V. Kraliçenin Kolyesi

18 0 20 Ağustos 2024 0 Oy

Kontes Dreux-Soubise, Kraliçenin Kolyesi’ni yılda iki üç kez, ancak özel davetlerde, örneğin Avusturya Elçiliği’nde verilen balolarda ya da Leydi Billingstone’un akşam yemeklerinde beyaz gerdanına takardı.

Bu efsaneleşmiş kolye kraliyet kuyumcuları Bohmer’le Bassenge tarafından Dubarry için ayrılmıştı. Onu Rohan-Soubise Kardinali Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’a hediye etmişti. Jean de Valois ki sonradan Kontes La Motte unvanına kavuştu, kocasının ve suç ortakları Retaux de Vilette’in yardımlarıyla 1785 Şubatı’nda bir akşam bu kolyeyi parçalarına ayırdı.

Aslına bakılırsa, bu kolyenin sadece çerçevesi hakikiydi. Kont La Motte’la karısı, Bohmer’in özellikle seçtiği o şahane taşları hoyratça yerinden çıkarıp cömertçe oraya buraya harcarken Retaux de Villet çerçeveyi kendine sakladı. Daha sonraları onu İtalya’da, Gaston de Dreux-Soubise’e sattı. Bu adam Kardinal’in hem yeğeniydi hem de mirasçısı. Kardinal onu Rohan-Guemene’nin şamatalı i ası sırasında mahvolmaktan kurtarmıştı. Gaston, amcasının anısına, İngiliz Kuyumcu Jeffery’nin elinde bulunan birkaç parça elması tekrar satın alarak bunları aynı boydaki, ama değeri çok daha az olan başka taşlarla birleştirdi ve vaktiyle Bohmer’le

Bassenge’ın elinden çıkmışçasına yarım daire şeklinde harika bir kolye oluşturdu.

Dreux-Soubise ailesi hemen hemen bir yüzyıl boyunca bu tarihî mücevherle hava attı. Bazı koşullar yüzünden servetleri bayağı azaldıysa da o pahalı ve krallara özgü kolyeyi satmaktansa masra arı kısmayı yeğlediler. Özellikle şimdiki kont ona aile yadigârı gibi düşkündü. Ne olur ne olmaz diye Lyonne Kredi Bankası’nda bir kasa kiraladı. Karısı ne zaman kolyeyi takmak isterse o gün bankaya gidip kolyeyi alıyor ve ertesi günü götürüp kasada saklıyordu.

Castille Sarayı’ndaki ziyafette Kontes gerçekten çok büyük sükse yaptı. Kral Christian, onun çekici güzelliğine hayran kaldı. Saint Germain’in dış mahallelerinden birindeki eski evlerinin odasına döndüklerinde Kont’un key ne diyecek yoktu. Hem karısı hem de dört kuşaktan beri ailesini ünlü kılan kolye nedeniyle gurur duyuyordu. Karısı da çocukça cilveler yapmaktan geri kalmıyordu ki bu da onun kibirli karakterine uyuyordu.

Kolyeyi istemeye istemeye boynundan çıkarıp kocasına uzattı. O da bunu, sanki ilk kez görüyormuş gibi hayranlıkla seyrettikten sonra kardinalin armasını taşıyan kırmızı deriden yapılmış mücevher kutusuna koydu. Daha sonra yandaki odaya geçti. Burası daha çok dinlenme

odasıydı ve tamamen izole edilmişti. Buraya ancak karyolalarının ayakucundaki bir kapıdan girilebiliyordu. Kont, her zamanki gibi kutuyu oldukça yüksek bir rafa, şapka kutularıyla çamaşır yığınlarının arasına yerleştirdi. Kapıyı kapadıktan sonra da soyundu.

Ertesi sabah, kahvaltıdan önce Lyonne Kredi Bankası’na gitmek için saat dokuza doğru kalktı. Üstünü başını değiştirdi. Bir ncan kahve içtikten sonra ahıra gitti. Orada emirler yağdırdı. Atlardan birinin durumu pek hoşuna gitmedi. Ona avluda birkaç tur attırdı. Sonra karısının yanına döndü.

Karısı henüz odadan çıkmamıştı, hizmetçisine saçını yaptırıyordu. Kocasına, “Gidiyor musun?” diye sordu.

“Evet. Şu işi bir halledeyim.” “Ha! İyi olur. Akıllıca bir iş.”

Kont yandaki odaya geçti. Birkaç saniye sonra en ufak bir şaşkınlık göstermeksizin, “Onu sen aldın, değil mi canım?” diye sordu.

“Neyi? Yoo, ben hiçbir şey almadım.” “Başka bir yere mi koydun?”

