IX. Herlock Sholmes Geç Kalıyor

25 0 20 Ağustos 2024 0 Oy

“Arsen Lüpen’e o kadar benziyorsunuz ki, Velmont!”

“Onu tanıyor musunuz?”

“Şey, sadece resimlerinden. Ama zaten onların hiçbiri birbirine benzemiyor. Ancak hepsinin yüzünde aynı ifade var, tıpkı sizinki gibi.”

Horace Velmont alınmışa benziyordu.

“Aslında dostum, bunu ilk söyleyen siz değilsiniz.

İnanın bana.”

“Yani,” diye Devanne üsteledi, “sizi bana yeğenim Estevan tavsiye etmeseydi ve siz de güzelliğine hayran olduğum o deniz manzaralarını çizen ünlü ressam olmasaydınız, Dieppe’te bulunduğunuzu polise ihbar etmez miydim diye düşünüyorum.” Bu şakaya herkes güldü. Thibermesnil Şatosu’nun büyük yemek salonunda Bankacı Georges Devanne

ve annesinin daveti üzerine kalkıp gelen Velmont’dan başka, köyün papazı Rahip Geliş ve o civarda manevra yapan bir alaya mensup bir düzine kadar subay vardı. İçlerinden biri seslendi:

“Ama Arsen Lüpen Paris’ten Le Havre’a giden ekspreste yaptığı soygundan sonra sahilde görülmemiş miydi?”

“Çok doğru. Üç ay önce ilk kez ve ondan sonraki hafta orduevinde bizim harika Velmont’umuzla karşılaştım. O günden sonra kendilerini evimde ağırlamak şere ne nail oldum. Bu ziyaret nedeniyle kendileri önümüzdeki günlerden birinde, daha doğrusu yarın gece burada yatıp kalkacakları için memnunum.”

Yine gülüşüldü ve eski şövalyelerin toplandığı salona geçildi. Burası çok büyük, tavanı oldukça yüksek bir odaydı. Adına nedense Guillaume dedikleri bir kulenin iç kısmını oluşturuyordu. Georges Devanne, Thibermesnil Derebeylerinin yüzyıllar boyunca biriktirdikleri paha biçilmez hâzineleri hep buraya istif etmişti: Sandıklar, yemek takımları, mangallar, çok kollu şamdanlar… Doğal taşlarla inşa edilen duvarlarda şahane güzellikteki halılar asılıydı. Sivri kemerli, bombeli camlı ve kurşun bölmeli dört pencere, derin nişleri süslemekteydi. Bu nişlere oturma grubu yerleştirilmişti. Kapıyla sol taraftaki pencere

arasında Rönesans stili koskoca bir kitaplık vardı. Üzerinde altın har erle Thibermesnil yazılıydı. Onun altında da ailece düstur edinilmiş kısa bir cümle: “Ne istiyorsan onu yap.”

Purolar yakılırken Devanne konuşmasını sürdürdü:

“Haydi, acele edin Velmont. Niyetinizi gerçekleştirebilmeniz için bu son gece.”

Bu şakaya katılmaya kararlı gözüken ressam, “Niye ama?” diye sordu.

Devanne cevap vermek istediyse de annesi susmasını söyledi. Ancak yemek sırasında davetlilerin merakını çekme arzusunu yenemedi: “Peh!” dedi. “Şimdi söyleyeceğim. Bunda gizlenecek bir şey yok ki!”

Misa rler etrafını çevirdiler. Devanne yeni bir haber vermenin key ni çıkararak, “Yarın öğleden sonra,” dedi, “ünlü İngiliz Polisi Herlock Sholmes geliyor. Onun her türlü bilmeceyi nasıl dâhiyane bir şekilde çözdüğünü bilmeyen yok artık. Bir romancının rüyalarının ve hayal gücünün mahsulü olan ve sıradışı bir kişiliğe sahip Herlock Sholmes misa rim olacak.”

Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Demek Herlock Sholmes, Thibermesnil’e geliyor? Şaka

maka yok yani? Arsen Lüpen de acaba bu tara arda bir yerde mi?

“Arsen’le çetesi buradan uzak olmasa gerek. Haydi Baron Cahorn olayını bir yana bırakalım, ama Montigny, Gruchet ve Crasville soygunlarını bizim ulusal hırsızımız yapmadıysa kim yaptı ki? Bugün sıra bende.”

“Siz de Baron Cahorn gibi uyarıldınız mı?” “Aynı numara iki defa yutulmaz.”

“Yani?” “Yanisi şu…”

Ayağa kalkarak kitaplıktaki kocaman iki cilt kitap arasındaki boşluğu işaret etti:

“Orada on altıncı yüzyıldan kalma bir kitap duruyordu: Adı Thibermesnil Tarihi. İçinde Dük Rollon tarafından ortaçağdan kalma bir kale arazisi üzerine yapılmış bu şatonun öyküsü yazılı. Dört tane madeni levha üzerine hakkâk kalemiyle işlenmiş. Bunlardan birine tüm malikânenin görünüşü kabartma olarak çizilmiş. İkincisi, yapının planı. Üçüncüsü bir yeraltı geçidinin krokisi. Bunun bir çıkışı kale bentlerinin ön kısmına açılıyor, öbürü de içinde bulunduğumuz bu odada son buluyor. Bu kitap geçen aydan beri kayıp.”

“Vay canına!” dedi Velmont. “Bu iyiye alamet değil! Ama bunun için Herlock Sholmes kılını bile

kıpırdatmaz.”

“Kıpırdatmazdı tabii, demin anlattıklarımdan sonra çok önemli bir şey daha olmamış olsaydı. Ulusal Kütüphane’de benim kaybolan kitabımın bir eşi bulunuyor. İki kitap arasında kalebentler konusunda ufak tefek ayrılıklar var. Örneğin, birine geçidin yan duvarıyla bir merdiven çizilmiş, daha doğrusu mürekkeple yazılmış ve silik dipnotlar eklenmiş. Ben bu özellikleri biliyorum. İki kartı yan yana getirmedikçe kesin bir kroki çizemezsiniz. İşte adam bendeki kitabın kaybolmasından sonra Ulusal Kütüphane’ye biri gelmiş, o kitabın eşini istemiş, sonra da alıp gitmiş. Bu hırsızın kim olduğunu kimse bulamadı.”

Bu sözler üzerine yüksek sesle söylenenler oldu: “Mesele oldukça ciddiymiş!”

“İşte o yüzden polis işe el attı. İki kez araştırıp soruşturdular, ama hiçbir sonuç alamadılar.”

“Arsen Lüpen ne zaman bir işe burnunu soksa hep böyle oluyor.”

“Doğru. Aklıma Herlock Sholmes’ten yardım istemek geldi. Bana Arsen Lüpen’le karşılaşacağından ötürü çok sevindiğini bildirdi.” “Arsen Lüpen için ne şeref,” dedi Velmont. “Ama sizin tabirinizle bizim ulusal kahramanımız

Thibermesnil’le ilgilenmiyorsa Herlock Sholmes avcunu yalayacak demektir.”

