Bana hep şu soru sorulmuştur:
“Arsen Lüpen’i nasıl tanıdınız?”
Onu tanıdığımdan artık kimsenin şüphesi yok. Bu şaşırtıcı adamın yaşamındaki ayrıntıları açıklarken ve çürütülemez doğruları sergilerken, keza bazı eylemlerini nasıl gerçekleştirdiğini aktarırken başkaları gibi olayları sadece nasıl göründüklerine göre yorumlamadım. Onların arkasında yatan gizli nedenlere baktım. Tüm bunlar onunla çok samimi olduğumu göstermez, zaten Lüpen böyle şeylerden hoşlanmaz. Ama arkadaşça ilişkimiz sayesinde bana hep içini dökmüştür.
Onu nasıl mı tanıdım? Yaşam öyküsünü yazma şere ni nasıl mı kazandım? Bunu neden başkasına değil de bana anlattı? Cevabı gayet basit: Bir rastlantı sonucu. Yoksa bunu hak etmiş falan değilim. Sadece rastlantı sonucu. En tuhaf ve gizemli maceralarından birine sadece bir rastlantı sonucu ben de karıştım. Bu dramdaki oyunculardan biri bendim, harika yönetmen de oydu. Bu öylesine
karanlık bir dramdı ki beklenmedik olayları kaleme almakta doğrusu çok zorlandım.
Piyesin birinci perdesi, hakkında çok konuşulan o ünlü gecede oynandı, yani 22 Haziranı 23’e bağlayan gece. Nasıl başladıysa başlasın, ben eve dönerken bu oyunu o anda içinde bulunduğum sıra dışı ruh haliyle yazıyorum.
Arkadaşlarla birlikte De la Cascade Lokantası’nda akşam yemeği yiyorduk. Akşam boyunca sigaralarımızı tüttürdük. Bir Çigan orkestrası melankolik valsler çaldı. Durmadan cinayetten, soygunculuktan, korkunç ve üzücü entrikalardan bahsettik. Bunlar hep insanın uykusunu kaçırır ya.
Saint-Martin ailesi arabalarıyla gitti. Altı ay sonra Fas’ta öldürülen Jean Daspry -ki yakışıklı ve her şeyi boş vermiş bir delikanlıydı- ile ben o karanlık ve sıcak gecede eve yaya döndük. Neuilly’deki Maillot Bulvarı’nda bir yıldan beri oturmakta olduğum küçük köşke vardığımızda arkadaşım sordu:
“Sen hiç korkmaz mısın?” “Hayır. Niye?”
“Bu ev çok ıssız bir yerde! Ne komşu var, ne bir şey… Etraf yıkıntıdan geçilmiyor. Ben korkak falan değilim ama, yine de…”
“Dalga geçme!”
“Dalga geçtiğim falan yok. Saint-Martinlerin anlattığı haydut öyküleri beni etkiledi galiba.”
El sıkıştıktan sonra ayrıldık. Cebimden anahtarımı çıkarıp kapıyı açtım.
“Hay aksi,” diye mırıldandım. “Antoine mumu yakmayı unutmuş.”
Sonra, Antoine’ın evde olmadığını hatırladım. Ona izin vermiştim.
O andaki sessizlik ve karanlıktan pek hoşlanmadım. Karanlıkta yalpalayarak hemen yatak odama çıktım ve her zamankinin aksine kapıyı içeriden kilitleyip sürgüledim. Sonra da ışığı yaktım.
Mum ışığı tekrar soğukkanlılığımı toparlamama neden oldu. Yine de silahımı kılıfından çıkardım. Uzun menzilli bu ağır tabancayı yatağımın yanına koydum. Bu önlem beni biraz rahatlattı. Yatağıma uzandım ve her zamanki gibi uyumadan önce başucumdaki kitabı elime aldım.
Ama sonra öylesine şaşırdım ki! Bir akşam önce kaldığım sayfayı işaretlediğim ufak bir karton yerine kırmızı mühürle kapatılmış bir zarf elime geçti. Heyecanla baktım. Üzerinde benim adım, soyadım ve adresim vardı. ‘Acil’ yazılıydı.
Bir mektuptu bu! Hem de bana yazılmış! Onu buraya kim koydu ki? Biraz sinirlenerek zarfı açıp
okudum:
Bu mektubu okuduktan sonra sakın yerinizden kıpırdamayın, hiçbir hareket yapmayın. Ne olursa olsun ya da ne duyarsanız duyun, bağırmayın. Yoksa mahvolursunuz!
Aslında korkak biri değilimdir. Herkes gibi ben de ya gerçek tehlikenin farkına varır ya da hayal gücümüzden kaynaklanan kuruntulara güler geçerim.
Ama yine söylüyorum, o andaki ruhsal durumum normal sayılmazdı. Her şeyden kolayca etkilenebiliyordum. Sinirlerim kopacak kadar gergindi. Zaten böylesine beklenmedik ve dehşet verici bir durum en babayiğidi bile korkuturdu.
Mektubu tutan parmaklarım titriyor, gözlerim durmadan o tehdit dolu satırlarda dolaşıyordu: “Kıpırdamayın… Bağırmayın… Yoksa mahvolursunuz!”
“Korkma,” dedim kendi kendime, “Birisi eşek şakası yapmış!”
Gülmek istedim, hatta kahkaha atmak. Kim engelleyecekti ki? Boğazımı tıkayan nasıl bir korkuydu bu!
Hiç değilse mumu söndürseydim. Ama hayır, yapamadım. “Kıpırdamayın, yoksa mahvolursunuz,” diye yazılmıştı ya!
İyi de gerçeklerden çok daha etkili olmasına rağmen kuruntulara niye aldırış edeyim ki? Gözlerimi kapar, geçerim. Gözlerimi kapadım.
Aynı anda o sessizlikte ha f bir hışırtı, sonra da çatırtı duyuldu. Sanki çalışma odası olarak kullandığım yandaki odadan geliyordu bu ses. Oraya gitmek için koridordan geçmek gerekiyordu.
Gerçek bir tehlikenin yaklaşmakta oluşu beni heyecanlandırdı. İçimden ayağa kalkıp tabancama sarılarak o odaya dalmak geldi, ama ayağa kalkmadım. Karşıma düşen pencerelerden soldakinin perdesi kıpırdadı.
Hiç şüphe yoktu, orada bir şey kıpırdamıştı! Hâlâ kıpırdıyordu. Ve ben onu gördüm. Evet, net bir şekilde gördüm! Pencereyle perde arasında bir insan vücudunun ancak sığabileceği kadar dar bir yer vardı. İşte o vücut perdenin aşağı sarkmasını engelliyordu.
O kişi de onca kumaş arasından bana bakıyordu. O anda her şeyi anladım. Öbürleri ganimeti yürütürken bunun görevi beni kollamaktı. Ayağa kalksam? Tabancama sarılsam? İmkânsız… Herif oradaydı! Kımıldasam ya da haykırsam beni mahvedecekti.
Derken bütün evi sarsan şiddetli bir ses duyuldu. Onu iki ya da üç çekiç darbesi takip etti. Daha
sonraki gürültülere bakıldığında adamın hiçbir şeye aldırış etmeden çalışmasını sürdürdüğü anlaşılıyordu.
Her ne olursa olsun, yerimden kıpırdamadım. Korkmuş muydum? Hayır, sadece o an cesaretim kırılmıştı. Kendimi tamamen çaresiz hissediyordum. Ne elimi oynatabildim ne kolumu. Kafayı çalıştırdım. Ne diye mücadele edecektim ki? Bu adamın yanında en az on kişi vardı, seslenir seslenmez çıkageleceklerdi. Birkaç halı ve biblo uğruna niye canımı tehlikeye atayım ki?
Bu işkence bütün gece sürdü. Dayanılır gibi değildi. İnsanı dehşete sürükleyen korku da cabası! Derken gürültü durdu. Bakalım ne zaman yeniden başlayacak diye bekledim. Adamı ne yapacaktım? Elinde silahıyla beni gözetleyen adamı! Korkulu bakışlarım gözünden kaçmamış olmalıydı. Yüreğim küt küt atarken alnımdan süzülen terler boynuma akıyordu.
Sonra bir anda içim öyle rahatladı ki bilemezsiniz. Kapı önünden sütçü arabası geçiyordu. Tekerleklerinin sesinden biliyordum. Sanki şafak söküyordu ve yeni günün ilk ışıkları kapalı pancurlar arasından içeri süzülüyordu.
Sonunda odam aydınlandı. Başka arabalar da geçmeye başladı. Gecenin tüm hayaletleri bir anda kayboldu. Yavaşça gerindim ve kolumu masaya
uzattım. Karşımdaki kişi kımıldamadı. Gözlerimle perdenin kıvrımlarını ölçtüm, ateş edeceğim noktayı hesapladıktan sonra tabancamı çektim ve ateş ettim. Kurtuluş çığlığı atarak yataktan sıçradım. Perde delinmişti, pencerenin camı parçalanmıştı. Adama gelince, vuramamıştım; çünkü orada kimse yoktu.