“Hayır, ben bir kere bile bu kapıyı açmadım.” Adam afalladı. Kapının eşiğinde kalakaldı ve kekeledi:

“Sen almadın demek? Kim aldı öyleyse?”

Karısı da yanına geldi. Birlikte bütün kutuları yere atıp çamaşırları tek tek kontrol ettiler. Kont durmadan söyleniyordu:

“Boşuna! Ne yapsak na le. Halbuki ben şu rafın üstüne koymuştum.”

“Belki de yanılıyorsun.”

“Hayır, tam şu rafın üstüne, ötekilerin değil.”

Bir mum yaktılar; çünkü oda oldukça karanlıktı. Tüm çamaşırları ve diğer eşyayı tekrar kontrol ettiler. Odada arayacak başka bir yer kalmayınca ünlü Kraliçenin Kolyesi’nin ortadan kaybolduğunu kabullenmek zorunda kaldılar. Yapacak hiçbir şey yoktu.

Doğuştan azimli bir kadın olan Kontes fazla ah vah etmeden Komiser Valorbe’a başvurdu. Onun ne kadar akıllı ve açık görüşlü olduğunu daha önceden biliyorlardı. Kendisine olayın tüm ayrıntılarını anlattıklarında komiser hemen sordu:

“O gece odanıza kimsenin girmediğine emin misiniz, Kont hazretleri?”

“Kesinlikle eminim. Benim uykum çok ha ftir. Ayrıca o odanın kapısı da kilitliydi. Bu sabah karım oda hizmetçisini çağırmadan önce sürgüyü ben açtım.”

“O odaya başka bir yerden girilemez mi?” “Girilemez.”

“Pencereden de mi?”

“Orada bir pencere var, ama yarısına kadar duvar ördürdük.”

“Bir baksam iyi olacak.”

Mumlar yakıldı, Bay Valorbe pencereyi kontrol etti. Pencere gerçekten de yarısına kadar duvarla örülüydü, ancak bu duvar pencere pervazlarına tam dayanmamıştı.

“Bence yeteri kadar dayalı,” dedi kont. “Onu kaldırmaya kalksanız dünyanın gürültüsü çıkar.” “Bu pencere nereye bakıyor?”

“Küçük bir avluya.”

“Bunun üzerinde bir kat daha var mı?”

“İki kat var, ama hizmetçilerin oturduğu katın pencereleri hep ızgaralı. Onlar da avluya açılıyor. Zaten bu nedenle bütün katlarda gün ışığı az.” Ayrıca o duvar parçası yerinden oynatıldığında da pencerenin kapalı olduğu ortaya çıktı. Öyle ki dışarıdan birinin o yolla girmesi imkânsızdı.

“Bunu çalan kimse o odadan çıktıktan sonra yatak odamızdan geçmişse,” dedi Kont, “o zaman o odanın kapısı sürgülü olamazdı.”

Komiser bir an düşündü, sonra Kontes’e döndü: “Sizin dün akşam kolyeyi takacağınızı bilen başka kimse var mıydı, hanımefendi?”

“Vardı tabii, ben bunu saklamadım ki. Ama sonra onu buraya kilitlediğimizden kimsenin haberi yoktu.”

“Hiç kimsenin mi?”

“Hiç kimsenin. Sadece…”

“Lütfen hanımefendi, ne biliyorsanız söyleyin. Bu çok önemli.”

“Şey, hatırıma Henriette geldi…” dedi kocasına dönerek.

“Henriette mi? Ama o da ötekiler gibi bu ayrıntıyı bilmez ki!”

“Emin misin?”

“Kim bu hanım?” diye söze karıştı Bay Valorbe. “Rahibeler okulundan bir arkadaşım. Bir işçiyle evlendiği için ailesiyle arası açılmıştı. Kocasının ölümünden sonra onu oğluyla birlikte yanıma aldım ve bu konakta ona bir daire ayarladım.”

Biraz çekinerek devam etti:

“Bana yardım ediyor. Eli işe çok yatkın.” “Hangi katta oturuyor?”

“Bizim katta. Pek uzak da değil, şu koridorun sonunda. Şimdi düşünüyorum da mutfağının penceresi…”

“Ufak avluya açılıyor, değil mi?” “Evet, tam karşımıza düşüyor.”

Bu açıklamadan sonra bir sessizlik oldu.

Sonra Bay Valorbe, Henriette ile tanışmak istedi. Odasına girdiklerinde Henriette dikiş dikiyordu.