“Onu çok ilgilendiren bir şey daha var: Yeraltı geçidini bulmak.”

“Nasıl olur? Siz demin o geçidin bir ağzının dışarıya, öbürünün de bu odaya açıldığını söylediniz ya!”

“Buraya dedim, ama nereye? Bu salonun neresine? Sayfalardan birinde yeraltı geçidini gösteren krokinin çizgileri ufak bir daire içinde son buluyor. O dairenin içinde de G.K. har eri yazılı. Bu herhalde Guillaume Kulesi demek oluyor. Ancak bu kule de daire şeklinde. Krokideki çizgi nereden başlıyor acaba?”

Devanne ikinci bir puro yaktı ve kadehine likör doldurdu. Ona bir sürü soru yönelttiler. Gördüğü ilgi karşısında gülümsedi. Sonunda şöyle dedi:

“Sır ortadan kayboldu. Kimse bunu bilmiyor. Efsanelere bakılırsa bu sır hep ölüm döşeğindeki nüfuzlu derebeylerinden oğullarına geçti. Bu iş İkinci Cumhuriyet devrinde, Hitzemonats’ın1 7’sinde, on dokuz yaşındaki Geoffroy’un giyotinle kafasının uçurulmasma kadar sürdü.”

“Yani yüz yıldan beri herkes bu sırrın peşinde?” “Herkes aradı, ama boş yere. Ben bile bu şatoyu konvansiyon üyesi Leribourg’un yeğeninin

yeğeninden satın aldıktan sonra iyice arattım. Hiçbir şey bulamadım. Düşünsenize, etrafı suyla çevrili bu kule sadece tek bir köprüyle şatoya bağlı. Buna göre yeraltı geçidinin eski hendeklerin altından geçmesi gerekir. Ulusal Kütüphane’deki planda dört tane merdiven gösterilmiş. Her biri kırk sekiz basamak ki buna göre en az on metre derinlikte demektir. Öbür planda verilen ölçüye göre uzunluk iki yüz metre olarak gösterilmiş. Aslında bütün zorluk şu döşemede, tavanda ve duvarlarda. Hani bazen hepsini birden yıkmayı düşünmedim değil.”

“Başka hiçbir işaret yok, değil mi?” “Yok.”

Rahip Gélis, “Bay Devanne, her iki kitabı okumak gerekiyor,” dedi.

Devanne güldü:

“Oo, rahip efendi arşiv karıştırmaya, anıları okumaya bayılıyor. Thibermesnil’le de çok ilgileniyor, ama onun dediğini yaparsak işler daha da karışacak.”

“Peki siz ne diyorsunuz?” “Bilmek ister misiniz?” “Hem de nasıl.”

“O zaman şunu bilesiniz: Adamımız iki kitabı da okuduktan sonra Fransa krallarından ikisinin bu sırra vâkıf olduğunu öğrenmiş buluyor.”

“Fransa krallarından ikisi mi?” “IV. Henry ile XVI. Louis.”

“Sırra ilk vakıf olan onlar değil. Peki, rahip efendi bunu nasıl öğrendi?”

“Çok kolay,” diye devam etti Devanne. “1589’da, Arques Savaşı’nın arifesinde Kral IV. Henry, yemeğini yedikten sonra geceyi bu şatoda geçirdi. Saat on bire doğru Normandiya’nın en güzel kadını olan Louise de Tancarville, Dük Edgard tarafından gizli geçit kullanılarak krala getirildi. Böylece Dük Edgard da ister istemez bu sırrı krala verdi. O da bunu Bakan Sully’le paylaştı.

Bakan Sully de Royales Oeconomies d’Etat2 adlı kitabında hiçbir yorum yapmadan şu anlaşılmaz cümlelere yer verdi:

Bir gözün titreyen arıyı izlerken, diğeri Tanrı’ya ulaşıyor.”

Bu sözlerden sonra ortalığı bir sessizlik kapladı.

Derken Velmont dalga geçti:

“Pek akıl alır gibi değil doğrusu.”

“Değil mi? Rahip efendiye bakılırsa Sully, bilmecenin anahtarını bu satırlarda belirtmiş, ama anılarını yazdırdığı kişiye bu sırrı açmamış.”

“Çok akıllıca bir varsayım.”

“Bence de öyle. Ama bu ne anlama geliyor?” “Ve Tanrıya nasıl ulaşılıyor?”

“Anlaşılır gibi değil.” Velmont devam etti:

“Ya şu IV. Henry’ye ne demeli? Kendisini ziyaret edecek bayan için mi yeraltı geçidini açıyor?” “Bilmiyorum. Bilinen bir şey varsa, o da 1784 yılında XVI. Louis’nin bu şatoda kaldığı ve Gamain’in talimatıyla Louvre’da bulunan ünlü demir kasanın açılması. Kasanın içinden çıkan bir pusulada kendi el yazısıyla, ‘Thibermesnil: 2-6-12’ yazılıydı.”

Horace Velmont bir kahkaha attı:

“Bulduk işte! Karanlık gitgide aydınlanıyor. İki kere altı on iki eder.”

“Siz istediğiniz kadar gülün bakalım,” dedi rahip. “Ne olursa olsun çözüm bu iki metinde. Elbet günün birinde biri çıkıp bu sırrı çözecek.”

“Önce Herlock Sholmes,” dedi Devanne. “Arsen Lüpen daha çabuk davranmazsa… Siz ne dersiniz, Velmont?”

Velmont ayağa kalkarak elini Devanne’ın omzuna koydu:

“Tüm bu gerçeklere karşın bence iki kitapta da eksiklikler var. Bu arada bana verdiğiniz bilgiden ötürü size teşekkür ederim.”

“Yani?” “Yani. ‘Bir gözün titreyen arıyı izlerken diğeri Tanrı’ya ulaşıyor’ ve iki kere altı on iki

ediyorsa işe koyulabilirim.” “Hiç vakit kaybetmeden.”

“Saniye bile kaybetmeden! Herlock Sholmes gelmeden bu gece bu şatoyu soymam gerekiyor, değil mi?”

“Bunun için gerçekten çok az vaktiniz kaldı. Sizi eve götüreyim mi?”

“Dieppe’e kadar mı?”

“Dieppe’e kadar. Dönüşte Bay ve Bayan d’Androl’le onların tanıdığı bir genç kızı da alıp getiririm. Onlar gece yarısı treniyle gelecek.”

Sonra subaylara dönerek devam etti:

“Yarın akşam hepimiz yine burada toplanmış olacağız, tamam mı beyler? Askerlerinizle şatoyu kuşatmanızı bekliyorum, çünkü saat tam on birde saldırıya uğrayacak.”