Hiç kimse yoktu! Bütün bir gece perdenin kıvrımlarına takılı kalmıştı gözlerim! O arada da hırsızlar yapacaklarını yapmıştı…
Kızgınlıktan küplere binerek yerimden fırladığım gibi anahtarı çevirip kapıyı açtım. Koridordan geçerek bir başka kapıyı açıp odaya daldım.
Eşikte kalakaldım. Nefes nefeseydim. Adamın kayboluşu beni bu kadar şaşırtmasının sebebi, hiçbir şeyin çalınmamasıydı! Mobilyalar, yağlıboya tablolar, yıllanmış kadifeler ve eski ipek kumaşlar… Hepsi yerli yerindeydi!
Anlaşılır gibi değildi! Gözlerime inanamadım! Peki ama onca şamata, eşyaların taşınmasından kaynaklanan gürültüler neydi? Odada bir tur attım, duvarları gözden geçirdim, tüm eşyaların kafadan bir listesini yaptım. Hiçbir şey eksilmemişti! Aklımın ermediği bir şey varsa o da hırsızların geride hiçbir iz bırakmadan nasıl sıvıştığıydı.
“Sakin ol bakalım,” dedim kendi kendime. Başımı ellerimin arasına aldım, “Keçileri kaçırmadım ya!
Hepsini kulaklarımla işittim!”
Odayı santim santim inceledim. Hiçbir yararı olmadı. Dur bakayım… Buna, “Bir şey buldum” diyebilir miyim? Ufak bir İran halısının altından bir iskambil kâğıdı çekip aldım: Kupa yedilisiydi bu! Bütün iskambil kâğıtlarındaki kupa yedilisinin bir eşiydi, yine de ilginç bir ayrıntı dikkatimi çekti. Kırmızı renkteki kupaların her birinin ucuna sanki kunduracı biziyle yuvarlak birer delik açılmıştı.
Hepsi o kadar. Bir iskambil kartı ve kitap içine yerleştirilen bir mektup. Başka bir şey yok. Hayal görmediğimin kanıtı değil miydi bunlar?
Bütün günümü salonu araştırmakla geçirdim. Dışarıdan bakıldığında köşk ufak gözükse de burası büyük bir odaydı. Biraz tuhaf döşenmişti. Döşemesi renkli ve mozaik şeklinde ahşap parçalardan yapılmış olup birbiriyle birleştiğinde simetrik şekiller oluşturuyordu. Yine buna benzer ahşap bir mozaik, duvarları süslüyordu. Pompei resimlerinden oluşan panolar, Bizans kompozisyonları ve ortaçağdan kalma freskler. Bir fıçıya ata binercesine oturmuş Bacchus. Sağ elinde kılıç tutan, gür sakallı, altın taç giymiş bir imparator. Daha yukarda dışa doğru bombeleşen kocaman bir pencere salona biraz atölye havası veriyordu. Bu pencere geceleri hep açık kaldığına göre hırsızlar buraya merdiven dayayarak içeri girmiş olabilirdi.
Yine de kesin bir kanıta rastlamadım. Merdiven ayaklarının avlunun toprağında iz bırakmış olması gerekirdi, oysa hiçbir iz yoktu.
İtiraf etmeliyim ki polise başvurmak aklıma gelmedi. Çünkü ileri süreceğim gerçekler saçma ve tutarsız kanıtlardı. Herhalde benimle alay ederlerdi. Ama iki gün sonra, haftalık yazılarımın çıktığı Gil Blas gazetesinde bu olayı kaleme aldım. Hâlâ etkisinden kurtulamadığım için her şeyi olduğu gibi anlattım.
Yazı bazı gözlerden kaçmadı, ama pek de ciddiye alınmadı. Bunun gerçek değil de uydurma bir öykü olduğu savunuldu. Saint-Martinler benimle dalga geçti. Bu alanda bazı deneyimleri olan Daspry, beni ziyaret etti. Anlattıklarımı dinledi ve bazı varsayımlarda bulundu, ama sonuç alamadık.
Bir gün sonra kapım çalındı. Antoine bir beyin benimle görüşmek istediğini haber verdi. Adını söylemek istememiş. İçeri almasını söyledim.
Kırk yaşlarında, esmer tenli, enerjik yüzlü bir adamdı bu. Temiz, ama yıpranmış giysisiyle şık görünme çabası, sıradan ve kaba davranışıyla çelişiyordu.
Fazla uzatmadan boğuk bir sesle ve sosyal durumunu yansıtan bir lehçeyle konuya girdi: “Geziye çıkmıştım, bu arada bir kahveye uğradım. Orada Gil Blas gazetesi elime geçti. Sizin yazınızı okudum. İlgimi çekti, hem de çok.”
“Teşekkür ederim.”
“Ve dönüp buraya geldim.” “Ya!”
“Evet, sizinle konuşmak için. Anlattığınız şeylerin hepsi gerçek, değil mi?”
“Kesinlikle.”
“Bunları uydurmadınız, değil mi?” “Hiçbirini uydurmadım.”
“O zaman size bilgi verebilirim.” “Dinliyorum.”
“Hayır.”
“Ne demek ‘hayır’?”
“Konuşmadan önce yanılıp yanılmadığımı bilmeliyim.”
“Yani?”
“Bu odada yalnız kalmalıyım.” Ona şaşırarak baktım: “Anlayamadım…”
“Bu kir bana sizin yazınızı okurken geldi. Bazı ayrıntılar bir rastlantı sonucu keşfettiğim bir olaya o kadar uyuyor ki! Yanılmışsam susmam daha iyi olur. Bunun tek çözümü de bu odada yalnız kalmam.”
Bu önerinin ardında ne gizliydi ki? Sonradan düşündüm de adam konuşurken çok huzursuzdu ve yüzünden korku okunuyordu. Ama o anda, biraz şaşırsam da ricasını kıramadım. Ayrıca meraklanmıştım.
“Peki,” dedim. “Ne kadar kalacaksınız?”
“Sadece üç dakika. Daha fazla değil. Üç dakika sonra yanınızdayım.”
Odadan dışarı çıktım. Aşağı inince saatimi çıkarıp baktım. Bir dakika doldu. Canım neden sıkılıyordu?
Neden şu dakikalar bana ötekilerden daha bir başka geliyordu?
İki buçuk dakika geçti. Üç dakika dolmadı ki bir silah sesi çınladı.
Koşarak merdivenlerden çıktım ve odaya daldım. Dehşetten bir çığlık attım.
Odanın ortasında bir adam yatıyordu. Sol yanına dönmüştü, hareketsizdi. Şakağından beyin parçacıklarıyla birlikte kan fışkırıyordu. Sıkılı yumruğunun hemen yanında hâlâ dumanı çıkan bir tabanca vardı.
Son kez doğrulmaya çalıştı, sonra her şey bitti. Beni asıl şaşırtan bu dehşet verici durum değildi. Öyle ki yardım çağırmak ya da adamın yanına diz çöküp nefes alıp almadığına bakmak bile aklıma gelmedi. İki adım ötede, yerde bir kupa yedilisi vardı!
İskambil kâğıdını elime aldım. Kırmızı kupa yedilisinin uçları delinmişti.
Yarım saat sonra Neuilly’deki polis komiseri, sonra adli tabip, daha sonra da Emniyet Müdürü Bay Dudouis çıkageldi. Yapılacak ilk muayeneyi etkilemesin diye cesede el sürmemiştim.
Uzun lafın kısası, önce hiçbir şey bulamadılar. Ölünün cebinden kimlik falan çıkmadı. Giysilerinde de isminin baş har erine rastlanmadı. Yani kimliğini
saptayacak en ufak bir ipucu yoktu. Odada da hiçbir değişiklik yoktu. Eşyalar yerinden oynamamıştı. Her şey yerli yerindeydi. Bu adam buraya kendini öldürmek için gelmedi herhalde. Ya da intihar etmek için bu evin diğerlerinden daha uygun olduğunu düşünmedi. Ölmek için de bir nedeni olması gerekirdi. Ve bunu da herhalde bu odada geçirdiği üç dakika içinde arayıp buldu.
Neydi bu? Bir şey mi gördü? Onu şaşırtan bir şey mi oldu? Yoksa korkunç bir sırrı mı öğrendi? Herhangi bir varsayımda bulunabilmek için elde hiçbir dayanak yoktu.
Ama tam araştırma biterken bizi çok ilgilendiren bir olay gerçekleşti.
Polislerden ikisi cesedi kaldırıp tabuta koymak için eğildiklerinde, ölünün kasılan sol elinin gevşediğini ve buruşuk bir kartvizitin yere düştüğünü gördü.
Kartta şu adres vardı:
Georges Andermatt, Berri Sokak 37. Bunun anlamı neydi?
Georges Andermatt, Parisli bir bankacıydı. Çok nüfuzluydu. Fransa’nın metal endüstrisini geliştirmekte önemli katkısı olan Demir-Çelik Madenleri’nin kurucu başkanıydı. Zengin bir hayat sürüyordu. Görkemli faytonları, otomobilleri ve yarış atları vardı. Verdiği ziyafetlerde bulunmaya
herkes can atıyordu. Bayan Andermatt da kibarlığı ve güzelliğiyle ün yapmıştı.
“Ölünün adı bu mu?” diye sordum. Emniyet müdürü öne eğildi:
“Hayır, değil. Bay Andermatt daha solgun, daha kır saçlı biridir.”
“Peki, bu kart ne oluyor?” “Burada telefon var mı?”
“Var, koridorda. Beni takip ederseniz…”
Telefon rehberini karıştırdıktan sonra bana 415-21 numarayı çevirmemi söyledi.
“Bay Andermatt evde mi? Lütfen ona, Bay Dudouis’nun Maillot Bulvarı 102 numaraya gelmesini rica ettiğini söyleyin. Çok acil.”
Yirmi dakika sonra Bay Andermatt arabasından indi. Çağrılışının nedeni kendisine anlatıldıktan sonra ölünün yanına götürüldü.
Bir saniye için yüzü kasıldı, sonra kısık bir sesle ve isteksizce mırıldandı:
“Etienne Varin bu.” “Tanıyor musunuz?”
“Hayır. Daha doğrusu evet. Sadece uzaktan görmüştüm. Kardeşi…”
“Bir kardeşi mi var?”
“Evet, Alfred Varin. Bir zamanlar benden bir ricada bulunmuştu, ama neydi, şimdi hatırlamıyorum.”
“Nerede oturuyor?”
“İki kardeş birlikte yaşıyordu. Provence Sokağı’nda sanırım.”
“Acaba kendini neden öldürdü?” “Hiçbir krim yok.”
“Ama avucunda sizin kartınız vardı? Üzerinde sizin adınız ve adresiniz yazılı bir kart!”
“Buna aklım ermedi. Rastlantı olabilir. Nasılsa soruşturmada belli olacak.”
Tuhaf bir rastlantı, diye düşündüm. Bana öyle geldi ki hepimiz aynı kirdeydik.
Nitekim ertesi gün çıkan gazeteleri okuyup arkadaşlarımla görüştüğümde bu izlenim daha da arttı. İki kez uçları delik kupa yedilisi bulmam bu macerayı zaten karmakarışık bir hale getirmişti. Olayın benim evimde geçmesi de bu işe tuz biber ekmişti. Bu nedenle şimdi bu kartvizitin ortaya çıkması bu karanlık sırra en azından biraz ışık tutacaktı. Belki de bu yolla gerçeğe ulaşılacaktı.
Ama tüm beklentilerin aksine Bay Andermatt hiçbir bilgi vermedi.
“Bildiğim her şeyi söyledim,” diye yineledi. “Daha ne istiyorsunuz? Kartımın burada bulunmasına en çok ben şaşırdım. Herkes gibi ben de buna bir açıklık getirilmesini istiyorum.” Ama açıklık getirilmedi. Araştırmanın sonunda Varin
Kardeşlerin İsviçre asıllı olduğu, çeşitli isimler altında çok hareketli bir hayat sürdükleri ortaya çıktı. Çeşitli kumarhanelere girip çıkmışlardı. Yurt dışındaki çetelerle ilişkileri olmuştu. Ayrıca polisin hâlâ çözmeye çalıştığı bir sürü soygunda onların da parmağı vardı. Altı yıl önce gerçekten Provence Sokağı, 24 numarada oturmuşlardı. Ondan sonra da kendilerinden haber alınamamıştı.
Ben bu meseleye çözülmeyecek gözüyle bakıyordum. Onun için artık düşünmemeye karar verdim. Ne var ki gazete idarehanesinde sık sık karşılaştığım Jean Daspry bu işe kafayı takmıştı. Nitekim yabancı gazetelerden birinde çıkan bir haberi bana gösteren de o oldu. Daha sonra bütün gazetelerin yorum yaparak yayınladığı haber şöyleydi:
Son dakikaya kadar gizli tutulan bir yerde, imparatorun huzurunda, gelecekteki deniz savaşlarında kullanılmak üzere hazırlanmış bir denizaltının ilk denemesi yapılacaktır. Gizli bir kaynaktan öğrendiğimize göre geminin ismi ‘Kupa Yedilisi’ymiş!
‘Kupa Yedilisi’ ha? Denizaltının ismiyle demin anlattığım olayların arasında bir ilinti var mıydı acaba? Varsa bu nasıl bir ilintiydi ki? Burada olup bitenlerle oradakiler arasında bir bağlantı kurulabilir miydi?
“Bundan ne anlıyoruz,” dedi Daspry, “En tutarsız olayların bazen tek bir kaynağı olur.”
Birkaç gün sonra başka bir haber okuduk:
İddialara göre, önümüzdeki günlerde denenecek olan denizaltının planları aslında Fransız mühendisler tarafından yapıldı. Ve bu mühendisler, devletten yeterli desteği göremeyince İngiliz Amiralliği’ne başvurdu. Ancak bu haberin doğruluğu konusunda garanti veremiyoruz.
O zamanlar çok büyük bir şaşkınlık yaratan bu çok hassas olayın derinliklerine inmeye cesaret edemedim. Artık ortada bir yanlış anlaşılma söz konusu olmadığına göre, o zamanlar ‘Kupa Yedilisi Olayı’ diye adlandırılan ve kamuoyunda gürültüler koparan bu esrarlı meseleye ışık tutan Echo de France’ta yayınlanan bir yazıyı aktarmak isterim. Salvator imzasıyla çıkan yazı şöyleydi:
Kupa Yedilisi Olayı Perde aralanıyor.
Kısaca anlatalım. On yıl önce Louis Lacombe adında bir inşaat mühendisi, zamanını ve parasını bilimsel araştırmalara ayırarak görevinden istifa etti. Ve bir İtalyan kontunun Maillot Bulvarı, 102 numaradaki küçük evini kiraladı. İki adamın, yani Lozanlı Varin Kardeşlerin yardımıyla Bay Georges Andermatt’la ilişkiye geçti. Bu kardeşlerden biri Lacombe’un yanında
asistan olarak çalışırken, diğeri kendilerine ortak olacak bir sermayedar aramaya çıktı. Ve o sıralarda demir-çelik fabrikaları kuran Bay Georges Andermatt’a meseleyi açtı.
Uzun görüşmelerden sonra Lacombe, üzerinde çalışmakta olduğu denizaltı projesiyle Andermatt’ın ilgisini çekmeyi başardı. Proje ve yapım biter bitmez Bay Andermatt nüfuzunu kullanarak Deniz Kuvvetleri Bakanlığı’ndan gemiyi deneme izni koparacaktı. İki yıl boyunca Louis Lacombe, Andermatt’a geldi gitti. Derken bir gün aradığı formülü buldu ve Andermatt’a denemeye başlayabileceğini söyledi. O gece akşam yemeğini onlarda yedi. Gecenin on bir buçuğunda oradan ayrıldı. Ondan sonra da kendisini gören olmadı.
O zamanki gazetelere bakıldığında genç adamın ailesinin adli makamlara başvurduğu ve savcılığın bu işe el attığı görülüyor. Ancak kesin bir sonuca ulaşılamadı. Herkes bu biraz üşütük gencin seyahate çıkmış olabileceğini düşündü.
İnanılır tarafı olmayan bu varsayım, doğru kabul edilirse akla ülke açısından önemli olabilecek bir soru geliyor: Denizaltının planları ne oldu? Louis Lacombe onları yanına mı aldı? Yoksa hepsi imha mı edildi?
Araştırmalarımız şunu gösterdi ki bu planlar kaybolmadı. Varin Kardeşlerin eline geçti. Nasıl mı? Saptayamadığımız, tam olarak bilmediğimiz bir şey var:
Şimdiye kadar onları niye satmaya çalışmadılar? ‘Bu planları nasıl ele geçirdiniz,’ diye sormalarından mı korktular? Ne olursa olsun, bu korkularını yitirdiler. Kesinlikle şunları söyleyebiliriz: Louis Lacombe’un planları yabancı güçlerin eline geçmiştir. Bu güçleri temsil eden kişiyle Varin Kardeşler arasında gerçekleşen yazışmaları açıklayabiliriz. Şu anda Louis Lacombe’un tasarladığı ‘Kupa Yedilisi’, komşu ülke tarafından inşa edilmekte… Gerçekler, bu ihanete katılanların iyimser umutlarını arttıracak mı? Bizce hayır. Elimizde bunu kanıtlayacak bazı şeyler var ki günün birinde açıklanacaktır.”
Ek yazıda da şöyle deniyordu:
Son haber: Umutlanmakta haklıymışız. Özel kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre ‘Kupa Yedilisi’ denemeleri başarısızlıkla sonuçlandı. Anlaşılan Varin Kardeşlerin elden çıkardığı planlar arasında Louis Lacombe’un ortadan kayboluşundan önce, Bay Andermatt’ı ziyaret ettiği gece yanında getirdiği bir belge eksikti. Bu belge, projenin yüzde yüz gerçekleşmesi için çok gerekliydi. Öbür planlardaki sonuçlar buna bakarak değerlendirilecekti. Bu belge olmadan planlar eksik kalıyordu. Aynı şekilde planlar olmadan da bu belgenin bir kıymeti yoktur.
Yani şimdi pazarlığa oturmanın tam sırasıdır. Kaybettiklerimizi geri almalıyız. Bu çok zor görev için Bay Andermatt’ın yardımına ihtiyacımız var. Kendisi,
olayın başından beri takındığı anlaşılmaz davranışlarının hesabını vermelidir. Sadece Etienne Varin’in neden intihar ettiğini değil, aynı zamanda planların kaybolduğunu bildiği halde bunu neden adli makamlara bildirmediğini de açıklamalıdır. Keza altı yıldan beri Varin Kardeşleri neden kendi ajanlarıyla izlettiğini de söylemelidir.
Kendisinden boş laf değil, eylem bekliyoruz!
Bu apaçık bir tehditti. Ama neye dayanıyordu? Bu yazıyı Salvator imzasıyla yazan adamın elinde Andermatt’ı korkutacak nasıl bir silah vardı?
Bir sürü gazeteci bankacıyı soru yağmuruna tuttu. Andermatt, on kişiyle yaptığı röportajlarda karşısındakini hor gören cevaplar vermekle yetindi. Bunun üzerine Echo de France’ta, yanıt niteliğinde şu yazı çıktı:
Bay Andermatt istese de istemese de bizimle işbirliği yapacaktır.
Bunu okurken Daspry ile birlikte öğle yemeği yiyorduk. Aynı günün akşamı gazeteleri masamın üzerine yaydık. Bu konuyu konuştuk ve tüm seçenekleri gözden geçirdik. Durmadan karanlıkta yürümemiz ve hep aynı engellerle karşılaşmamız huzurumuzu kaçırıyordu.
Birden, uşağım haber vermediği ve kapı zili çalınmadığı halde odamın kapısı açıldı. İçeri siyah
peçeli bir kadın girdi.
Hemen yerimden kalkarak yanına gittim. Kadın sordu:
“Burada oturan bey siz misiniz?”
“Evet, hanımefendi. Yalnız anlamadığım bir şey var…”
“Sokak kapınız kapalı değildi.” “Ama koridora açılan kapı?”
Cevap vermedi. Düşündüm, servis merdivenini kullanmış olabilirdi. Demek ki yolu biliyordu.
Bir an sıkıcı bir sessizlik oldu. Kadın Daspry’ye baktı. İster istemez onu tanıştırdım.
Sonra kadından oturmasını ve ziyaretinin nedenini söylemesini rica ettim.
Peçesini kaldırdı. Esmerdi, yüzü güzel olmasa da düzgündü. Dayanılmaz çekiciliği özellikle gözlerinden kaynaklanıyordu. Bu gözlerde ciddiyet ve hüzün okunuyordu.
“Ben Bayan Andermatt’ım,” dedi kısaca.
“Bayan Andermatt mı?” diye şaşkınlıkla yineledim. Yeniden bir sessizlik oldu. Sonra kadın kendini toparlayarak sakin bir sesle, “Şu bildiğiniz mesele için geldim,” dedi. “Sizden biraz bilgi alabileceğimi düşünmüştüm…”
“Açıkçası, hanımefendi, ben de gazetede çıkanlardan daha fazla bir şey bilmiyorum. Lütfen
söyleyin bana, size nasıl yardımcı olabilirim?” “Bilmiyorum… Bilmiyorum.”
O anda anladım ki sakin görünüşü yapmacıktı. Özgüvenini ortaya koymaya çalışırken aslında çok tedirgindi. Sustuk, ikimiz de konuşmaya çekiniyorduk.
Ama ondan bir an bile gözünü ayırmayan Daspry yaklaşarak sordu:
“Size birkaç soru sorabilir miyim, hanımefendi?” “Elbette,” dedi kadın. “Ben de o zaman daha rahat konuşurum.”
“Siz sadece cevap verin. Her şeyi sorabilir miyim?” “Ne isterseniz sorun.”
Daspry düşündü, sonra:
“Siz Louis Lacombe’u tanıyorsunuz, değil mi?” “Evet, kocamın kanalıyla.”
“Onu en son ne zaman gördünüz?” “Bizde yemeğe kaldığı akşam.”
“O akşam bu adamı bir daha göremeyeceğiniz içinize doğdu mu?”
“Hayır. Rusya’ya gideceğinden bahsetmişti, ama sözün gelişi.”
“Yani onu bir daha göreceğinizi umuyordunuz?” “İki gün sonra, yine akşam yemeğine gelecekti.” “Peki, ortadan kayboluşunu nasıl açıklıyorsunuz?”
“Hiçbir açıklamam yok.”
“Bay Andermatt’ın da mı yok?” “Bilmem.”
“Ama…”
“Bunu bana sormayın.”
“Echo de France’taki yazıya bakılırsa…”
“Ne yazarlarsa yazsınlar, onun kayboluşunda Varin Kardeşlerin parmağı vardı.”
“Bu sizin görüşünüz mü?” “Evet.”
“Neye dayanarak bunu söylüyorsunuz?”
“Louis Lacombe bizden ayrılırken yanında bir evrak çantası vardı. Projeleri onun içindeydi. İki gün sonra kocam Varin Kardeşlerden hayatta olanıyla uzun boylu görüştü. İşte o zaman planların bu iki kardeşin eline geçtiğini anladı.”
“Onları ihbar etmedi mi?” “Hayır.”
“Niye?”
“Çünkü evrak çantasında Louis Lacombe’un planlarının yanı sıra başka şeyler de vardı.”
“Ne gibi?”
Kadın tereddüt etti. Cevap vermek istedi, ama sonra sustu. Daspry devam etti:
“Demek bu yüzden kocanız polise başvurmadı ve iki kardeşi kendi izletti. Böylece hem planları, hem de… iki kardeşin herhalde kocanıza şantaj yaptığı şeyi ele geçirecekti.”
“Hem kocama hem de bana şantaj yapıldı.” “Yaa! Demek size de!”
“Özellikle bana.”
Bu iki sözcüğü boğuk bir sesle söyledi. Daspry ona dikkatle baktı. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürüdükten sonra kadının karşısına geçti:
“Louis Lacombe’a mektup yazdınız herhalde!” “Tabii ki. Kocam onunla hep görüşüyordu…” “Resmi mektup dışında kendisine hiç özel mektup yazdınız mı? Böyle ısrar ettiğim için kusura bakmayın, ama tüm gerçeği bilmem için bu çok önemli. Başka mektuplar da yazdınız mı?”
“Evet,” diye mırıldandı kadın. Yüzü kızarmıştı. “Ve bu mektuplar Varin Kardeşlerin eline geçti, değil mi?”
“Evet.”
“Bay Andermatt’ın da bundan haberi vardı öyleyse?”
“Mektupları görmedi, ama Alfred Varin ona bundan bahsetti. Kocam onlara karşı hareket ederse bu mektupları yayınlayacaklardı. Kocam korktu. Rezalet çıkmasından korktu.”
“Ve bu mektupları elde etmek için her şeyi denedi.”
“Her şeyi denedi. En azından ben öyle tahmin ediyorum, çünkü Alfred Varin’le son konuşmasından sonra kocam bana çok kinci la ar söyledi. O günden sonra aramıza soğukluk girdi ve birbirimize güvenmez olduk. Artık evde iki yabancı gibi yaşıyorduk.”
“O zaman, kaybedecek bir şeyiniz kalmadığına göre daha neden korktunuz?”
“Bana ne kadar kayıtsız kalsa da sevdiği kişi yine bendim. Yaşasaydı beni hâlâ sevecekti, bundan eminim,” diye mırıldandı. “Ah şu kör olası mektuplar eline geçmiş olmasaydı…”
“Nasıl yani? Mektuplar eline mi geçti? Hani Varin Kardeşler kafa tutmuştu?”
“Evet; hatta onları çok emin bir yere sakladıklarını söylerken övünüyorlardı.”
“Ee?”
“Bana kalırsa kocam o yeri buldu.” “Neredeymiş?”
“Burada!” Yerimden fırladım. “Burada mı?”
“Evet, ben tahmin etmiştim zaten. Louis Lacombe o kadar becerikliydi ki boş zamanlarında hep
duvara gömülü kasalar ya da şifreli kilitler yapardı. Varin Kardeşler bunlardan birini görüp daha sonra mektupları gizlemek için kullanmış olmalıydı. Hem mektupları hem de daha başka şeyleri…”
“Ama onlar burada oturmuyordu ki,” diye söze karıştım. “Siz buraya taşınıncaya kadar dört ay boyunca bu ev boş kaldı. Herhalde bir gün buraya dönüp mektupları almak istediler. Sizin burada bulunuşunuz onları rahatsız etmeyecekti. Ama kocamı hesaba katmadılar. Kocam 22 Haziran gecesi o gizli kasayı kırdı ve aradığı şeyi aldı. Geriye kartvizitini bıraktı. Herhalde Varin Kardeşlere artık korkmadığını, rollerin değiştiğini göstermek istiyordu. İki gün sonra Etienne Varin, Gil Blas’taki uyarı yazısını okuyunca hemen kalkıp buraya geldi. Bu odada yalnız kaldı. Gizli kasayı buldu, boş bulunca da kendini öldürdü.”
Bir an sustuk. Daspry sordu:
“Bu anlattıklarınız tahmin falan değil herhalde?
Bay Andermatt size hiçbir şey anlatmadı mı?” “Hayır.”
“Size karşı tutumu değişmedi değil mi? Yani bunalıma falan girmedi, öyle değil mi?”
“Yani sizce mektupları bulsaydı böyle tasasız gözükmezdi! Bence mektuplar onun eline geçmedi.
Bence buraya giren de o değildi.” “Kimdi peki?”
“Bu olayı yöneten gizemli adam, tüm kozlar onun elinde. O belli bir hedefe ulaşmak üzere, bizse sadece olan bitenlere bakıyoruz. Kendisi arkadaşlarıyla birlikte 22 Haziran gecesi bu eve gelip etrafı araştırdı, gizli kasayı buldu ve Bay Andermatt’ın kartını bıraktı. Tüm mektuplar ve Varin Kardeşlerin ihanetini gösteren belgeler onun elinde.”
“Kim bu adam?” diye sabırsızca atıldım.
“Kim olacak, şu lanet olasıca Salvator, Echo de France’ın muhabiri! Her şey ortada değil mi? Varin Kardeşlerin sırrını tüm ayrıntılarına varıncaya kadar yazan biri onları da tanıyor demektir.”
“O zaman…” diye kekeledi Bayan Andermatt, çok korkmuştu, “Benim mektuplarım onda, kocama bu kez o şantaj yapıyor! Aman Tanrım, ne yapacağım şimdi ben?”
Daspry kısaca, “Ona bir mektup yazın,” dedi. “Bildiğiniz her şeyi ve bugüne kadar başınızdan geçenleri olduğu gibi anlatın.”
“Ne diyorsunuz siz?”
“İkinizin de niyeti bir. Onun mücadelesi hayatta kalan Varin’le. Bay Andermatt’a karşı bir
düşmanlığı yok. Aksine Alfred Varin’e karşı silah arıyor. Yardım edin ona.”
“Nasıl?”
“Louis Lacombe’un planlarını tamamlayan belge kocanızda değil mi?”
“Salvator’a bunu bildirin. Gerekirse bu belgenin onun eline geçmesini sağlayın. Kısacası, onunla ilişkiye geçin. Ne kaybedersiniz ki?”
Bu öneri soğukkanlılıkla yapılmıştı. İlk bakışta tehlikeli gibi görünüyordu, ama Bayan Andermatt’ın başka seçeneği yoktu. Daspry’nin dediği gibi, kaybedecek neyi vardı ki? Yabancı adam bir düşmansa bile durum şimdikinden daha kötü olacak değildi nasılsa. Bu adamın amacı başkaysa o zaman mektuplar zaten ikinci planda kalacaktı.
Bu alt tarafı bir öneriydi. Öte yandan Bayan Andermatt öyle bir baskı altındaydı ki bunu seve seve kabullendi. Bizlere teşekkür etti ve bir şey olursa hemen haber vereceğine söz vererek ayrıldı.
Ertesi gün bize kısa bir haber gönderdi:
Mektuplar orada yok. Ama onları bulacağım, merak etmeyin. Her şeye göz kulak oluyorum.
S.
Kâğıdı alıp baktım. Yazı 22 Haziran akşamı başucumdaki kitaba sıkıştırılan pusuladakinin
aynıydı.
Daspry haklıydı; bu olayın başındaki kişi Salvator’du.
Etrafımızı çeviren karanlıkta tek tük ışık görmeye başlamıştık. Bazı noktalar beklenmedik sonuçlar doğuruyordu. Ama henüz aydınlanmamış çok şey vardı. Örneğin iki kez ortaya çıkan kupa yedilisi! Ben dönüp dolaşıp hep buna takılıyordum. Şaşırtıcı koşullarda bulduğum bu delikli iskambil kâğıtları huzurumu belki de fazlasıyla kaçırıyordu. Bu faciada onların rolü neydi? Ne anlama geliyorlardı? Louis Lacombe’un ‘Kupa Yedilisi’ adını taşıyan denizaltı gemisiyle bu kâğıtların bir ilintisi olabilir miydi?
Daspry ise bu konuda hiç kafa yormadı. Aklını bir başka meseleye takmıştı. Durmadan o gizli kasayı arıyordu.
“Kim bilir?” diyordu, “Salvator’un dalgınlığa gelip de bulamadığı mektupları belki ben bulurum. Varin Kardeşler o yerin başkaları tarafından bulunamayacağından emin oldukları için o paha biçilmez silahı hâlâ orada bırakmış olabilir.”
Ve aramaya devam etti. Büyük salonda bir şey bulamayınca diğer odalara baktı. Hepsinin altını üstüne getirdi. Duvarlardaki taşları ve tuğlaları inceledi. Çatıdaki arduazları yerinden oynattı.
Bir gün elinde kazma ve kürekle bana geldi. Küreği bana verdi, kazmayı kendisi aldı. Çöplük ve yıkıntıların bulunduğu arsaya gelince, “Şurayı deneyelim,” dedi.
İsteksizce peşinden gittim. Arsayı bölümlere ayırdı, her birini ayrı ayrı inceledi. Yandaki arsayı ayıran duvarın köşesinde yabani otların büyüdüğü bir döküntü dikkatini çekti. Başladı kazmaya.
Ona yardım etmek zorunda kaldım. Bir saat boyunca kavurucu güneş altında boş yere kazdık, ama taşları temizleyip de zemini açığa çıkardıktan sonra toprağı kazınca Daspry’nin kazması bir iskeletin kalıntılarına çarptı. Üzerinde hâlâ didik didik olmuş elbise parçaları vardı.
Rengim attı. Toprağa saplanmış, dört köşe bir demir parçası gördüm. Üzerinde sanki kırmızı lekeler vardı. Yere eğildim. Yanılmamıştım demir parçası iskambil kâğıdı büyüklüğündeydi ve ben bunun üzerinde kupa yedilisindekini andıran yedi tane pas tutmuş ama kırmızı renkte işaret gördüm. Her birinin ucu delinmişti.
“Bana bak Daspry, bıktım artık bu masaldan. Sen ilgileniyorsan ilgilen. Ben bu işte yokum.” Sinirlerim mi bozuldu, yoksa çalışırken başıma güneş mi geçti, bilmiyorum, ama durduğum yerde sallanıyordum. Eve gider gitmez kendimi yatağa
attım. Kırk sekiz saat ateşler içinde kıvranıp durdum. Rüyamda hep çevremde dans edip beni kovalayan iskeletler gördüm. Kanlı kalplerini üzerime atıp durdular.
Daspry her gün beni ziyarete geldi. Her gün üç dört saatini bana ayırdı ve tüm bu süre içinde büyük salonda köşe bucağı araştırmaktan ve duvarlara vurup dinlemekten geri kalmadı. “Mektuplar burada, bu odada,” diyordu zaman zaman. “Kesinlikle burada. Kalıbımı basarım.” “Beni rahat bırak,” dedim titrerken.
Üçüncü günün sabahı ayağa kalktım. Hâlâ halsizdim, ama iyileşmiştim. Sıkı bir kahvaltı ederek kendime geldim. Ama saat beşe doğru ufak mavi bir zarf içinde bana gelen mektup beni iyice iyileştirdi ve bende merak uyandırdı.
Elden gönderilen mektupta şunlar yazılıydı:
Beyefendi,
22 Haziranı 23’e bağlayan gece oynanan oyunun ilk perdesi sona ermek üzere. Ancak olayların gidişine göre bu dramın iki başrol oyuncusunu yüzleştirmek zorundayım.
Bu yüzleşme sizin evinizde olursa çok sevinirim. Uşağınıza saat dokuzdan on bire kadar izin verirseniz iyi olur.
Ve siz de sahayı rakibinize bırakmak lütfunda bulunursanız daha iyi olur. 22 Haziran’ı 23’e bağlayan gece evinizdeki eşyaları titizlikle koruduğuma siz de tanık oldunuz. Şahsım adına ketum davranacağınızdan en ufak bir şüphe duyarsam bunu size hakaret olarak kabul ederim.
Saygılarımla… Salvator
Bu mektubun nezaketi o kadar sahte ve alaycıydı
ki gülümsemekten kendimi alamadım. Hem sevimli hem de küstahçaydı. Mektubu yazan benim her şeye razı olacağımdan emindi sanki!
Onu düş kırıklığına uğratmak ya da bana olan güvenini sarsmak aklımdan bile geçmedi.
Saat sekizde uşağıma bir tiyatro bileti hediye ederek kendisine izin verdim. Tam o sırada Daspry çıkageldi. Ona mavi mektubu gösterdim.
“Eee?” diye sordu.
“Şimdi bahçe kapısını açık bırakacağım, girsinler diye.”
“Ve sen gideceksin?”
“Yoo, gitmeyi düşünmüyorum.” “Ama adam öyle istiyor…”
“Sadece ağzımı sıkı tutmamı istiyor. Ben de tutacağım. Ama burada neler olacak, merak ediyorum doğrusu.”
Daspry güldü.
“Haklısın, ben de burada kalıyorum. Bana canımız sıkılmayacak gibi geliyor.”
Derken kapının zili çalındı.
“Yoksa onlar mı?” diye mırıldandı arkadaşım. “Yirmi dakika erken! Olacak iş değil.”
Koridora çıkarak sokak kapısını açan kordonu çektim. Bahçeden geçen bir kadının siluetini gördüm. Bayan Andermatt’tı bu!
Heyecanlanmışa benziyordu. Boğulurcasına kekeledi:
“Kocam… Kocam geliyor. Randevusu var herhalde.
Mektupları ona verecekler…”
“Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordum. “Tesadüfen. Yemek sırasında kocama gelen bir haberden.”
“Mavi bir mektup muydu?”
“Yemekteyken kocama gelen bir mesajdı bu. Uşak yanlışlıkla bana verdi. Kocam hemen atıldıysa da çok geç kaldı. Okuyuverdim.”
“Okudunuz demek.” “Şöyle bir şeydi:
Bu akşam saat dokuzda olayla ilgili tüm belgeleri Maillot Bulvarı’na getirin. Karşılığında mektuplar.
Yemekten sonra odama çekildim, daha sonra da evden çıktım.”
“Bay Andermatt’ın haberi olmadan mı?” “Evet.”
Daspry bana baktı.
“Sen ne diyorsun bu işe?”
“Ben de senin gibi düşünüyorum, yani çağırılan rakiplerimizden biri de Bay Andermatt.”
“Kim çağırdı peki? Ve niçin?” “Bunu göreceğiz.”
Kadını büyük salona aldım.
Gerekirse üçümüz de şöminenin davlumbazı altına, kadife perdenin arkasına sığabilecektik. Nitekim yerlerimizi aldık. Bayan Andermatt aramıza oturdu. Perdenin aralığından bütün odayı görebiliyorduk.
Saat dokuzu vurdu. Birkaç dakika sonra bahçe kapısı gıcırdadı.
İtiraf edeyim ki huzursuzdum ve yeniden ateşim yükseldi. Az sonra bilmece çözülecekti! Haftalardan beri süregelen bu maceranın iç yüzü biraz sonra ortaya çıkacaktı. Savaş, gözlerimin önünde gerçekleşecekti!
Daspry, Bayan Andermatt’ın elini kavrayarak fısıldadı, “Sakın kıpırdamayın! Ne duyarsanız duyun, ne görürseniz görün soğukkanlı olun!” Odaya biri girdi. Etienne Varin’e çok benzeyen kardeşini ilk bakışta tanıdım, Alfred’di bu! O da ağır
yürüyordu. Yüzünün rengi atmıştı ve sakalları uzamıştı.
Sinsi tuzakların kokusunu alıp onlardan ürken bir adam kadar huzursuzdu. Odaya şöyle bir göz gezdirdi. Kadife perdeyle örtülü şömineden huylandı sanırım. Bize doğru üç adım attı. Ama aklına daha önemli bir şey gelmiş olmalı ki karşı duvara doğru yürüdü, kaba sakallı ve parlak kılıçlı imparatorun mozaik resmi önünde durdu. Onu uzun uzun inceledi. Sonra bir iskemlenin üstüne çıkarak parmaklarıyla resimdeki yüzü, omuzları ve bazı kısımları sıvazladı. Birden iskemleden atlayarak duvardan uzaklaştı. Derken ayak sesleri duyuldu. Eşikte Bay Andermatt göründü.
Bankacı şaşkın bir çığlık attı:
“Siz! Siz ha! Demek beni siz çağırdınız?”
“Ben mi? Yok canım,” diye karşılık verdi Varin. Sesi tıpkı kardeşininki gibi boğuk çıkıyordu. “Sizin mektubunuz üzerine buraya geldim.”
“Benim mektubum mu?”
‘Tarafınızdan imzalanmış bir mektupta beni buraya çağır…”
“Ben size mektup yazmadım.” “Bana mektup yazmadınız mı?”
Varin hemen savunmaya geçti; bankacıya karşı değil, kendisini bu tuzağa düşüren düşmana karşı.
Bir kere daha bize doğru baktı, sonra kapıya fırladı.
Bay Andermatt onun yolunu kesti. “Neyin var, Varin?”
“Bu işin içinde bir iş var. Ben gidiyorum.” “Dur bir dakika.”
“Bırak beni gideyim, Andermatt. Artık birbirimize söyleyecek şeyimiz kalmadı.”
“Benim hâlâ sana söyleyeceklerim var ve bu da fırsatım.”
“Çekil yolumdan.”
“Hayır, olmaz. Burada kal.”
Bankacının katı davranışından ürken Varin bir adım geri çekilerek tısladı:
“Haydi o zaman, çabuk konuşalım da bu iş bitsin.” Beni şaşkınlığa düşüren bir şey vardı. Aynı şekilde Daspry ile Bayan Andermatt’ın da düş kırıklığına uğradığından şüphem yoktu. Salvator neden gelmemişti? İşe karışmak istemediği için miydi? Bankacıyla Varin’in yüzleşmesi ona yetmiş miydi yoksa? Çok şaşırmıştım. İsteyerek düzenlediği, iki adamı karşı karşıya getiren kör talihin neden olacağı dramı gerçekleştirecek bu düelloyu kendisi görmeyecekti demek!
Bay Andermatt biraz tereddüt ettikten sonra Varin’e yaklaşarak gözlerini gözlerine dikti:
“Bunca yıl geçtikten sonra artık korkacak bir şeyiniz kalmadı, Varin. Şimdi söyle bana, Louis Lacombe’a ne yaptın?”
“Şu soruya da bak! Onun başına ne geldiğini sanki biliyorum da…”
“Biliyorsun! Mutlaka biliyorsun! Kardeşinle birlikte onun dizinin dibinden ayrılmadınız. Şu anda içinde bulunduğumuz bu evde onunla birlikte yaşadınız. Bütün çalışmalarını ve planlarını biliyordunuz. Ayrıca Varin, Louis Lacombe’u kapıya kadar geçirdiğim akşam karanlıkta saklanmaya çalışan iki adam gördüm. Buna yemin edebilirim.” “Etsen ne olur!”
“O iki adam, kardeşinle sendin, Varin!” “Kanıtla.”
“İki gün sonra Lacombe’un çantasından aldığın belge ve planlarla bana geldin. Onları bana satmaya kalkıştın. Bundan daha iyi kanıt mı olur?”
“Ben sana söyledim, Andermatt. Biz o planları Louis Lacombe’un ortadan kayboluşundan sonraki sabah masasının üzerinde bulduk.”
“Bu doğru değil.” “Kanıtla.”
“Mahkeme bunu kanıtlayabilir.” “Neden başvurmadın o zaman?” “Neden mi? Ah, Neden…”
Adam heyecanlanmış görünüyordu. Diğeri devam etti:
“Görüyorsun ya Andermatt, emin olsaydın tehdidimize aldırış etmezdin.”
“Ne tehdidi? Şu mektupları mı kastettin? Onlara hiç inanmadım. Ne sandın ki?”
“İnanmadıysan onları elde etmek için bana niye binlerce frank teklif ettin o zaman? Niye kardeşimle beni hayvanlar gibi kovalattın?”
“Çok önemsediğim planları elde etmek için.” “Bırak palavrayı! Mektuplar yüzünden. Mektupları ele geçirmiş olsaydın hemen bizi ele verirdin.”
Bir kahkaha attı, sonra birden sustu:
“Yeter artık! Hep aynı şeyi konuşuyoruz. Şimdiye kadar bir adım bile ilerlemiş değiliz. Yerimizde sayıyoruz.”
“Bu iş daha bitmedi,” dedi bankacı. “Mademki mektuplardan bahsettin, şimdi onları bana vermeden buradan çıkamazsın.”
“Çıkarım.” “Hayır, asla.”
“Bak Andermatt, beni dinley…” “Buradan dışarı çıkamazsınız.”
“Görürüz bakalım,” dedi Varin. Bunu öylesine öfkeli söyledi ki Bayan Andermatt çığlık atmamak için kendini zor tuttu.
Varin bunu duydu ve zorla dışarı çıkmak istedi. Bay Andermatt onu geri itti. Varin’in elini cebine attığını gördüm.
“Çekil yolumdan!” “Önce mektuplar.”
Varin tabancasını çekerek Bay Andermatt’a doğrulttu, “Çekiliyor musun, çekilmiyor musun?” Bankacı birden eğildi.
Bir el ateş edildi. Varin’in silahı yere düştü. Afallamıştım. Silah sesi yanı başımdan gelmişti! Bir kurşunla Alfred Varin’in tabancasını düşüren, Daspry idi!
Bir anda iki adamın arasına girdi ve yüzünü Varin’e çevirerek güldü:
“Şanslısın dostum, hem de çok. Eline nişan alıp silahını düşürdüm.”
İki adam da şaşırmıştı. Yerlerinden kıpırdamadan Daspry’ye baktılar. Dostum, bankacıya dönerek, “Üstüme vazife olmasa da işinize burnunu soktuğum için kusura bakmayın, ama oyununuzu çok acemice oynuyorsunuz. İzin verin de kâğıtları ben dağıtayım,” dedi.
Sonra ötekine döndü:
“Şimdi ikimiz oynayalım, arkadaş. Ama hile yapmadan. Koz kupa olsun, ben yediliyi oynuyorum.”
Böyle diyerek yedi kırmızı işaretli ve delikli demir levhayı adamın burnuna dayadı.
Ömrümde böylesine dehşete düşmüş birini görmedim ben. Gözleri fal taşı gibi açıldı, korkudan tir tir titriyordu. Yüzü gerildi, karşısındaki adam onu sanki hipnotize etmişti.
“Kimsiniz siz?” diye kekeledi.
“Demin söyledim ya, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan, soktu mu da adamakıllı üzerine giden adam.”
“Ne istiyorsunuz?”
“Yanında ne getirdinse, hepsini.” “Ben hiçbir şey getirmedim.”
“Getirdin, getirdin. Yoksa buraya gelmezdin. Bu sabah bir mektup aldın. Buna göre bütün belgeleri yanına alarak saat dokuzda bu eve gelecektin. Belgeler nerede?”
Daspry’nin sesinde ve davranışında öyle bir otorite vardı ki beni şaşırttı. Oysa ben onu biraz pısırık ve yavaş biri sanırdım. Pazarlığa öyle bir oturuşu vardı ki!
Varin yelkenleri suya indirerek ceplerinden birini gösterdi:
“Evrak orada.” “Hepsi mi?” “Evet.”
“Louis Lacombe’un çantasından alıp Binbaşı Von Liebene’e sattıklarının hepsi burada mı?”
“Kopyaları mı, orijinalleri mi? “Orijinalleri.”
“Bunlara karşılık ne istiyorsun?” “Yüz bin.”
Daspry kahkaha attı.
“Sen delisin. Binbaşı sana bunlar için sadece yirmi bin ödedi. O yirmi bini de sokağa atmış sayılır, çünkü denemeler başarısızlıkla sonuçlandı.” “Planları doğru dürüst kullanamadılar.”
“Planlar eksikti.”
“Öyleyse neden onları benden istiyorsunuz?” “Onlara ihtiyacım var. Karşılığında sana beş bin frank… Kuruş fazlasını vermem.”
“On bin. Daha aşağı olmaz.” “Kabul.”
Daspry, Bay Andermatt’a döndü:
“Bir çek yazar mısınız?” “Ama yanımda yok…”
“Çek defteriniz mi? İşte buyurun.”
Bay Andermatt, Daspry’nin uzattığı çek defterine saldırdı.
“Bu gerçekten de benim defterim. Nasıl olur?”
“Boş la arı bırakın. Sadece imzalayın.”
Bankacı dolmakalemini çıkararak çeki imzaladı.
Varin elini uzattı.
“Çek patilerini,” dedi Daspry. “Daha işimiz bitmedi.” Sonra bankacıya döndü:
“Siz mektupları istiyordunuz galiba?” “Evet, bir deste mektup.”
“Onlar nerede, Varin?” “Bende yok.”
“Onlar nerede, Varin?” “Bilmiyorum. Kardeşimdeydi.” “Onlar bu odada bir yerde saklı.”
“Öyleyse nerede olduklarını biliyorsunuz.” “Nereden bileyim?”
“Gizli kasayı bulan siz değil misiniz?” “Mektuplar içinde değil.”
“İçinde.”
“Aç bakalım.”
Varin kuşkuyla baktı. Daspry ile Salvator aynı adam mıydı yoksa? Öyleyse, zaten bilinen gizli yeri göstermekte bir sakınca yoktu. Değilse? Boş ver… “Aç,” diye yineledi Daspry.
“Kupa yedilisi yok.”
“Al, burada,” diye Daspry ona demir levhayı uzattı.
Varin dehşetle geriye sıçradı:
“Hayır, istemiyorum…” “Haydi, aç!”
Daspry, kaba sakallı imparator resminin yanında durdu. Bir iskemleye çıkarak elindeki demir kupa yedilisini kenarları kılıcınkileri tam örtecek şekilde yerleştirdi. Sonra bir kunduracı bizini kupa uçlarındaki yedi noktaya sokarak yedi mozaik taşını bastırdı. Yedinci taşı bastırır bastırmaz çat diye madeni bir ses duyuldu ve imparatorun gövdesi kendi ekseninde dönmeye başladı. Duvarda kasa biçiminde, demirden yapılmış ve parlak çelikten iki rafı bulunan bir delik göründü.
“Görüyorsun ya Varin, kasa boş.”
“Sahiden. O zaman kardeşim mektupları buradan almış olmalı.”
Daspry adamın karşısına geçti:
“Benimle dalga geçme. Bir başka kasa daha olacak.
O nerede?”
“Başka kasa yok.”
“Para mı istiyorsun? Ne kadar?” “On bin.”
“Bay Andermatt, sizce mektuplar o kadar eder mi?”
“Eder,” dedi bankacı sertçe.
Varin kasayı kapadı. Kupa yedilisini de mırın kırın ederek aldı ve az önceki gibi aynı yere, yani kılıcın kabzasına oturttu. Kunduracı bizini yedi kupanın en ucundaki deliklere sokarak iki kere üst üste bastırdı. İki kere çat diye ses çıktıktan sonra bu kez kasanın sadece bir kısmı ekseni üzerinde döndü ve ikinci bir kasa çıktı meydana. İlk kasanın demir kaplamasına inşa edilmişti bu ve onunla birlikte kapanıyordu.
Kasanın içinde iple bağlı ve mühürlenmiş bir deste mektup vardı. Varin onu Daspry’ye uzattı.
Daspry, “Çek hazır mı, Bay Andermatt?” diye sordu.
Değiş tokuş yapıldı. Daspry belgelerle çeki cebine koydu, mektupları Bay Andermatt’a verdi: “Buyurun bayım, sizin istediğiniz buydu.”
Bankacı bir an duraksadı. Onca hırsla aradığı o lanet olası mektuplara dokunmaya korkuyor gibiydi. Sonunda sinirli bir hareketle onları aldı.
Yanı başımda bir inilti işittim. Bayan Andermatt’ın elini tuttum, buz gibiydi.
O sırada Daspry bankacıya döndü:
“Sanırım konuşmamız bitti, bayım. Yok canım, teşekkür falan etme. Kader böyle istedi, ben de size yardımcı oldum.”
Bay Andermatt çıkıp gitti. Karısının Louis Lacombe’a yazdığı mektupları da beraberinde götürdü.
“Harika,” dedi Daspry. Zevkten dört köşeydi. “Her şey yolunda. Şimdi kendi işimize bakalım, dostum. Belgeler sende mi?”
“İşte hepsi burada.”
Daspry onları kontrol ettikten sonra cebine attı. “Aferin, sözünde durdun.”
“Aması ne?”
“İki tane çek ne oldu? Ya para?”
“Amma da küstahsın! Utanmadan onu istiyorsun?”
“Hakkım olanı istiyorum.”
“Yani çaldığın belgeler için sana para ödeyeceğiz demek?”
Adam çıldıracak gibiydi. Öfkeden titriyordu.
Gözleri kan çanağına dönmüştü.
“Para ne olacak? Yirmi bin frank,” diye kekeledi. “Veremem. Bana lazım.”
“Parayı ver, yoksa…”
“Sakin ol, sok hançerini cebine.”
Adamın kolunu öyle bir kavradı ki diğeri acıdan haykırdı.
“Çık dışarı. Açık hava sana iyi gelir. Ben de geleyim mi? Çöplüklerin arasından geçip yıkıntılara gideriz. Onların altında da…”
“Yalan! Yalan bu!”
“Hayır, değil. Şu yedi kırmızı noktalı demir levhayı orada buldum. Louis Lacombe onu hiç yanından ayırmazdı, unuttun mu? Kardeşinle birlikte hem bunu hem de adli makamları ilgilendirecek diğer şeyleri cesetle beraber gömdünüz.”
Varin yumruklarını yüzüne bastırdı, sonra mırıldandı:
“Tamam. Ben kaybettim. Artık bundan bahsetmeyelim. Ama bir şeyi bilmek istiyorum, zararsız bir şeyi.”
“Dinliyorum.”
“Büyük kasanın içinde küçük bir kutu var mıydı?” “Vardı.”
“22’sini 23’üne bağlayan gece siz buraya geldiğinizde bu kutu o kasada mıydı?”
“İçinde ne vardı?”
“Ne koyduysanız onlar. Oradan buradan arakladığınız elmaslar, inciler…”
“O kutuyu siz mi aldınız?”
“Sen benim yerimde olsaydın ne yapardın?”
“O zaman ağabeyim onların çalındığını fark etti ve o yüzden intihar etti?”
“Herhalde, sadece Binbaşı Von Lieben’den satın aldığınız mektuplar çalındı diye değil. Mücevherler gitti diye kendini öldürdü. Bana sormak istediğin bu muydu?”
“Bir şey daha var, sizin adınız ne?”
“Öç almayı istediğin için sordun bunu.”
“Lanet olsun! Bakarsınız bir gün durum değişir.
Bugün siz güçlüsünüz ama…” “Yarın sen, öyle mi?”
“Öyle olmasını dilerim. İsminiz ne?” “Arsen Lüpen.”
“Arsen Lüpen!”
Adam gırtlağına bir darbe indirilmişçesine yıkıldı. Bu iki sözcük tüm umutlarını alıp götürmüştü sanki. Daspry gülüyordu:
“Ne sandın ya? Bu işi sıradan biri mi yapacaktı? Elbette bunun için Arsen Lüpen gerekirdi. Madem artık biliyorsun, intikam planını ona göre hazırla. Arsen Lüpen seni bekliyor.”
Ve tek kelime daha söylemeden Varin’i kapı dışarı etti.
“Daspry, Daspry,” diye seslendim. Elimde olmadan, tanıştığımızdan bu yana seslendiğim ismi kullanmıştım.
Kadife perdeyi yana sıyırdım. Hemen yanıma geldi:
“Ne var? Ne oldu?”
“Bayan Andermatt fenalaştı.”
Onunla ilgilendi. Burnuna kolonya tuttu. Bu arada bana sordu:
“Ne oldu?”
“Mektuplar! Louis Lacombe’un mektupları, sen onları kocasına verdin ya!”
Eliyle alnına vurdu:
“Tüh be! O da buna inandı demek? Ben aptalın tekiyim.”
Tekrar kendine gelen Bayan Andermatt onun söylediklerini duymuştu. Daspry cebinden ufak bir paket çıkardı. Bu Bay Andermatt’ın alıp götürdüğü paketin aynısıydı.
“Buyurun mektuplarınızı, hanımefendi. Bunlar asılları.”
“Ama ötekiler?”
“Ötekiler de aynen bunun gibi, ama dün gece hepsini ben elle yazdım, tabii biraz değiştirerek. Kocanız bunun farkına varamayacağı için onları okuyunca mutlu olacak. Elindeki mektupları orijinal sanacak.”
“Ama el yazım…”
“Taklit edilmeyecek yazı var mı?”
Kadın, kendi çevresindeki bir erkeğe nasıl teşekkür ediyorsa Lüpen’e de aynı sözcüklerle minnettarlığını bildirdi. Varin’le Arsen Lüpen’in son tartışmalarını işitmemişe benziyordu.
Ben Daspry’ye bakarken şaşırmaktan kendimi alamadım. Beklenmedik bir ışık altında karşıma çıkan bu eski dosta ne desem ki? Lüpen! Şaşkınlığımı üzerimden atamıyordum. Ama onun key yerindeydi:
“Jean Daspry ile vedalaş artık!” “Sahi mi?”
“Evet. Jean Daspry yolculuğa çıkacak. Onu Fas’a gönderiyorum. Umarım orada, ömrünün sonuna kadar layık olduğu yaşamı bulur. Hatta şunu söyleyeyim, niyeti de bu zaten!”
“Ama Arsen Lüpen bize kalıyor!”
“Aa, tabii! Kesinlikle. Henüz kariyerinin başlangıcında o ve öyle umuyor ki…”
Birden meraklandım. Onu kolundan çekerek Bayan Andermatt’tan ayırdım:
“İçinde mektupların olduğu ikinci kasayı sen buldun demek?”
“Oldukça zorlandım. Dün gece sen uyurken, kafamda bir şimşek çaktı. Doğrusunu istersen çok kolaymış! Nedense en basit şeyler insanın aklına en son geliyor.”
Bana kupa yedilisini gösterdi:
“Büyük kasayı açmak için bu kartı mozaik olarak işlenmiş imparatorun kılıcına yerleştirmek gerektiğini bulmuştum.”
“Bunu nasıl tahmin ettin?”
“Çok basit. Daha önce bilgi edindim ve 22 Haziran akşamı buraya geldim…”
“Benden ayrıldıktan sonra mı?”
“Evet. Beynini öyle la arla doldurdum ki sinirli ve çabuk etkilenen biri olduğun için evinde istediğim gibi çalışabildim. Sen de yatağından kıpırdamadın.” “İyi düşünmüşsün.”
“Yani buraya geldiğimde bu evde gizli bir kasa olduğunu, onu açmak için de kupa yedilisinin anahtar olarak kullanılacağını biliyordum. İş, bu kupa yedilisini uygun bir yere yerleştirmeye kalıyordu. Bunu arayıp bulmak için bir saat bana yetti.”
“Bir saate buldun ha!”
“Mozaikten yapılmış adama baksana!” “İmparatora mı?”
“O imparator, tüm iskambil kâğıtlarındaki kupa papazının aynısı.”
“Vay canına! Sahiden de öyle! Ama nasıl oluyor da kupa yedilisi hem büyük hem de ufak kasayı açtı? Sonra, önce niye sadece büyük kasayı açtın?”
“Niye mi? Çünkü önce kupa yedilisini hep aynı yönde yerleştirdim. Ancak dün akıl ettim. Yani ortadaki yedinci noktayı bizin ucuyla aşağı değil de yukarı döndürdüğüm takdirde yedi kupanın konumu değişmiş oluyordu.”
“Vay anasını!”
“Tabii ‘Vay anasını’, ama önce bunu akıl edeceksin.”
“Bir şey daha var; Bayan Andermatt sana anlatmadan önce bu mektupların öyküsünü biliyor muydun?”
“Bana anlatmadan önce mi? Hayır. Ben kasada sadece iki kardeşin birbirine yazdığı mektupları buldum. Buna bakarak onların ihanet ettiklerini anladım.”
“Aslında sen bu iki kardeşin öyküsüne bir rastlantı sonucu bulaştın. Ondan sonra da denizaltıya ait planları ve belgeyi ele geçirmeye çalıştın.”
“Öyle oldu.”
“Peki bunu neden yaptın?” Daspry gülerek sözümü kesti:
“Amma da meraklısın ha!” “Öyleyimdir!”
“Pekâlâ, önce Bayan Andermatt’ı evine götüreyim. Sonra Echo de France’a bir yazı bırakayım. Ondan
sonra kalkar buraya gelirim. Ayrıntıları o zaman konuşuruz.”
Oturdu. Elindeki kısa notlara bakıp yazmaya başladı. Tüm dünyayı heyecanlandıran şu yazıyı kim hatırlamaz ki:
Salvator’un ortaya attığı problemi Arsen Lüpen çözdü. Mühendis Loise Lacombe’un orijinal planlarıyla buna ilişkin belgelerin hepsini Deniz Kuvvetleri Bakanlığı’na teslim etti. Bu planlara göre devletin bu denizaltıyı inşa etmesine katkıda bulunmak üzere bir bağış kampanyası başlattı. Bunun için kendisi yirmi bin frank bağışladı.
Bu yazıyı bana uzatınca, “Bay Andermatt’ın yirmi bin franklık çekiydi bu, değil mi?” dedim.
“Aynen öyle. Varin böylelikle ihanetinin cezasını taksit taksit ödemiş olacak.”
Evet, Arsen Lüpen’i işte böyle tanıdım. Sosyeteden tanıdığım kulüp arkadaşım Jean Daspry’nin Kibar Hırsız Arsen Lüpen olduğunu neden sonra öğrendim.
Böylece kahramanımızla çok hoş bir arkadaşlık ilişkisi kurdum ve günden güne onun güvenini kazanarak bana anlattıklarını saptırmadan aktaran sadık bir yazar oldum.
Yorumlar