Yanında da altı yaşlarındaki oğlu Raoul kitap okuyordu. Komiser bu berbat odayı görünce şaşırmaktan kendini alamadı. Odada şömine falan yoktu. Ufak bir girinti mutfak olarak kullanılıyordu. Genç kızın ifadesi alındı. Hırsızlık olayını duyunca çok sarsıldı. Bir akşam önce Kontes’i kendi eliyle giydirmiş ve kolyeyi boynuna takmıştı.

“Aman Tanrım!” diye haykırdı. “Bu imkânsız bir şey.”

“Bu konuda sizin bir kriniz yok mu? Şüphelendiğiniz biri var mı? Hırsız sizin odanızdan geçmiş olabilir mi?”

Gülmeden duramadı. Kendisinden şüphe edeceklerini aklından bile geçirmemişti.

“Ama ben odamdan hiç çıkmadım ki! Hiç çıkmam zaten. Hem siz burayı daha önce görmediniz mi?” Girintideki pencereyi açtı:

“Karşı pencerenin pervazına kadar en az üç metre var.”

“Hırsızlığın buradan yapıldığını kim söyledi ki?” “Ama kolye küçük odada değil miydi?”

“Bunu nereden biliyorsunuz?”

“Nereden mi? Kolyenin geceleri hep o odaya konulduğunu biliyorum ben. Yanımdayken bu konu

hep konuşulurdu.”

Dert görmüş olsa da hâlâ genç kalmış yüzünde büyük bir şefkat ve özveri okunuyordu. Ama o sessizlik içinde birden, bir tehlikeyle karşılaşmışçasına korkar gibi oldu. Oğlunu kendine doğru çekti. Oğlan onun elini sevgiyle öptü.

Yalnız kaldıkları zaman Kont, komisere döndü: “Umarım ondan şüphelenmiyorsunuzdur. Ben ona ke lim. Dünyanın en namuslu insanıdır o.”

“Şey, ben de aynı kirdeyim,” dedi Bay Valorbe. “Sadece bana birini koruyormuş gibi geldi de. Ama bu olasılığı önce bir yana bırakalım, çünkü mesele bununla çözülecek değil.”

Komiser daha fazla araştırmadı. Daha sonraki günlerde bu işi sorgu hâkimi üstlendi ve tamamladı. Hizmetçilerin ifadesi alındı. Sürgünün durumu incelendi. Pencerenin açılış kapanışlarına bakıldı ve ufak avlunun bakılmayan köşesi kalmadı. Hiçbir sonuca varılamadı. Sürgü yerli yerindeydi. Pencere ne içeriden ne de dışarıdan açılabiliyordu.

Soruşturma daha çok Henriette üzerinde odaklandı. İster istemez ilk akla gelen olasılığa dönüldü. Genç kızın tüm yaşamı irdelendi. Üç yıldan beri sadece dört kez bu evden dışarı çıkmıştı, o da alışveriş içindi ki bunun doğruluğu da saptandı. Aslında Bayan Dreux’nün oda

hizmetçiliğini ve terziliğini yapıyordu. Hanımı ona oldukça sert davranıyordu, bunu diğer hizmetçiler de doğrulamıştı.

Bir hafta sonra komiserin vardığı sonuçlara ulaşan sorgu hâkimi şöyle dedi:

“Suçluyu bulduğumuzu düşünsek, yine de hırsızlığın nasıl gerçekleştiğini öğrenemeyeceğiz. Sağda ve solda iki engel var: Biri kilitli bir kapı, öbürü kapalı bir pencere. Karşımıza iki sır çıkıyor. Hırsız kilitli bir kapıdan ve kapalı bir pencereden içeri nasıl girdi? Ve nasıl çıktı ki bu daha da zor?” Dört ay süren incelemelerden sonra hâkim Kont ve Kontes’in para sıkıntısı yüzünden kolyeyi satmış olabileceğini düşünmeye başladı. Bu nedenle davayı kapadı.

O kadar değerli bir mücevherin yok oluşu Dreux Ailesi’ni uzun bir süre adamakıllı sarstı.

Böylesine bir servetin kaybolması alacaklıların daha acımasız davranmasına neden oldu. Borç verenler de artık ince eleyip sık dokumaya başladı. Bağırlarına taş basarak kıymetli mallarını ya sattılar ya da rehin verdiler. Kısacası, iki uzak akrabadan kalan miras olmasaydı i as edeceklerdi.

Gururları öylesine kırılmıştı ki sanki soyluluklarını kaybetmişlerdi. Kontes, artık nasıl düşündüyse, tüm

suçu eski okul arkadaşına yükledi. Ona karşı açıkça kin güttü ve hırsızlıktan onu sorumlu tuttu.

Kadını önce hizmetçilerin kaldığı bodrum katına attılar, sonra da işine son verdiler.

Ve hayat sıra dışı bir olay gerçekleşmeden, böylesine akıp gitti. Karı koca bol bol seyahat ettiler. Ancak bu arada kayda değer tek bir şey oldu. Henriette’in kovulmasından birkaç ay sonra Kontes ondan kendisini çok şaşırtan şu mektubu aldı:

Kontes hazretleri,

Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bunu bana herhalde siz gönderdiniz. Sizden başka kimse olamaz, çünkü benim bu ufacık köyde herkesten uzak, tek başıma yaşadığımı kimse bilmiyor. Eğer yanılıyorsam bağışlayın ve bu mektubumu eski iyiliklerinize karşılık minnettarlığımın bir ifadesi olarak kabul edin.

Bu kadın ne demek istiyordu? Kontesin geçmişteki ve şimdiki davranışını ancak ‘haksızlık’ olarak nitelerdiniz. Öyleyse bu teşekkür nereden çıkıyordu?

Henriette’ten bunu açıklaması istendiğinde postadan kendisine gelen taahhütsüz bir mektubun içinden biner franklık iki banknot çıktığını bildirdi. Cevaben yazdığı mektuba da kendisine gelen mektubun zarfını iliştirdi. Paris’ten damgalanmıştı

ve gönderici adresi kasten değiştirilmiş bir el yazısıyla yazılmıştı.

Bu iki bin frank nereden geliyordu öyleyse? Kim göndermişti?

Aynı şey on iki ay sonra yinelendi. Derken üçüncü ve dördüncü kez. Bu tamı tamamına altı yıl sürdü. Şu farkla ki beşinci ve altıncı yıllarda gönderilen para iki misline çıkarıldı, çünkü Henriette birden hastalanmış ve ona göre harcamaları artmıştı.

İkinci bir fark da şu oldu: Posta idaresi üzerine pul yapıştırılmadığı için mektuplardan birini alıkoymuştu. Son iki mektupsa, bu kez pullu olarak Saint Germain ve Suresnes postanelerinin damgasını taşıyordu. Birini Anquety, öbürünü de Pechard diye biri göndermişti. Verilen adresler de uydurmaydı.

Altı yıl sonra Henriette öldü. Bilmece çözülemedi gitti.

Tüm bu olaylar kamuoyunca biliniyordu. O zamanlar halk çok büyük bir ilgi gösterdi. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Fransa’yı sarsan bu kolye olayı, kaderin cilvesine bakın ki yüz yirmi yıl sonra yeniden büyük bir heyecana yol açacaktı.

Ama şimdi anlatacaklarımı Kont’un ısrarla susmalarını söylediği birkaç kişi dışında kimse bilmiyor. Bunlar nasılsa bu sözlerini tutmayacağına

göre bu esrar perdesini aralamakta bir sakınca görmüyorum. Bir yandan bu esrarın anahtarı ele geçerken, öte yandan gazetelerin yayınladığı bu karanlık drama daha fazla gizem katan mektup da açıklanmış olacak.

Bay Dreux-Soubise’in verdiği yemekte iki kuzeninden başka Belediye Başkanı Essaville, Milletvekili Bochas ve Kont’un Sicilya’da tanıdığı Şövalye Floriani’nin yanı sıra eski arkadaşlarından Marki de Rouzieres de bulunuyordu.

Yemekten sonra hanımlar kahve ikram ettiler. Beylere de salonu terk etmemeleri koşuluyla sigara içme izni verildi. Sohbet başladı. Genç kızlardan biri iskambil falı açtı. Sonra, ünlü cinayetlerden bahsetmeye başladılar. Derken Bay Dreux’nün korktuğu başına geldi, çünkü Bay Rouzieres konuyu Kraliçenin Kolyesi’nin çalınmasına getirdi.

Hemen her kafadan bir ses yükseldi. Herkes soruşturmaya kendi açısından yorum getirdi. Elbette tüm varsayımlar çakıştı, çünkü hepsi aynı şekilde gerçek dışıydı.

Derken kontes, “Siz ne diyorsunuz, efendim?” diye sordu.

“Şey, bu konuda benim bir krim yok, hanımefendi.”

Diğerleri karşı çıktı. Şövalye az önce Palermo Belediye Meclisi üyesi olan babasıyla birlikte başlarından geçen maceraları anlatmıştı. Dolayısıyla bu tür soruların altından kalkabilecek kadar soğukkanlı düşünebilen, muhakeme yeteneği kuvvetli biriydi.

“En akıllı kimselerin pes ettiği durumlarda bazı meseleleri çözdüğümü itiraf ederim. Ama yine de bir Sherlock Holmes değilim ben! Ayrıca bu konu hakkında da hiçbir şey bilmiyorum.”

Herkes ev sahibine döndü. Kont ister istemez olan bitenleri kısaca anlattı. Şövalye dinledi, düşündü ve bir iki soru sorduktan sonra mırıldandı:

“Bu ilginç… İlk bakışta mesele hiç de zor değilmiş gibi görünüyor.”

Kont omuz silkti. Ama ötekiler Şövalye’ye döndüler, o da sanki ders anlatırcasına:

“Bir cinayeti ya da soygunu ortaya çıkarabilmek için,” diye söze başladı, “bunun nasıl başladığını bilmek gerek. Bu olay bence çok basit, çünkü ortada fazla varsayım yok. Tek bir gerçek var! Şöyle ki adam ya kapıdan ya da pencereden girebilirdi, ama sürgülü bir kapıyı dışarıdan açamazsınız. O zaman pencereden girdi.”

“Pencere kapalıydı, yani kapalı bulundu,” diye lafa karıştı Kont.

Şövalye sözünün kesilmesine aldırış etmeksizin devam etti:

“Mutfağın balkonuyla karşı pencerenin pervazı arasına bir merdiven yerleştirdiniz mi bu iş biter. Yeter ki mücevher kutusu…”

“Ama demin söyledim ya, pencere kapalıydı,” dedi Kont, sabrı tükenmişe benziyordu.

Bu kez Floriani ona cevap vermek zorunda kaldı. Böylesine önemsiz bir ayrıntıya hiç aldırış etmeksizin:

“Kapalı olduğuna ben de inanıyorum,” dedi. “Ama onun vasistası yok muydu?”

“Nereden biliyorsunuz?”

“O zamanki evlerin hepsinde vasistas vardı. Onun için o evde de olması gerekirdi, yoksa hırsızlığı açıklayamazdık.”

“O pencere gerçekten de vasistaslı, ama hep kapalı durur. Ona hiç kimse dikkat etmedi.”

“Bu hataydı. Dikkat edilseydi elbette açık olduğu görülürdü.”

“Ee?”

“Bana kalırsa bu tip pencerelerin tamamı gibi o da ön kısmında bir halka bulunan kancalı bir demir çubukla açılabilir.”

“Evet.”

“Ve bu halka örülmüş duvarla pencere pervazı arasında bulunuyordu.”

“Evet, ama anlamıyorum…”

“Bakın. Örneğin, camda açılacak bir yarıktan ucu kıvrık bir demir çubuk sokularak o halkaya bastırılarak vasistas açılabilirdi.”

Kont güldü:

“Harika! Harika! O kadar kolay çözüm buluyorsunuz ki! Ama işte o pencere camında yarık yoktu.”

“Vardı.”

“Olsaydı farkına varılırdı.”

“Farkına varılması için iyice gözleri açıp öyle bakmak gerek. Öyle bir yarık var. Olmaması mantığa aykırı. Pencere macunu boyunca, diklemesine… Var öyle bir yarık.”

Kont yerinden kalktı. Çok heyecanlanmıştı. Odayı öfkeli adımlarla iki üç kez arşınladıktan sonra Floriani’nin yanında durdu:

“O günden sonra o odada hiçbir şey değiştirilmedi ve kimse oraya girmedi.”

“O zaman bayım, söylediklerimin doğru olduğunu kendi gözlerinizle görebilirsiniz.”

“Bu, adli makamların saptadıklarıyla hiç uyuşmuyor. Siz hiçbir şey görmediniz, hiçbir şey

bilmiyorsunuz. Buna karşın bizim gördüklerimizle bildiklerimizi rafa kaldırıyorsunuz.”

Floriani, Kont’un heyecanını görmezden gelerek güldü:

“Açıkçası bayım, ben her şeyi apaçık görmeye çalışıyorum. Yanılıyorsam aksini kanıtlayın.” “Hemen kanıtlayayım. Kendinizden o kadar eminsiniz ki.”

Kont birkaç kelime daha mırıldandı. Sonra kapıya yöneldi ve salonu terk etti.

Kimse bir şey demedi. Bu sessizlik olaya bir ağırlık kattı.

Derken, Kont yine çıkageldi. Yüzü solgundu, titriyordu. Heyecanlı bir sesle arkadaşlarına, “Kusura bakmayın,” dedi. “Beyefendinin açıklamaları beni o kadar şaşırttı ki… Hiç aklıma gelmemişti…”

Karısı sabırsızlıkla onun sözünü kesti: “Ne oldu?”

Kont kekeledi:

“Camda yarık var. Tam da söylenen yerde, cam boyunca…” Şövalye’yi kolundan yakalayarak yalvardı, “Anlatmaya devam edin lütfen. Haklı olduğunuzu şimdi anlıyorum. Ama hepsini anlatmadınız. Cevap verin, sizce neler oldu?”

Floriani kolunu kurtardıktan sonra bir an durdu, sonra, “Peki,” dedi. “Bana kalırsa şöyle oldu: Hırsız, Bayan Dreux’nün baloya kolyesiyle gittiğini biliyordu. Sizler evde yokken kendine ufak bir köprü kurdu. Eve dönüşünüzde pencereden bakarak sizin kolyeyi nereye koyduğunuzu gözetledi. Siz dışarı çıktıktan sonra da camı keserek halkayı yukarı çekti.”

“İyi ama vasistasla pencere kulpu arasında çok mesafe var, oraya yetişemezdi.”

“Pencereyi açamadıysa vasistastan girdi demektir.” “İmkânsız, en zayıf adam bile oradan geçemez.” “O zaman oradan adam geçmedi.”

“Anlamadım.”

“Eh, oradan bir adam geçemeyeceğine göre bir çocuk geçti!”

“Çocuk mu?”

“Siz bana arkadaşınız Henriette’in ufak bir çocuğu olduğunu söylediniz ya?”

“Doğru, Raoul adında bir oğlu vardı.” “Herhalde bu hırsızlığı Raoul yaptı.” “Elinizde bir kanıt var mı?”

“Kanıt mı? Olmaz olur mu! Örneğin…”

Bir saniye sustu ve düşündü. Sonra devam etti: “Örneğin şu merdiven. Kimse farkına varmadan oğlanın onu dışarıdan alıp getirmesi ve sonra da

götürmesi imkânsız. İşine yarayacak bir şey aradı. Henriette’in yemek pişirdiği yerde çanak çömleğin asılı olduğu ra ar vardı, değil mi?”

“Hatırladığım kadarıyla orada iki tane raf olacak.” “Aslında bunların takozlara çakılı olup olmadığına bakmak lazım. Ona göre oğlanın onları oradan sökerek üst üste koyup bir köprü yapıp yapmadığını söyleyebiliriz. Orada bir ocak olduğuna göre vasistasın açılmasına yardım eden bir kanca da muhtemelen vardır.”

Kont hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı. Diğerleri başlangıçta kapıldıkları korkuyu üzerlerinden atmışa benziyordu. Floriani’nin kirlerinin doğru olduğuna yüzde yüz emindiler artık. Bu adam karşısındakine o kadar güven veriyordu ki! Olayları sanki mantık çerçevesinde değil de yaşamışçasına açıklıyordu. Size de sadece kanıtları kontrol etmek kalıyordu.

Onun için kont dönüp de, “Bunu kesinlikle oğlan yapmış, her şey bunu kanıtlıyor,” deyince kimse şaşırmadı.

“Ra arı gördünüz mü? Kancayı?”

“Gördüm. Ra ar yerinden sökülmüş, kanca hâlâ duruyor.”

Bayan Rieux haykırdı:

“Bunu çocuk yaptı demek. Yani annesi, demek istiyorsunuz. Tek suçlu Henriette. Bu iş için oğlunu kullandı.”

“Hayır,” diye karşı çıktı Şövalye. “Annesinin bu işle bir ilgisi yok.”

“Siz öyle sanın! İkisi de aynı odada kalıyordu. Oğlan Henriette’in bilgisi olmadan bir şey yapamazdı ki.”

“İkisi de aynı odada kalıyordu, ama bu iş yan odada gerçekleşti; anne uyurken.”

“Peki ya kolye?” diye sordu kont. “O zaman onu çocuğun eşyaları arasında bulmaları gerekirdi.” “Pardon ama oğlan evden çıkmıştı. Siz onu çalışma masasının başında gördüğünüz sabah okuldan gelmişti. O zaman adalet makamları suçsuz anneye yükleneceği yerde oğlanın eşyalarını karıştırıp okul defterlerine bir göz atsaydı ipucu bulurdu.”

“İyi ama Henriette’in her yıl aldığı iki bin frank bu işin içinde parmağı bulunduğunu göstermiyor mu?”

“Öyle olmuş olsaydı size bu para için hiç teşekkür eder miydi? Ayrıca gözetim altında değil miydi? Oysa oğlan serbestti. Kasabaya inip herhangi bir satıcıyla ufak bir para karşılığında bir ya da iki ufak parça elmas vererek her yıl Paris’ten belirli miktarda

para gönderilmesini sağlayabilirdi. Nitekim öyle oldu.”

Dreux-Soubise ailesiyle davetliler son derece tedirgin oldular… Floriani’nin sesinin tonunda ve davranışında, kendine olan güvenini sergileyen ki bu başlangıçta kontun sinirine dokunmuştu, başka bir şey vardı. Alay eder gibiydi ve bunu arkadaşça değil de düşmanca belli etmekteydi ki. Sanki bunun için geçerli bir nedeni vardı.

Kont gülmeye çalıştı.

“Zekânızı kanıtladınız. Doğrusu hayran kaldım.

Tebrikler! Hayal gücünüze de diyecek yok.”

“Yok canım, hiç de öyle değil,” dedi Floriani ciddi bir tavırla. “Hayal falan kurduğum yok. Ben olan biteni olması gerektiği gibi, ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştım sadece.”

“Bu konuda neler biliyorsunuz?”

“Bana anlattıklarınızı. Kasabanın en tenha köşesinde yaşayan anne veoğlunu düşünüyorum. Anne hastalanıyor. Onu kurtarmak ya da son saatlerini iyi geçirmesini sağlamak için çocuk kıymetli taşları satmayı düşünüyor. Ne var ki amansız hastalık galip geliyor. Anne ölüyor. Aradan yıllar geçiyor. Çocuk büyüyor ve koskoca bir adam oluyor. Ve günün birinde çocukluğunu yaşadığı yerleri, annesini suçlu bularak mahkemeye veren

kişileri görme ihtiyacını hissediyor. O dramın oynandığı eski konağa geldiğinde onun neler hissettiğini bir düşünsenize.” Şövalye’nin sesi, o boğucu sessizlikte birkaç saniye çınladı. Bay ve Bayan Dreux tüm bunları anlamaya çalışıyor, anladıkça da korkuya kapılıyorlardı. Kont mırıldandı:

“Siz kimsiniz?”

“Ben mi? Palermo’da tanıdığınız ve birkaç kez evinize davet etmek lütfunda bulunduğunuz Şövalye Floriani’yim.”

“O zaman bu hikâyenin anlamı ne?”

“Hiçbir anlamı yok. Sadece tarafımdan oynanan bir oyun. Düşünüyorum da Henriette’in oğlu eğer hâlâ yaşıyorsa ve çıkıp size vaktiyle tek suçlunun annesi değil de kendisi olduğunu, sevdiği işini kaybetmekten korkan annesini mutsuz görmekten üzüldüğü için bu hırsızlığı yaptığını söylese…” Bunları söylerken heyecanını bastıramadı. Kontese doğru eğildi. Artık şüphe kalmamıştı. Şövalye Floriani Henriette’in oğluydu. Davranışları ve konuşmaları bunu kanıtlıyordu. Zaten niyeti, hatta arzusu tanınmak değil miydi?

Kont tereddüt etti. Bu soğukkanlı adama karşı nasıl davranmalıydı? Zili çalsa? Dünyayı ayağa kaldırsa? Vaktiyle kendisini soyan bu hırsızın

maskesini düşürse? Ama aradan o kadar fazla bir zaman geçmişti ki. Sonra bu saçma sapan suçlu çocuk masalına kim inanırdı ki? Hayır, vurdumduymaz davranarak durumu olduğu gibi kabullenmek daha iyi olurdu.

Kont, Floriani’ye yaklaşarak neşeli bir sesle, “Hikâyeniz çok eğlenceli, çok ilginç,” dedi. “Doğrusu hayran kaldım. Ama sizce o genç adama, o örnek oğula ne oldu acaba? Umarım yarı yolda kalmamıştır.”

“Kesinlikle kalmamıştır.”

“Değil mi? Öyle bir başlangıçtan sonra! Sen gel, altı yaşındayken Kraliçenin Kolyesi’ni çal; Marie Antoinette’in hayran olduğu o ünlü kolyeyi…” Floriani, kontesin oyununa kendini kaptırarak, “Ve çalarken de başına bir şey gelmesin,” dedi. “Kimsenin aklına pencere camını ya da pervazını incelemek gelmemiş. Toz tutmuş pervazının silindiğini kimse fark etmemiş. Yani o yaştaki biri için oldukça akıllıca bir plan. Mesele bu kadar basit! Yani isteseydi bir elini uzatması yeterdi.”

“Uzattı da.”

“Her iki elini de uzattı,” dedi Şövalye gülerek. Dinleyenler ürperdi. Floriani denen bu adamın yaşamında nasıl bir sır gizliydi? Bu macera adamı nasıl sıra dışı bir hayat sürmüştü acaba? Bu dâhice

hırsızlığı altı yaşındayken işleyen, bugün amatörce bir kurnazlık sergileyerek vaktiyle soyduğu adamın karşısına çıkıp üzüntüsünü bildiren ya da bir tür öç alma gayesi güden, şu anda davetliler arasında bulunan bu kibar adamın başından kim bilir neler geçmişti!

Yerinden kalktı ve vedalaşmak üzere Kontes’in yanına yaklaştı. Kadın iğrendiğini belli etmemeye çalıştı. Adam gülümsedi.

“Oo, hanımefendi, korkuyorsunuz demek. Salon sihirbazı olarak oynadığım komedi sizi bu kadar kötü mü etkiledi?” Kadın kendini toparlamaya çalışırken alaylı alaylı cevap verdi:

“Hiç de kötü etkilemedi, bayım. Tam aksine, bu akıllı oğlanın masalı bana çok dokundu. Hatta kolyemin böyle parlak bir kaderi olduğu için mutluyum bile. Şu kadının yani Henriette’in oğlu o hırsızlığı annesinden etkilendiği için mi yaptı dersiniz?”

Adam irkildi. Kadının iğneli sözü dokunmuştu.

Karşılık verdi:

“Kesinlikle öyle oldu ve bu istek o denli güçlüydü ki hiçbir şey çocuğu yıldırmadı.”

“Nasıl yani?”

“Siz de biliyorsunuz ki kolyeyi oluşturan taşların çoğu sahteydi. Sadece İngiliz kuyumcudan satın

alınanlar hakikiydi. Öbürleri geçim sıkıntısı nedeniyle birer birer satılmıştı.”

“Ama ne de olsa Kraliçenin Kolyesi’ vardı ortada, bayım,” dedi Kontes gururla. “Henriette’in oğlu bunun kıymetini bilemezdi herhalde.”

“İster sahte olsun ister hakiki, o kolyenin gösteriş için takılan bir şey olduğunu anlamış olmalıydı ama.”

Bay Dreux yerinden zıpladı. Karısı daha önce davrandı:

“Bayım,” dedi, “kastettiğiniz adamda en ufak bir utanma duygusu olsa…”

Sustu. Floriani’nin sakin bakışı onu ürkütmüştü. Şövalye, kadının söylediğini tekrar etti:

“Bu adamda en ufak bir utanma duygusu olsa…” Kadın, bu şekilde konuşmakla bir şey elde edemeyeceğini anladı. İncinen gururunun ardındaki

öfkeyi zorla bastırarak alttan aldı:

“Bakın bayım, efsaneye göre Reteaux de Villet, Kraliçenin Kolyesi’ni ele geçirdikten sonra Jeanne de Valois’yla birlikte taşlarını çıkarıp satarak har vurup harman savurduysa da çerçeveye ilişmeye cesaret edemedi. Taşların sadece bir süsten ibaret olduğunu, fakat çerçevenin bir usta elinden çıkmış

sanat eseri olduğunu anlamıştı. Bu yüzden ona saygı gösterdi. Bahsettiğiniz adam da bunu anladı mı acaba?”

“Çerçevenin hâlâ ortalıkta olduğundan hiç şüphem yok. Çocuk da aynı saygıyı gösterdi.”

“Pekâlâ bayım, tesadüfen kendisiyle karşılaşırsanız, ona lütfen bir ailenin kutsal emanetini haksız olarak elinde tuttuğunu söyleyin. İsterse taşlarını söküp alsın, ama Kraliçenin Kolyesi’nin çerçevesi Dreux-Soubisse ailesine aittir. Tıpkı adımız ve şere miz gibi.”

Şövalye de alçakgönüllülükle karşılık verdi: “Söylerim, efendim.”

Kontes’in önünde eğildi, kontu selamladı ve davetlilerle vedalaştıktan sonra çıkıp gitti.

Dört gün sonra Bayan Dreux komodinin üzerinde kardinalin armasını taşıyan kırmızı bir mücevher kutusu buldu. Açtı. İçinden Kraliçenin Kolyesi çıktı.

Her şeyin tutarlı ve mantıklı olmasını isteyen bir adam bunu bir yaşam biçimi olarak kabul etmişse pekâlâ bunun reklamını yapabilir. Bu nedenle ertesi gün herkes Echo de France’ta şu satırları okudu:

Bir zamanlar Dreux Ailesi’nden çalınan ünlü Kraliçenin Kolyesi, Arsen Lüpen tarafından tekrar bulundu. Ve Arsen Lüpen bunu hemen gerçek sahibine

teslim etti. Aslında bu nazik ve şövalyelere özgü davranışından ötürü onu kutlamak gerekir.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla