbir kri yoktu. Yine de fon satmalarını önerdi. Kadın bir başka deste alarak içinden bir belge çıkardı. 1374 franklık bir senetti bu ve yüzde üç faiz getiriyordu. Ludovic onu cebine koydu. Öğleden sonra sekreteriyle birlikte borsacıya uğrayarak 46.000 frank karşılığında senet sattı.
Gervaise ne kadar yakınlık gösterse de Lüpen, kendini evindeymiş gibi hissetmiyordu. Tam aksine. Buradaki görevini sürdürürken şaşırdığı oluyordu. Örneğin, türlü vesilelerle hizmetçilerin kendi adını bilmediklerine tanık oldu. Herkes ona ‘Bey’ diyordu. Ludovic bile aynı şekilde “Bey’e haber verin, bey geldi mi?” diye konuşuyordu. Neden böyle hitap ediyordu acaba?
Imbertlerin hayranlığı soğumaya başladı. Bir kurtarıcıya ne kadar ilgi gösterilirse Lüpen’e o kadarını gösterdiler ve onu boşladılar. Onu rahatsız edilmekten hoşlanmayan acayip bir tip olarak algıladılar ve kabuğuna çekilişini de hoş gördüler. Bu yalnızlığı sanki o istiyordu. Bir keresinde koridordan geçerken Gervaise’in iki kişiyle konuştuğunu duydu. Kadın onun hakkında, “Yabaninin teki,” demişti.
“Haydi öyle olsun bakalım, yabani olalım,” diye aklından geçirdi. Ve evdekilerin bu acayip tutumuyla uğraşmaktan vazgeçerek planını nasıl uygulayacağını düşündü. Bu işi rastlantıya bırakmayacaktı. Gervaise’in ihtiyatsız davranmasını da bekleyemezdi. Kaldı ki kadın kasanın anahtarını hiç elden düşürmediği gibi her defasında kilidin şifresini değiştiriyordu. Lüpen ona göre davranmalıydı.
Bir olay, onun harekete geçmesini sağladı. Bazı gazeteler Imbertlere karşı bir kampanya başlatmıştı. Onları dolandırıcılıkla suçluyorlardı. Arsen Lüpen ailenin yaşadığı bu dramı yakından izledi. Daha fazla beklerse her şeyi kaybedeceğini anladı.
Beş gün süreyle odasına kapandı. Oysa her gün saat altıda işini bitirip eve gidiyordu. Bu nedenle Imbertler onun gittiğini sandılar. Oysa Lüpen odasında yüzükoyun yere uzanarak Ludovic’in bürosunu gözlüyordu.
Beşinci günün akşamı karşısına çıkan fırsatı kaçırmadı. Gece olunca avluya açılan kapıyı kullanarak evden dışarı çıktı. O kapının anahtarı kendisinde vardı.
Ama altıncı gün Imbertlerin, düşmanlarının bu kötü suçlamaları karşısında kasayı açıp sayım yapmaya karar verdiklerini öğrendi.
“Herhalde bu akşam yapacaklar,” diye düşündü Lüpen.
Gerçekten de Ludovic akşam yemeğinden sonra bürosuna geçti. Gervaise peşinden geldi. Kasanın kayıt defterlerini karıştırmaya başladılar.
Aradan bir saat geçti, derken bir saat daha. Hizmetçilerin yatmaya gittiklerini işitti. Şimdi birinci katta kimse bulunmuyordu. Derken gece yarısı oldu. Imbertler hâlâ defterlere bakıyordu.
“Artık başlamalıyım,” diye mırıldandı Lüpen. Avluya açılan pencereyi açtı. Dışarısı zi ri karanlıktı. Ne ay vardı ne de yıldızlar. Dolabından düğümlü bir ip çıkardı. Onu pencerenin demirine bağladıktan sonra yağmur borusuna sarılarak kendini aşağı sarkıttı. Alt kattaki büronun penceresine ulaşıverdi. Kalın tül perdeler içeriyi görmesini engelliyordu. Gözlerini dört açıp etrafa kulak kabartarak bir süre hiç kıpırdamadan pencere pervazında kalakaldı.
Sessizlik onu sakinleştirdi. Yavaşça pencerenin kanatlarını iki yana itti. Kimse kontrol etmemişse açılması gerekiyordu çünkü öğleden sonra pencerenin önündeki demire yerine oturmayacak şekilde yarım devir yaptırmıştı.
Pencere aralandı. Lüpen, çok dikkat ederek onu sonuna kadar açtı. Başını içeri soktuktan sonra hiç kımıldamadı. Yan kapanık perdelerden ha f bir ışık sızmaktaydı. Kasanın yanında diz çöken Ludovic’le Gervaise’i gördü. Aralarında usulca konuşuyorlardı. Birkaç kelime konuştuktan sonra işlerine daldılar. Arsen onlarla arasındaki mesafeyi hesapladı. Onları yardım çağırmalarına fırsat vermeden nasıl etkisiz hale getirebileceğini düşündü. Tam üzerlerine atılacaktı ki Gervaise, “Oda soğudu. Ben yatmaya gidiyorum. Ya sen?” dedi.
“Ben şu işi bitireyim.”
“Bitirmek mi? Bu iş sabaha kadar bitmez.” “Olsun. Hiç değilse bir saat daha çalışayım.”
Kadın çekildi. Aradan yirmi ya da otuz dakika geçti. Arsen pencereyi biraz açtı. Perdeler oynadı. Biraz daha açtı. Ludovic başını çevirdi. Perdelerin şiştiğini görünce pencereyi kapamak üzere ayağa kalktı.
Ne bir çığlık koptu ne de bir boğuşmayı gösteren gürültü duyuldu. Arsen birkaç hamlede adamın kafasını, ona en ufak bir zarar vermeden perdeyle sarmalayıp bağladı. Öyle ki Ludovic saldıranın yüzünü bile göremedi.
Lüpen kasaya gitti. İki deste tahvil alıp koltuğunun altına sıkıştırdı. Sonra bürodan çıkarak merdivenlerden indi. Avluyu geçerek servis kapısını açtı. Sokakta bir fayton bekliyordu. “Önce şunu al,” dedi arabacıya. “Ve peşimden gel.”
Sonra büroya çıktı. İki sefer gidip gelerek birlikte kasayı boşalttılar. Sonra Arsen kendi odasına geçti. İpi ortadan kaldırdı ve ardında bıraktığı tüm izleri sildi. İşi bitmişti.
Birkaç saat sonra Arsen Lüpen, yardımcısıyla beraber tahvilleri saydı. Düş kırıklığına uğramadı, çünkü tahmin ettiği gibi Imbertlerin serveti sanıldığı kadar fazla değildi. Milyonları bulmuyordu, yüz bine bile ulaşmıyordu; daha azdı.
Yine de hepsi hatırı sayılır bir para tutuyordu: Bonolar, demiryolu hisse senetleri, Paris kenti tahvilleri, devlet fonları, Süveyş Kanalı Komitesi’ne ve ülkenin kuzeyindeki maden ocaklarına ait hisse senetleri…
Lüpen seviniyordu.
“Elbette bunları biraz zararına satacağız. Yasal engellerle karşılaşacağız, bu yüzden karşılığında belki gülünç rakamlar geçecek elimize. Ama olsun. Bu sermayenin bir kısmıyla istediğim gibi yaşarım ben. Hatta bazı rüyalarımı da gerçekleştirebilirim.” “Kalanını ne yapacağız?”
“Yak gitsin. Bu desteler kasada iyi duruyor, ama bizim işimize yaramaz. Senetleri kasada saklayıp uygun zamanı kollarız.”
Ertesi gün Arsen, Imbertlerin evine gitmemek için hiçbir neden bulunmadığını düşündü. Ne var ki gazetelerde beklenmedik bir haber okudu: Ludovic’le Gervaise kaçmıştı!
Para kasasının açılışı tantanalı geçti. Devlet görevlileri kasada sadece Arsen Lüpen’in bıraktığını buldular, azıcık bir şey.
İşte keyi i bir gününde Arsen Lüpen’in bana anlattıkları bu kadardı.
O gün odamı arşınlarken gözleri o zamana kadar görmediğim kadar parlaktı.
“Yani turnayı gözünden vurdun,” dedim. Bana cevap vermeden söylendi:
“Bu meselede açıklığa kavuşturulmayan sırlar var. Sana anlattıklarımın içinde hâlâ aydınlanmamış noktalar bulunuyor. Imbertler niye kaçtı? Onlara istemeyerek yaptığım yardımdan neden yararlanmadılar? Denebilir ki kasada yüz milyon vardı, ama artık yok. Öyleyse onlar çaldı.” “Çıldırmış olmalılar.”
“Evet, doğru. Çıldırdılar. Ama şu da var ki…” “Ne? Ne var?”
“Hiç.”
Niye birden sözünü kesti ki? Hepsini anlatmamıştı, bu belli oluyordu. Her şeyi anlatmaya çekiniyordu. Tedirgin oldum. Bu adam bu kadar tereddüt ettiğine göre ortada ciddi bir neden olmalıydı.
Çok düşünmeden bir soru sordum:
“Onları bir daha görmedin mi?” “Görmedim.”
“Onlara biraz olsun acımadın mı?” “Ben mi?” dedi. Morali bozuktu.
Öfkesi beni şaşırttı. Bam teline mi basmıştım? Soru sormayı sürdürdüm:
“Sen olmasaydın belki tehlikenin farkına varacaklar ve ceplerini doldurup kaçacaklardı.” “Yani vicdan azabı mı çekmeliyim?”
“Eh, çekmiyor musun?” Yumruğunu sertçe masaya vurdu.
“Yani sana göre vicdan azabı çekmeliyim öyle mi?” “İster vicdan azabı de, ister pişmanlık… Yani hiçbir şey hissetmiyor musun?”
“Bu insanlara karşı mı?” “Servetini çaldığın insanlara.” “Ne serveti?”
“Şey yani… O iki üç deste tahvil…”
“İki üç deste tahvil ha! Ben onların tüm senetlerini aşırdım, değil mi? Yani kendilerine kalem mirasın bir kısmını? Bütün suçum bu mu yani? Cinayet mi işledim? Hâlâ anlamadın mı, o belgelerin hepsi sahteydi. Duydun mu? Hepsi sahteydi!”
Öylesine sarsıldım ki!
“O dört beş milyon… Sahte miydi yani?” “Sahteydi!” diye haykırdı. Öfkeden kuduruyordu. “Sapına kadar sahte! Paris kenti hisse senetleri, devlet fonları sahte… Hepsi birer kâğıt parçası! Metelik etmez! Kasanın içindekilerden kuruş kazanmadım. Sonra da diyorsun ki vicdan azabı çekmeliymişim! Asıl onlar çekmeli! Beni acemi çaylak yerine koydular. Dolandırdılar. Çok aptaldım.”
Öfkeden çatlıyordu. Gururu incinmişti.
“Ama daha işin başında kazığı yemiştim. Oynadığım rol, daha doğrusu bana oynattıkları rol neydi, biliyor musun? Andre Brawford’un rolü! Evet dostum. Ve ben hiçbir şey fark etmedim! Neden sonra gazeteleri okurken birkaç ayrıntıyı karşılaştırınca gözüm açıldı. Ben kendimi efendisinin hayatını sokak serserilerinin elinden kurtaran biri gibi görürken, onlar beni Brawford’un yerine koyuyormuş meğer. Gel de şaşırma, değil mi? Evlerinin ikinci katında oturan o yabani kişiyi Brawford diye yutturdular. O Brawford da benden başkası değildi. Benim sayemde, Brawford adını kullanarak bankalardan kredi aldılar. Noteri de kazıklayarak kendi müşterilerini borç para vermeye razı ettiler. Ne diyorsun buna? Bu benim için unutulmaz bir ders oldu.”
Birden sustu. Kolumu kavrayarak acı acı söylendi, ama sesinde hem alaycılık hem de rakibine karşı duyduğu hayranlık sezilmekteydi. Konuşmaya devam etti:
“Bak dostum, Gervaise Imbert’in bana olan borcu bin beş yüz frankı buldu!”
Önce gülmekten kendimi alamadım. Ne kadar abartıyordu. Sonra o da güldü.
“Evet, azizim, bin beş yüz frank! Maaş olarak elime kuruş geçmediği gibi, o nazik hanımefendi benden
bin beş yüz frank borç aldı. Yani genç bir adamın biriktirdiği bütün parayı. Neden, biliyor musun? Güleceksin! Beslemekte olduğu fakirler için. Dedim ya sana! Kocasının haberi olmadan sözüm ona fakirlere yardım ediyormuş. Ben de bunu yuttum. Gel de gülme bakalım! Arsen Lüpen, dört milyonluk sahte senedini çaldığı kadın tarafından bin beş yüz frank dolandırılıyor. Oysa bu iş için ne kadar uğraştım, ne kadar kafa yordum, ne dâhice kurnazlık gösterdim, bilemezsin. Ömrümde ilk kez bu kadar aptalca davrandım. İlk kez dolandırıldım, az para da kaybetmedim.”
Yorumlar