Davet kabul edildi; sonra ayrıldılar. Devanne’la Velmont, Dieppe’e doğru arabayla yola çıktılar. Devanne ressamı orduevinin önünde bıraktıktan sonra istasyona gitti.

Gece yarısı arkadaşları trenden indi. Saat 12.30’da arabaları Thibermesnil Şatosu’ndan içeri girdi. Saat 1.00’de ufak tefek bir şeyler atıştırdıktan sonra herkes odasına çekildi. Yavaş yavaş ışıklar söndü. Gecenin derin sessizliği tüm şatoya hâkim oldu.

Ancak bulutlar arasından sıyrılan ay, iki pencereden sızan parlak ışığıyla salonu aydınlattı. Bu çok uzun sürmedi. Ay bir tepenin arkasına gizlendi. Her taraf karanlığa gömüldü. Sessizlik daha da arttı. Zaman zaman bir mobilyanın gıcırtısı ya da eski şato duvarlarını yeşil sularıyla yıkayan hendekteki sazların hışırtısı bu sessizliği bozuyordu. Duvar saatinin saniye kolu durmadan dönüyordu.

Saat 2.00’yi vurdu. Derken, hızla dönen saniye kolunun o monoton sesi gecenin sessizliğini yeniden deldi. Saat 3.00 oldu.

Birden bir takırtı duyuldu. Tren geçerken açılıp kapanan bir işaret levhasının çıkardığı sesi andırıyordu. İnce ve titrek bir ışık, ardında parlak bir çizgi bırakarak salonun her köşesinde dolaştı. Bir payandanın sütununu yalayarak önce sağdaki kitaplığa, sonra onun karşısındaki duvara geçti. Orada parlak bir daire oluşturarak biraz dinlendi. Sonra her tarafta karanlığı delercesine dolaştı. Sonra söndü. Derken yine yandı. Bu sırada kitaplık kendi ekseni etrafında döndü ve kubbe şeklinde bir boşluk açıldı.

İçeriye elinde cep feneri tutmakta olan bir adam girdi. Ardından iki kişi daha geldi. Ellerinde bir tomar iple çeşitli aletler vardı. İlk giren, odayı araştırdı. Kulak kabarttıktan sonra, “Ötekileri çağır!” dedi.

Yeraltı geçidinden içeriye enerjik yüzlü, kuvvetli sekiz kişi alındı. Odayı boşaltmaya başladılar.

Her şey çok çabuk oldu. Arsen Lüpen bir mobilyadan öbürüne geçiyor, hepsini ölçüp biçtikten sonra hoşuna gideni olursa, “Bunu da alın!” diye emrediyordu.

Eşyalar taşındı. Sanki hepsi tünelin ağzından yutulup toprağın midesine geçti.

Böylece altı koltuk, XV. Louis’den kalma altı iskemle, Aubusson’un3 duvar halıları, Gothiere imzalı kollu şamdan, Fragonard’ın4 ve Nattier’nin5 birer yağlı boya tablosu, Houdon’un6 bir büstü ve birkaç ufak heykel aşırıldı. Lüpen bazen harika güzellikteki bir sandığın ya da görkemli bir resmin önünde durup içini çekiyor ve, “Bu çok ağır… Bu çok büyük… Çok yazık!” diye yakınıyordu.

Böylece incelemelerini sürdürdü.

Kırk dakika sonra salon, Arsen’in deyimiyle, ‘tamtakır kuru bakır’ kaldı. Tüm bunlar insanın ağzını açık bırakacak bir düzen içinde, hiç gürültü etmeden, adamların beraberinde getirdikleri battaniyelere sarılıp sarmalandı.

Odadan en son ayrılan ve kolunun altında Boulle imzalı bir duvar saati taşıyan adama Lüpen, “Bir daha gelmenize gerek yok,” dedi. “Kamyon dolar

dolmaz Roquefort’taki samanlığa gidilecek diye konuşmuştuk.”

“Siz gelmiyor musunuz, patron?” “Bana motosikleti bırakın, yeter.”

Adam gitti. Lüpen onun ardından kitaplığın döner kapısını kapattı. Eşyanın taşınması sırasında bırakılan izleri yok etti. Ayak izlerini sildi. Bir kapıdan geçerek şatoyla kule arasında bağlantı sağlayan bir koridora daldı. Orada bir camlı dolap vardı. Sırf bu yüzden araştırmasını sürdürmüştü. İçinde harika şeyler vardı: Antika saatler, en ye kutuları, yüzükler, altın zincirden kuşaklar ve çok ince işlenmiş minyatürlerden oluşan eşi bulunmaz bir koleksiyon…

Bir kerpetenle dolabın kilidini kırdı. Altın ve gümüşten yapılma bu mücevherleri, el işi sanatının doruğa ulaştığı bu ufacık ve harika mücevherleri okşarken tarifsiz bir zevk duydu.

Bu iş için beraberinde getirdiği keten çantayı boynuna asmıştı. Çantayı doldurdu. Ceketinin, yeleğinin ve pantolonunun ceplerini de doldurdu. Elini son zamanlarda moda olmuş incili bir çantaya uzattığı sırada bir gürültü duydu.

Kulak kabarttı. Yanılmamıştı. Gürültü daha da arttı.

Derken koridorun sonunda, binanın boş dairesine açılan bir merdiven bulunduğunu hatırladı. Ama aynı daire o gece, Devanne’ın Dieppe’te karşıladığı arkadaşları D’Androllerle birlikte gelen genç kıza ayrılmıştı.

Fenerini hemen düğmesine basarak söndürdü. Pencerelerden birinin girintisine gizleneyim derken merdivenin üstündeki kapı açılıverdi ve zayıf bir ışık koridoru aydınlattı.

Birinin dikkatle aşağı inmekte olduğunu hissetti, çünkü pencere perdesinin arkasına gizlendiği için doğru dürüst göremiyordu. O kişinin daha fazla yaklaşmaması için içinden dua etti. Ama yaklaştı, odanın içinde bir iki adım yürüdü. Derken bir çığlık attı. Dörtte üçü boşaltılmış camlı dolabı fark etmiş olmalıydı!

Lüpen, parfüm kokusundan, gelenin bir kadın olduğunu anladı. Giysisi neredeyse arkasına saklandığı perdeye değecekti. Kadının kalp atışlarını duyar gibi oldu. Kadın da orada bir yabancının bulunduğunu anlamıştı sanki. Lüpen sakinleşmeye çalıştı:

“Korkuyor. Gidecek herhalde… Gitmemesi imkânsız!” Ama kadın durdu. Elinde tuttuğu mumu daha sıkı kavradı. Arkasına döndü, bir an tereddüt etti. Dehşet verici sessizliğe sanki kulak kabarttı. Sonra bir anda perdeyi yana çekiverdi.

Birbirlerine baktılar. Arsen afallamıştı, mırıldandı: “Siz… Siz ha?”

Bu Bayan Nelly idi!

Bayan Nelly! Transatlantikle yaptığı o unutulmaz gezide tanıdığı, hayallerini süsleyen genç kız… Lüpen tutuklanırken onu ele vermek yerine ne s bir jestte bulunarak içinde para ve mücevher saklı fotoğraf makinesini denize atan Bayan Nelly! Cezaevinde yattığı sürece kah sevinip kah üzülerek saatlerce düşündüğü o güler yüzlü sarışın, o sevgili yaratık!

Gecenin bu saatinde, bu şatoda karşılaşmalarını sağlayan rastlantı o denli şaşırtıcıydı ki ikisi de kıpırdamadı. İkisi de konuşmadı. Birbirlerine öylece baktılar

Heyecandan başı dönen Bayan Nelly oturmak zorunda kaldı.

Lüpen onun önünde, ayakta kaldı. Bitmek bilmez saniyeler geçerken o anda nasıl bir izlenim bıraktığının bilincindeydi. Elleri biblo doluydu. Cepleri arakladıklarıyla şişmişti. Çantası tıka basa doluydu. Şapşallaştı. Suçüstü yakalanan bir hırsızın içinde bulunduğu o berbat durumdan ötürü kıpkırmızı kesildi. Bundan sonra ne olursa olsun, onun nazarında hep hırsız olarak kalacaktı! Elini

başkasının cebine sokan, kapıları maymuncukla açan, evleri soyan bir hırsız!

Elinden düşen bir cep saati halının üzerinde yuvarlandı. Onu bir ikincisi takip etti. Artık tutamadığı kıymetli taşlar da elinden kaymaya başladı. Birden karar verdi ve üzerindeki çalıntıları bir koltuğa fırlatıp attı. Çantayı da boynundan çıkarıp yere koydu.

Şimdi genç kızın karşısında kendini daha iyi hissediyordu. Onunla konuşmak için bir adım ileri attı. Ama genç kız irkildi ve hemen oturduğu yerden kalktı. Dehşet içinde salona fırladı. Kapıyı arkasından kapadı. Lüpen peşinden gitti. Genç kız çok korkmuştu. Titriyor ve gözlerini bomboş odadan ayıramıyordu.

Bunun üzerine Lüpen, “Yarın saat üçte her şey yine yerli yerinde olacak. Mobilyalar geri getirilecek…” dedi.

Genç kız cevap vermedi. Lüpen yineledi:

“Yarın saat üçte, size söz veriyorum. Hiçbir şey sözümü tutmaktan beni alıkoyamaz. Yarın saat üçte…”

Üzerlerine uzun ve bunaltıcı bir sessizlik çöktü. Lüpen bu sessizliği bozmaya cesaret edemedi. Genç kızın kapıldığı dehşet onu çok üzüyordu. Nelly hiçbir şey söylemeden, usulca geri çekildi:

“Gitsin! Kendini özgür hissetsin. Benden korkmasın,” diye aklından geçirdi.

Genç kız birden irkildi ve kekeledi: “Durun… Ayak sesleri… Biri geliyor galiba…”

Lüpen şaşırarak ona baktı. Genç kız heyecanlanmışa benziyordu. Sanki bir tehlike hissetmişti.

“Ben bir şey duymuyorum,” dedi. “Olsun, gelirse gelsin.”

“Nasıl? Hemen kaçın gidin.” “Kaçayım mı? Niye?”

“Öyle gerekiyor. Kaçın! Burada durmayın!” Hemen koridora koşarak kulak kabarttı. Hayır, kimse yoktu.

Gürültü belki de dışarıdan geliyordu? Bir saniye bekledi, sonra içi rahatlamış olarak geri döndü.

Arsen Lüpen ortalıkta yoktu.

Devanne, şatosunun soyulduğunu görünce kendi kendine, “Bunu Velmont yaptı,” dedi. “Velmont, Arsen Lüpen’den başkası değil.” Mesele basitti. Başka türlü olmasına da imkân yoktu. Ama bu düşünceden hoşlanmadı. Yeğeni Estevan’ın kulüp arkadaşı ve ünlü bir ressam olan Velmont’un, Velmont olmayışına aklı yatmıyordu.

Ve Devanne durumu jandarma başçavuşuna bildirdiğinde bundan hiç bahsetmedi, çünkü saçma

buluyordu.

Thibermesnil Şatosu’nda öğlene kadar gelip gidenlerin sayısı belli değildi. Polisler, korucular, Dieppe’den gelen komiser, köylüler… Hepsi bahçede, şatonun etrafında ve koridorlarda dolanıp durdular. Manevra yapan askerler ve silah sesleri de bunlara eklenince manzaraya diyecek yoktu.

İlk soruşturma bir sonuç vermedi. Ne bir pencere parçalanmış ne bir kapı kırılmıştı. Hırsız soygunu yaparken herhalde gizli geçidi kullanmıştı. Keza halının üzerinde ayak izine ve duvarlarda parmak izine rastlanmadı.

Ancak Arsen Lüpen’in ilgisini çeken beklenmedik bir şey çıktı ortaya: On altıncı yüzyıldan kalma tarih kitabı eski yerinde duruyordu. Onun yanında da ona benzer bir kitap ki bu Ulusal Kütüphane’den çalınan kitaptan başkası değildi.

Saat on birde subaylar çıkageldi. Devanne onları nezaketle karşıladı. Öyle bir servete sahipti ki onca kayıp karşısında gülüp geçiyordu. Arkadaşları d’Androl’le Nelly de aşağı indiler.

Herkes birbiriyle tanıştıktan sonra içlerinden birinin eksik olduğu fark edildi: Horace Velmont! Hiç mi gelmeyecekti?

Onun yokluğu Devanne’ın şüphesini kuvvetlendirdi. Ama tam saat on ikide çıkageldi.

Devanne onu, “Sonunda geldiniz,” diye karşıladı. “Geç mi kaldım?”

“Hayır, ama kalabilirdiniz. Böylesine heyecanlı bir geceden sonra. Ne oldu biliyor musunuz?”

“Ne oldu?” “Şatoyu soydular.” “Demeyin!”

“Evet, ama önce Bayan Underdown’a eşlik edin de masaya gidelim. Hanımefendi, izin verir misiniz?” Genç kızın şaşkınlığı karşısında bir an sustu. Sonra hatırladı:

“Tabii ya, Arsen Lüpen’in tutuklanışından önce siz onunla aynı gemideydiniz. Benzerlik sizi şaşırttı, değil mi?”

Genç kız cevap vermedi. Karşısında duran Velmont gülümsüyordu. Sonra eğilerek selam verdi, genç kız onun koluna girdi. Velmont onu yerine götürdü, kendisi de karşısına geçip oturdu.

Yemek sırasında hep Arsen Lüpen’den, çalınan eşyalardan, gizli geçitten ve Herlock Sholmes’ten konuşuldu. Ancak yemeğin sonuna doğru, konu değiştikten sonra Velmont da söze karıştı. Bazen neşeli, bazen ciddiydi. Önerilerde bulunurken nüktedanlığı elden bırakmıyordu. Sanki tüm söyledikleri hep genç kızla konuşmak için

bahaneydi. Ama kız düşüncelere dalmıştı. Hiçbir şey duymuyor gibiydi.

Kahveler, şatonun avluya ve rokoko tarzında düzenlenmiş bahçesine bakan terasında içildi. Çimenler üzerinde alayın bandosu çalarken köylülerle askerler parkın ağaçlı yollarına dağıldı.

Nelly, Arsen Lüpen’in verdiği sözü hatırladı, “Saat 3.00’te her şey eski yerinde olacak, söz veriyorum.” Demek saat 3.00’te!

Şatonun sağ yanını süsleyen kule saati, 2.40’ı gösteriyordu. Bakışları ister istemez akreple yelkovana takılıyordu.

Genç kız rahat bir şezlongda uzanan Velmont’a baktı.

Saat 2.50 oldu… Derken 2.55… Sabırsızlıktan ve korkudan boğazı kurumuştu. Bu şatoyu, avluyu ve bahçeyi dolduran bir sürü insan arasında mucize, söylenen dakikada gerçekleşecek miydi? Hem de savcılık resmen soruşturmayı başlatmışken?

Gerçekleşecekti! Çünkü Arsen Lüpen söz vermişti! “Onun dediği olacak,” diye aklından geçirdi genç kız. Onun enerjisi, otoritesi ve kendine olan güveninden o kadar etkilenmişti ki! Aslında mucizeye değil de güçlü koşulların neden olduğu doğal olaylara inanıyordu.

Bir saniye göz göze geldiler. Genç kızın yüzü kızardı, kafasını çevirdi.

Derken saat vurdu, bir, iki, üç kez.

Horace Velmont saatini çıkardı, sonra kule saatine baktı, daha sonra da kendi saatini cebine soktu. Aradan birkaç saniye geçti. Birden, insan kalabalığı yana çekilerek bahçe kapısından giren çift beygirli bir arabaya yer açtı. Bu kaleska denilen, subayların çantalarıyla askerlerin çıkınlarını taşıyan bir gezinti arabasıydı. Dış merdivenin önünde durdu. Bir levazım subayı arabadan atlayarak Bay Devanne’ı sordu.

Devanne koşarak merdivenlerden indi. Tentenin altında tüm mobilyalarının, yağlı boya tablolarının ve onca sanat eserinin güzelce ve tertemiz sarılıp sarmalanmış olduğunu gördü.

Kendisine sorulduğunda adam, buraya gelme emrini bu sabah emir subayından aldığını söyledi. Emir, dördüncü taburun ikinci bölük komutanı tarafından verilmişti. Buna göre Arques Ormanı’ndaki Halleux Kavşağı’na bırakılmış olan eşyayı alıp tam saat üçte Thibermesnil Şatosu’nun sahibi Bay Devanne’a teslim edecekti. Yazılı emrin altındaki imza şöyleydi: Albay Beauvel.

“Yol kavşağında,” diye ekledi levazım subayı, “bütün eşya çimenler üzerinde hazırdı. Bu bana

biraz komik geldi, ama ne yapayım. Emre uydum.” Subaylardan biri imzayı kontrol etti. Çok güzel taklit edilmişti ama sahteydi!

Bando durdu. Araba boşaltıldı ve eşyalar eve taşındı.

Bu karmaşa sırasında Bayan Nelly terasın öbür ucunda tek başına kalmıştı. Çok ciddiydi ve düşünceliydi. Kafasından delice şeyler geçiyor, ama bunları anlatamıyordu. Derken, kendisine yaklaşmakta olan Velmont’u gördü. Kaçıp gitmek istediyse de parmaklıklar, bir sıra çiçek saksısı, portakal ve zakkum ağaçlarıyla bambu danları kendisine tek bir yol bırakıyordu ki o da genç adamın geldiği yoldu. Yerinden kımıldamadı. Bambu danlarının seyrek yaprakları arasından sızan güneş ışığı, altın sarısı saçlarında oynaşıyordu.

Genç adam usulca konuştu:

“Dün gece verdiğim sözü tuttum.”

Arsen Lüpen onun yanında durdu, etrafta kimseler yoktu. Tereddütle ve utanırcasına, “Dün gece verdiğim sözü tuttum,” diye yineledi.

Genç kızdan, hiç değilse bir teşekkür etmesini ya da bunu ima edecek ufak bir harekette bulunmasını bekledi. Ama kız susuyordu.

Bu aşağılama onu deli etti. İlk kez kendisini Nelly’den ayıran gerekçenin bilincindeydi. Ona

karşı kendini haklı çıkarmak, özür aramak, ne kadar cesur ve heyecanlı bir hayat sürdüğünü anlatmak isterdi. Ama sözleri boğazında takıldı kaldı. Her bir açıklaması saçma ve küstahça olacaktı. Anılarına kapılarak üzgün bir sesle mırıldandı, “Mazi ne kadar da uzakta kaldı! Provence’in güvertesinde birlikte geçirdiğimiz uzun saatleri hatırlasanıza. Elinizde sararmış bir gül vardı, tıpkı şuradaki gibi. Onu sizden istemiştim. Galiba duymazdan geldiniz. Siz gittikten sonra onu yerde buldum. Unuttunuz belki, ama ben onu sakladım.”

Genç kız cevap vermedi. Aklı bambaşka bir yerdeydi sanki. Lüpen devam etti:

“O anın anısına hakkımda şimdi bildiklerinizi unutun. Geçmişi bugün yine yaşayalım. Gözleriniz dün geceki adamı değil de bir saniye için bile olsa geçmişteki adamı görsün! Yalvarırım. Ben yine o insan değil miyim?”

Genç kız gözlerini kaldırarak ona baktı. Sonra hiçbir şey söylemeden parmaklarını genç adamın taşıdığı yüzüğe değdirdi. Yüzüğün sadece halkası görünüyordu, ama içe dönük kısmına şahane bir yakut oturtulmuştu.

Arsen Lüpen kızardı. Yüzük Georges Devanne’ın yüzüğüydü.

Kız acı acı gülümsedi:

“Haklısınız, Arsen Lüpen eskiden neyse, yine o. O adam sizin için ufak bir anı bile olamaz. Beni affedin. Burada bulunuşumun bile size bir hakaret olacağını bilmem gerekirdi.”

Şapkası elinde, arkasını parmaklığa dayadı. Nelly önünden geçti. Onu durdurmak ve yalvarmak istedi, ama cesaret edemedi. Onu gözleriyle takip etti. Tıpkı New York Limanı’ndaki gibi… Genç kız kapıya giden merdivenleri çıktı. Zayıf silueti bir an için girişteki holün mermerleri arasında göründü. Sonra Lüpen onu gözden kaybetti.

Güneşin önüne bir bulut geldi. Arsen Lüpen hiç kımıldamadan genç kızın kumlar üzerinde bıraktığı ufak ayak izlerini seyretti. Birden irkildi. Nelly’nin dayandığı bambu danının saksısı içinde bir gül yatıyordu. İstemeye cesaret edemediği soluk güldü bu! Herhalde bu da unutulmuştu. İsteyerek mi, yoksa dalgınlıkla mı?

Hemen eline aldı. Yaprakları yere döküldü. Onları, kutsal bir şeymişçesine birer birer topladı. “Gidelim,” diye söylendi kendi kendine, “Burada işim kalmadı. Bu arada Herlock Sholmes de çıkagelirse benim için iyi olmaz.”

Park boşalmıştı, ama girişteki pavyonda hâlâ bir grup polis vardı. Lüpen koruluğa daldı, çiti tırmandı ve en yakın tren istasyonuna kıvrılarak

giden bir patikaya çıktı. On dakika yürümemişti ki yol daralıverdi. Tam o sırada karşısına biri çıktı.

Bu elli yaşlarında, oldukça güçlü bir adamdı. Sinekkaydı tıraş olmuştu. Giysilerinden bir yabancı olduğu anlaşılıyordu. Elinde ağır bir baston, sırtında çantası vardı.

Bakıştılar. Yabancı ha f bir İngiliz aksanıyla sordu: “Affedersiniz, bayım. Bu yol şatoya gider mi?” “Dosdoğru gidin, bayım. Duvara yaklaşınca sola sapın. Sizi sabırsızlıkla bekliyorlar.”

“Ya?”

“Evet, dün akşam Dostum Devanne sizin geleceğinizi söyledi.”

“Bay Devanne gevezelik etmişse yapacak bir şey yok.”

“Sizi ilk selamlayan ben olduğum için seviniyorum. Kimse Herlock Sholmes’e benim kadar hayran değildir.”

Sesinde sanki alay vardı. Böyle konuştuğuna da hemen pişman oldu. Çünkü Herlock Sholmes onu keskin bakışlarıyla tepeden tırnağa kadar süzdü. İşte bu bakış, Lüpen’i sanki sarıp sarmaladı ve sicile geçirdi. Fotoğrafı çekilmişçesine tam ve eksiksiz bir şekilde İngiliz’in belleğine çiviledi.

“Resmim çekildi,” diye düşündü. “Bu adamcağızın karşısında artık kılık değiştirmeme gerek kalmadı.

Galiba beni tanıdı.”

Vedalaştılar. Derken çelik koşumlu atların nal sesleri ortalığı çınlattı. Gelenler polisti. Onlarla çarpışmamak için iki adam bayırın yanındaki uzun otlara dalmak zorunda kaldı.

Polisler önlerinden geçti. Aralarında uzun bir mesafe bulunduğu için bu geçiş oldukça zaman aldı.

“Her şey beni tanıyıp tanımamasına bağlı. Tanıdıysa bu fırsattan yararlanacaktır. Durum bayağı ürkütücü,” diye aklından geçirdi Lüpen.

Son süvari de geçtikten sonra Herlock Sholmes doğruldu. Hiçbir şey söylemeden tozlanmış giysisini silkeledi. Çantasının kayışına dikenli bir çalı takılmıştı. Arsen Lüpen ona yardım etti. Bir saniye daha birbirlerini süzdüler. O anda onları biri görmüş olsaydı, şahane bir oyuna tanık olacaktı. İki adam da çok güçlü silahlarla çatışırken üstün yeteneklerini ortaya döküyordu. İkisi de birbirinden üstündü. İkisi de güçlüydü. Yaşadıkları koşullarda daima çarpışacaklardı.

Sonra İngiliz, “Teşekkür ederim, bayım,” dedi. “Rica ederim,” diye karşılık verdi Lüpen.

Ayrıldılar. Lüpen istasyona, Herlock Sholmes da şatoya doğru yürüdü.

Sorgu hâkimiyle savcı boş yere bir ipucu aradıktan sonra çekip gitmişlerdi.

Herkes merakla, dünyaca ünlü Herlock Sholmes’ü beklemişti. Ama dedekti n görünüşü sıradan bir vatandaşınki gibiydi. Bu yüzden herkes düş kırıklığına uğradı. Çünkü karşılarındaki adam bir roman kahramanına hiç benzemiyordu. Herlock Sholmes denince ilk akla gelen gizemli ve şeytani kişiliğinden eser yoktu. Devanne onu ağız kalabalığıyla karşıladı:

“Sonunda geldiniz, üstadım! Ne mutluluk ama. Hep bekliyordum. Sizi tanımama neden olduğu için başıma gelenlere sevindim desem yeridir. Söylesenize, nasıl geldiniz?”

“Trenle.”

“Yazık! Sizi arabamla aldırtabilirdim.”

“Resmî bir karşılama yani! Bandoyla. İşimi de kolaylaştırırdı!”

Dedekti n sesindeki soğuk ton Devanne’ı şaşırttı.

İşi şakaya vurmak istedi:

“Aslında işiniz size yazdığımdan da kolay olacak.” “O niye?”

“Çünkü ev dün gece soyuldu.”

“Benim geleceğimi herkese yaymamış olsaydınız bayım, bu hırsızlık dün gece olmazdı.”

“Ne zaman olurdu?”

“Yarın ya da başka bir gün.” “Öyle olsaydı ne olurdu ki?” “Lüpen tuzağa düşerdi.” “Eşyalarım?”

“Çalınmazdı.” “Eşyalarım burada ama.” “Burada mı?”

“Saat üçte geri getirdiler.” “Lüpen mi gönderdi?” “Evet, iki arabayla.”

Herlock Sholmes hemen şapkasını başına geçirdi ve çantasını düzeltti. Devanne seslendi:

“Ne yapıyorsunuz siz?” “Gidiyorum.” “Neden?”

“Eşyalarınız burada. Lüpen de çekip gitmiş. Benim işim bitti burada.”

“Ama mutlaka yardımınıza ihtiyacım var. Dün gece olanlar yarın da tekrarlanabilir, çünkü bilmediğimiz önemli bir şey var: Arsen Lüpen buraya nasıl girdi, nasıl çıktı ve neden birkaç saat sonra eşyaları geri gönderdi?”

“Öyle mi? Bunu bilmiyor musunuz?”

Bir sırrı açıklama zorunluluğu Sholmes’ü rahatlattı.

“Peki, araştıralım öyleyse. Ama çabuk olalım.

Yalnız kalırsak daha iyi.”

Bu söz orada bulunanlara yöneltilmişti. Devanne anladı ve Sholmes’ü salona götürdü. Sholmes kısa kesti. Önceden tasarladığı sözcüklerle, bir akşam önce olan bitenler, şatoda devamlı kalanlar ve davetliler hakkında bilgi edindi. Sonra iki tarih kitabını inceledi. Yeraltı geçidinin planlarını karşılaştırdı, Rahip’in bulduğu metinleri tekrarlattıktan sonra sordu:

“Bunlardan ilk kez dün akşam bahsettiniz, değil mi?”

“Evet.”

“Daha önce onları Bay Horace Velmont’a da gösterdiniz mi?”

“Hayır.”

“Güzel. Arabayı hazırlatın. Bir saat sonra gideceğim.”

“Bir saat sonra mı?”

“Arsen Lüpen, ona verdiğiniz problemi çözmek için bundan fazla uğraşmadı.”

“Ben mi ona problem verdim?”

“Tabii ya! Arsen Lüpen’le Horace Velmont aynı adam.”

“Vay canına! Şüphelenmiştim zaten… Ah o se l herif.”

“Yani haftalardan beri arayıp da bulamadığı sırrın bir kısmını dün gece saat onda kendi elinizle verdiniz. Lüpen her şeyi anlayınca çetesini toplayarak gece boyunca sizi soydu. Ben de onun kadar çalışkan olmak niyetindeyim.”

Düşüncelere dalarak odanın bir köşesinden diğerine gidip geldi. Sonra bir yere oturarak uzun bacaklarını üst üste attı ve gözlerini kapadı.

Devanne çaresiz kalmıştı.

“Uyuyor mu? Yoksa düşünüyor mu?”

Dışarı çıktı. Adamlarına emir verdi. Döndüğünde Sholmes’ü koridordaki merdiven ayağında gördü. Diz çökmüştü ve halıyı inceliyordu.

“Bir şey var mı?”

“Baksanıza… Şurada. Mum lekesi.” “Gerçekten de… Hem de taze.”

“Aynı lekeyi merdivenin üst kısmında da görebilirsiniz, keza Arsen Lüpen kırıp içini boşalttığı cam dolaptan aldıklarının bir kısmını koltuğa fırlatmış.”

“Tüm bunlardan ne çıkarıyorsunuz?”

“Hiçbir şey. Bu gerçekler, onun çaldıklarını niye geri gönderdiğini açıklayacak herhalde. Ama bu konu için ayıracak zamanım yok. Önemli olan yeraltı geçidi.”

“Hâlâ bulacağınızı mı umuyorsunuz?”

“Ummuyorum. Buldum bile. Şatodan iki ya da üç yüz metre ötede ufak bir kilise var, değil mi?”

“Evet, yıkık bir kilise. Avlusunda Kont Rollon’un mezarı var.”

“Şoförünüze söyleyin, bizi bu kilisenin önünde beklesin.”

“Şoförüm daha dönmedi. Bana haber verecekler. Ama gördüğüm kadarıyla yeraltı geçidi bu kilisede son buluyor.”

Herlock Sholmes onun sözünü kesti:

“Lütfen bana bir merdivenle bir lamba getirir misiniz?”

“Bir merdivenle bir lambaya ihtiyacınız var demek.”

“Öyle olmasaydı rica etmezdim.”

Devanne biraz şaşırmıştı. Zili çaldı. Merdivenle lamba getirtildi.

Dedektif, bir asker gibi sert ve kesin emirler yağdırmaya başladı.

“Merdiveni kitaplığın önüne getirin, Thibermesnil sözcüğünün sol yanına dayayın!”

Devanne merdiveni dikti. İngiliz devam etti:

“Biraz daha sola. Şimdi sağa. Dur! Merdivene çıkın. Güzel. Bu sözcüğün bütün har eri çıkıntılı, değil mi?”

“Şu ‘H’ har yle uğraşalım. Sağa ya da sola döndürülebiliyor mu?”

Devanne ‘H’ har ni tutunca şaşkınlıktan bir çığlık attı:

“Evet, dönüyor! Sağa doğru. Tam doksan derece!

Bunu kim size söyledi?”

Herlock Sholmes bu soruyu yanıtlamadan devam etti:

“Oradan ‘R’ har ne ulaşabiliyor musunuz? Erişiyorsanız, onu sürgü sürer gibi birkaç kere ileri geri hareket ettirin.”

Devanne ‘R’ har ni oynattı. İçeriden bir şey açılmışçasma bir tıkırtı duyunca çok şaşırdı.

“Çok güzel,” dedi Herlock Sholmes. “Şimdi merdiveni öbür uca yerleştirelim, yani Thibermesnil sözcüğünün son har ne. Güzel. Şimdiye kadar yanılmıyorsam şu ‘L’ har , dönecek ve bir delik açılacak.

Devanne biraz da kasılarak ‘L’ har ni tutar tutmaz merdivenden düştü, çünkü aynı anda kitaplığın Thibermesnil sözcüğünün ilk ve son har eri arasındaki kısmı kendi etrafında döndü ve orada bir delik meydana çıktı. Burası yeraltı geçidinin ağzıydı.”

Herlock Sholmes laf olsun diye sordu: “Yaralanmadınız ya?”

“Hayır, hayır.” diye kekeledi Devanne ayağa kalkarken. “Yaralanmadım, ama korktum doğrusu. Şu oynayan har er, geçidin açılışı…”

“Ne olmuş ki? Sully’nin metnine uymuyor mu? “Nasıl yani? Anlamadım”

“Canım anlasanıza! Hava (H) dönüyor, Rezeler (R) titriyor, Lokal (L) açılıp kapanıyor. İşte IV. Henry, Bayan von Tancarville’le bu şifreyi kullanarak gizlice buluştu.”

“Ya XVI. Louis?”

“XVI. Louis usta bir demirciydi. Aynı zamanda da yetenekli bir çilingir. Bende şifreli kilitler konusunda bir araştırma var; onun yazdığı söyleniyor. Thibermesnil de krala yaranmak için bu kilidi ona göstermiş olmalı. Kral da aklında kalsın diye 2-6-12 rakamlarını kullanmış. Yani kelimenin ikinci, altıncı ve on ikinci har erini: H R L.” “Harika! Şimdi anlamaya başlıyorum. Bir şey daha var: Bu salondan nasıl çıkılacağını şimdi biliyorum, ama Lüpen içeri nasıl girebildi? Dışarıdan geliyordu.”

Herlock Sholmes lambayı yakarak yeraltı geçidine girip birkaç adım yürüdü.

“Bakın, şurada bütün mekanizmayı görüyorsunuz. Tıpkı bir saat gibi; tüm har er döndürülmüş. Yani

Lüpen, giriş kapısını açacak har eri buradan döndürdü.”

“Elinizde bir kanıt var mı?”

“Kanıt mı? Şu yağ birikintisine baksanıza! Lüpen, tekerleklerin yağlanması gerektiğini bile düşünmüş.”

“O zaman çıkış yolunu da biliyordu?”

“Onu tanıdığım kadarıyla evet. Peşimden gelin!” “Bu geçitten mi?”

“Korkuyor musunuz?”

“Hayır, ama yolu bulacağınızdan emin misiniz?” “Tabii ki.”

Önce on iki basamak aşağı indiler, sonra on iki basamak daha… Derken on ikişer basamaklı iki merdiven daha indiler. Uzun bir koridor çıktı karşılarına. Duvarları oluşturan tuğlalara bakılırsa birkaç kere tamir görmüş olmalıydı. Bazı yerlerde rutubet vardı.

“Şato hendeğinin altından geçiyoruz,” dedi Devanne, içi hiç de rahat değildi.

Koridor on iki basamaklı bir merdivenin başında sona erdi. Aynı şekilde çok basamaklı birkaç merdiven daha çıktı karşılarına. Hepsini güçlükle çıktılar. Derken kayalığa oyulmuş bir mağaraya ulaştılar. Yol burada bitiyordu.

“Kahretsin!” diye mırıldandı Sholmes. “Çıplak duvardan başka bir şey yok burada. Key m kaçtı.” “Dönsek daha iyi değil mi?” diye aynı şekilde mırıldandı Devanne. “Daha fazla gitmeye gerek yok. Nasılsa hepsini biliyoruz.”

Ancak İngiliz, kafasını kaldırınca derin bir oh çekti. Başlarının üstünde, geçidin girişindeki mekanizmanın bir eşi vardı. Üç tane har kımıldattı. Bir granit yığını sallandı. Bu, üzerinde on iki har e ismi yazılı olan Kont Rollon’un mezar taşıydı. Demek ki İngiliz’in söylediği ufak kiliseye varmışlardı.

“Ve Tanrı’ya ulaşılıyor, yani kiliseye,” diyen dedektif, metindeki son sözcükleri anımsamıştı. “Vay canına!” dedi Devanne. Herlock Sholmes’ün dehasına ve zekâsına hayran kalmıştı.

“Yani bu kadar kanıt size yetiyor mu?”

“Peh!” dedi İngiliz. “Yeter de artar bile. Ulusal Kütüphane’deki kitapta soldaki çizgi bir daireyle son buluyordu, sağdakiyse ufacık bir haçla. Ama üzeri silinmiş, ancak bir büyüteçle görülebiliyor. Bu haç da kiliseyi gösteriyor işte.”

Zavallı Devanne kulaklarına inanamadı.

“İnanılır gibi değil! Harika! Aslında çocuk oyuncağı. Neden kimse bu sırrı çözemedi ki?”

“Çünkü hiç kimse gerekli materyalleri, yani iki kitapla iki metni bir araya getirip incelemedi. Arsen Lüpen ve ben hariç tabii.”

“Ben de,” diye Devanne lafa karıştı. “Ve de Rahip Gélis. Biz de çok şeyi sizin kadar biliyorduk, ama…” Sholmes gülümsedi:

“Bay Devanne, bilmece çözmek herkesin yapabileceği bir şey değildir!”

“Ben on yıldan beri arıyorum. Siz on dakikada meseleyi çözdünüz.”

“Peh! Alışkanlık.”

Kiliseden çıktılar. İngiliz seslendi:

“Şurada bir otomobil bekliyor.” “O benim arabam.”

“Sizin mi? Hani şoförünüz daha geri dönmemişti?” “Doğru. Ben de şaşırdım.”

Arabaya gittiler. Devanne şoföre sordu: “Edouard, buraya gelmeni kim sana söyledi?” “Bay Velmont.”

“Bay Velmont mu? Ona rastladın öyleyse?” “İstasyonda. Bana kiliseye gitmemi söyledi.” “Kiliseye mi? Nedenmiş o?”

“Beyefendiyi, yani sizin arkadaşınızı orada beklemeliymişim.”

Herlock Sholmes’le Devanne bakıştılar. Devanne:

“Bu meseleyi çözmenin sizin için bir çocuk oyuncağı olduğunu anladı. Çok ince ruhlu bir adammış!”

Dedekti n dudaklarında memnuniyetini belirten ha f bir gülümseme dolaştı. Kafasını salladı: “Adam gibi adam. Yüzüne bak, anlarsın.”

“Siz onu gördünüz, değil mi?” “Az önce yolda karşılaştık.”

“Horace Velmont’un Arsen Lüpen olduğunu da biliyordunuz?”

“Hayır, ama çabuk tahmin ettim… Alaycı konuşmasından.”

“Ve de gitmesine izin verdiniz?”

“Evet, oysa onu yakalatmam işten değildi, çünkü o sırada oradan beş tane polis geçiyordu.”

“İşte tam fırsatmış…”

“Çok doğru, bayım,” dedi İngiliz, biraz göğsünü kabartarak. “Rakip Arsen Lüpen oldu mu Herlock Sholmes, fırsatlardan yararlanmaz. Fırsatı kendi yaratır.”

Ama vakit azalmıştı. Lüpen araba göndermek nezaketinde bulunduğuna göre hemen bundan yararlanmalıydılar. Devanne’la Herlock Sholmes arabanın arkasına kuruldular. Tarlalar ve ağaçlar yanlarından geçip gidiyordu sanki. Caux yöresinin tepeleri bittikten sonra düzlüğe çıktılar. Derken

Devanne’ın gözü, arabanın kapısındaki cep şeklindeki bölmeye takıldı.

“Bu da ne böyle? Bir paket. Ama bu size!” “Bana mı?”

“Buyurun okuyun: ‘Arsen Lüpen’den Bay Herlock Sholmes’e’ diyor.”

İngiliz paketi aldı. İpini çözdü, ambalajını açtı.

İçinden bir cep saati çıktı.

“Şuna bak,” demekle yetindi. Öfkeli görünüyordu. “Bir cep saati,” dedi Devanne. “Yoksa sizin mi?” İngiliz cevap vermedi.

“Efendim? Bu sizin saatiniz! Arsen Lüpen, sizin saatinizi size gönderiyor! Gönderdiğine göre daha önce almış olması gerek… Çaldı yani! Gel de gülme. Arsen Lüpen Herlock Sholmes’ün saatini çalıyor. Çok komik! Yani, ne desem… Özür dilerim… Ama bu kadarı da fazla!”

Biraz güldükten sonra ciddileşti:

“Evet. Adam gibi adammış. Gerçekten.”

İngiliz hiç kımıldamadı. Dieppe’e kadar tek laf etmedi. Gözlerini ufka dikmişti. Suskunluğu korkunçtu. Öfkesi o kadar derindi ki…

İskeleye yanaşınca çok soğukkanlı konuştu, hiç öfkelenmeden. Ama iradesi ve enerjisi, sesinin tonundan belli oluyordu.

“Evet, adam gibi adam! Öyle bir adam ki Bay Devanne, şimdi omzunuza koyduğum şu eli onun da omzuna koymak bana büyük bir zevk verecek. Bana öyle geliyor ki Arsen Lüpen’le Herlock Sholmes günün birinde yine karşılaşacak. Evet, dünya o kadar küçük ki karşılaşmaları çok olası… Ama işte o gün…”

-SON-

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla