Bir gün önce arabamı kara yolundan Rouen’a göndermiştim. Oraya kadar trenle gitmek istedim. Niyetim Seine kıyısındaki arkadaşlarımı ziyaret etmekti.
Paris’teki trenin kalkmasına birkaç dakika kala bulunduğum kompartımana yedi kişi geldi.
Bunlardan beşi sigara içiyordu. Yolum kısaydı ve hızlı trene binmiştim, ama yine de böyle bir yolculuk pek hoşuma gitmedi. Bu yetmiyormuş gibi tren oldukça eskiydi; koridoru bile yoktu. Neyse… Paltomu, gazetemi ve seyahat rehberimi alıp yandaki kompartımana geçtim.
Orada bir kadın vardı. Beni görmekten hoşlanmışa benzemiyordu. Basamakta duran bir beye doğru eğildi. Bu, kendisini trene kadar uğurlayan kocası olmalıydı. Adam beni süzdü. Anlaşılan kötü bir izlenim bırakmadım ki gülümseyerek karısıyla korkmuş bir çocuğu avuturcasına konuşmaya başladı. Kadın da gülümsedi ve bana dostça bir ifadeyle baktı. Altı metrekarelik bir kafeste iki saat boyunca korkmadan birlikte kalabileceği kibar bir beyefendi olduğumu anlamış gibiydi.
Kocası ona, “Kusura bakma, sevgilim,” dedi. “Acil bir randevum var, fazla kalamayacağım.”
Kadını sevgiyle kucakladıktan sonra uzaklaştı. Karısı pencereden ona eliyle öpücük gönderirken mendil salladı.
Keskin bir düdük sesi duyuldu. Tren hareket etti. Aynı anda istasyon memurunun bağırıp çağırmasına aldırış etmeyen biri kompartımana dalıverdi. Ayağa kalkıp bavulunu yerleştirmeye
çalışan yol arkadaşım adamı görünce bir çığlık atarak koltuğuna yığıldı.
Ben korkak biri değilimdir, hatta tam tersi, ama böyle ani baskınlar insanı şaşırtıyor. Bu şüpheli bir durumdu; doğal olmadığı kesindi. Bu işin içinde bir bit yeniği olmalıydı. Yeni gelenin görünüşü ve davranışı ilk anda bıraktığı kötü izlenimi silmeye yetti. Giyinişi kusursuzdu. Çok şıktı, kravatı zevkliydi, eldivenleri temizdi. Enerjik bir yüzü vardı. Ben bu suratı bir yerde görmüştüm, ama nerede? Hiç kuşkum yoktu, ben bu adamı bir yerde görmüştüm. Daha doğrusu hiç karşılaşmadığım, ama sık sık fotoğrafını gördüğüm bir adam duruyordu önümde. Daha fazla kafa yormanın bir anlamı yoktu, çünkü anılarımı zorlasam da bir sonuca varamayacaktım.
Dikkatimi yine kadına verdiğimde, onun ne kadar solgun olduğunu ve tavırlarından, ne kadar heyecanlandığını görünce şaşırdım. Yanındaki adama korkarak bakıyordu. Titreyen elinin, dizinden yirmi santim ötedeki ufak bir yol çantasına uzandığını gördüm. Sonunda onu kaptığı gibi sinirli bir hareketle kendine çekti.
Bakışlarımız buluştu. Gözlerindeki korku ve huzursuzluk o kadar belliydi ki konuşmak zorunda kaldım:
“Rahatsız mısınız, hanımefendi? Pencereyi açayım mı?” Cevap vermeden adamı gösterdi. Ben, tıpkı kocası gibi onu sakinleştirmek istercesine gülümsedim ve omuz silktim. Hiç korkmamasını, benim burada olduğumu, zaten bu adamın tehlikesiz biri olduğunu işaretle anlatmaya çalıştım. Aynı anda yabancı bize doğru dönerek ikimizi de tepeden tırnağa süzdü. Sonra köşesine çekildi ve bir daha da kımıldamadı.
Sustuk. Ama kadın tüm cesaretini toparlayarak, umutsuz bir eylemde bulunmaktan kaçınırcasına kulağıma güçlükle anlayabildiğim bir şeyler fısıldadı:
“Bu trende kim var, biliyor musunuz?” “Kim var?”
“O… O… Kesinlikle bu o!” “Kim?”
“Arsen Lüpen!”
Gözlerini yabancıdan ayırmamıştı ve aynı şeyleri sanki bana değil de ona söylüyordu.
Adam şapkasını burnuna kadar indirdi. Şaşkınlığını mı gizlemek istemişti, yoksa niyeti uyumak mıydı?
Ben cevap verdim:
“Arsen Lüpen dün yirmi yıl küreğe mahkûm edildi. Onun için bugün kendini etrafta gösterecek
kadar aptal olamaz. Ayrıca gazeteler onun Santé Cezaevi’nden kaçtıktan sonra bütün kışı Türkiye’de geçirdiğini yazmadı mı?”
“O bu trende,” diye yineledi genç kadın. Yanımızdaki adamın bunu duymasını ister gibiydi. “Kocam cezaevi müdür yardımcısıdır, aynı zamanda gar müfettişidir. O söyledi; Arsen Lüpen hâlâ aranıyormuş!”
“Yanılıyor olabilir…”
“Son olarak garın bekleme salonunda görülmüş.
Rouen’a gitmek üzere birinci mevki bileti almış.” “Öyleyse kolay yakalarlar.”
“Ortadan kaybolmuş. Oradaki görevli bekleme salonunun girişinde onu görmemiş, ama söylenenlere bakılırsa banliyö trenlerinden biriyle gelmiş ve bizden on dakika önce hareket eden eksprese binmiş.”
“O zaman belki de yakaladılar.”
“Ama son anda ekspresten atlayıp da bizim trene binmişse? Ben böyle olduğundan eminim.”
“O zaman burada yakalarlar. Çünkü tren memurları olsun, istasyon polisi olsun, bu değişikliğin mutlaka farkına varacaktır. Biz Rouen’a vardığımızda onu enselemiş olurlar.”
“Onu mu? Asla! Mutlaka bir yolunu bulup kaçar.” “O zaman yolu açık olsun.”
“Ama ya o zamana kadar bir şeyler yapmaya kalkışırsa?”
“Ne gibi?”
“Ne bileyim ben? Her şeyi hesaba katmak lazım.” Çok heyecanlıydı. Bir bakıma bu heyecanı haklı gösterecek neden de ortadaydı.
Elimde olmadan, “Gerçekten de tuhaf bir rastlantı var ortada. Ama merak etmeyin. Diyelim ki Arsen Lüpen bu trende… Herhalde uslu duracaktır, başına başka belalar gelmeden kendisini bekleyen tehlikeden nasıl kurtulacağını düşünecektir,” dedim.
Sözlerim onu hiç sakinleştirmedi, ama şimdi susuyordu. Belki de daha fazla bir şey söylemekten çekindiği içindi.
Gazetemi katlayarak Arsen Lüpen davasını okumaya başladım. Bilinen şeylerin dışında bir şey yazılmadığı için pek ilgilenmedim. Ayrıca yorgundum da, çünkü iyi uyuyamamıştım. Yavaş yavaş gözlerim kapanmaya başladı ve başım yana düştü.
“Aman bayım, sakın uyumayın,” diyen genç kadın elimden gazeteyi çekip alarak bana serzenişte bulundu.
“Yok canım,” dedim. “Hiç niyetim yok.” “Çok ihtiyatsız davranmış olurdunuz.”
“Çok ihtiyatsız davranmış olurdum,” diye karşılık verdim.
Uyumamaya çalıştım. Parlak gökyüzündeki bulutlara ve manzaraya bakarak oyalandım. Ama az sonra her şey sanki sise gömüldü. Heyecanlı kadının suratı, önümde uyuyakalmış olan adam kayboluverdi. Derken iyice uyku bastırdı.
Acayip rüyalar gördüm. Başrol Arsen Lüpen isminde bir yaratıktı. Ufukta yükseliyor, kıymetli eşyaları sırtlamış durumda duvarlardan aşıyor, şatoları soyuyordu.
Ama artık Arsen Lüpen olmayan bu yaratığın gölgesi daha da belirgindi. Bu gölge bana doğru yaklaşırken gitgide büyüdü. Çevik bir hareketle vagona daldı ve tüm gücüyle göğsüme yüklendi.
Korku ve acı dolu bir çığlıkla uyandım..
Bizimle birlikte yolculuk eden adam tüm gücüyle dizini göğsüme bastırırken aynı anda boğazımı sıkmaktaydı.
Onu hayal meyal görebildim, çünkü gözlerimin önüne kanlı bir peçe çekilmiş gibiydi. Bir köşede kıvrılıp kalmış kadını da gördüm, korkudan bayılmak üzereydi. Karşı koymaya çalışmadım, çünkü kıpırdayacak halim yoktu. Şakaklarım zonkluyor, boğazım sıkılıyordu. Bir dakika daha geçse boğulacaktım.
Adam bunun farkına varmış olmalıydı. Ellerini gevşetti. Bir adım bile geri çekilmeden ilmiği önceden hazırlanmış bir iple ellerimi bağladı. Birkaç saniye içinde bağlanmış, ağzım tıkanmış ve hareketsiz hale getirilmiştim.
Tüm bunları, dünyanın en doğal bir şeyiymiş gibi o kadar rahatlıkla yapmıştı ki bu ancak meslekten bir hırsızın ya da caninin işi olabilirdi. Soğukkanlı ve pervasızdı. Ve ben, Arsen Lüpen, kanepenin üstünde mumya gibi bağlanıp kalmıştım!
Tam gülünecek durumdu. İçinde bulunduğum koşulların ciddiyetine rağmen işin komik yanını düşünürken gülümsemekten kendimi alamadım. Ben, Arsen Lüpen, acemiler gibi yakalanıp bağlanmıştı. Sıradan biri gibi soyulacaktım. Kurban olma sırası Arsen Lüpen’e gelmişti. Soyulmuştu, yenik düşmüştü!
Kadın hareket etmiyordu. Adam ona bakmadı bile; sadece yerdeki ufak çantayı, daha doğrusu onun içindeki altın ve gümüş takılarla para cüzdanını almakla yetindi. Kadın gözlerini fal taşı gibi açmış, korkudan titriyordu. Yüzüklerini boşuna zahmete girmesin diye kendi çıkararak adama uzattı. Adam önce yüzüklere, sonra kadına baktı. Kadın bayıldı.
Adam hiç ses çıkarmadan yerine geçip oturdu. Sakindi, bize hiç aldırış ettiği yoktu. Bir sigara yaktı
ve çaldığı mücevherleri iyice inceledi. Sonuçtan memnun kalmışa benziyordu.
Bense hiç memnun değildim. Kaybettiğim on iki bin franktan söz etmiyorum. O anda bu kaybı göze almış durumdaydım, çünkü nasılsa kısa bir süre sonra onlar yine benim cebime girecekti. Tıpkı cüzdanımdaki önemli belgeler gibi; planlar, kâğıda dökülmüş gizli anlaşmalar, adresler, haberleştiğim insanların listesi ve başımı belaya sokabilecek mektuplar… Şu anda çok daha önemli bir mesele kafamı kurcalıyordu: Şimdi ne olacaktı?
Saint-Lazare İstasyonu’nda ortalığa verdiğim heyecanın etkisinden henüz kurtulmamıştım. Beni Guillaume Berlat olarak tanıyan arkadaşlarımın davetlisiydim. Arsen Lüpen’e benzediğim için benimle hep dalga geçerlerdi. Bu kez istediğim gibi makyaj yapamadığım için görünüşüm dikkat çekmişti. Ayrıca bir adamın ekspresten atlayıp bizim trene bindiği görülmüştü.
Bu adam Arsen Lüpen değilse, kimdi? Herhalde Rouen Komiseri’ne telgra a haber verilmişti. O da bir sürü polisi yanına alarak trenin istasyona varışını bekleyecek, şüpheli yolcuları sorguya çekecek ve her yeri iyiden iyiye araştıracaktı.
Ben bunları önceden hesap ettiğim için key m kaçmadı, çünkü Rouen polisinin Paris polisi kadar uyanık olmadığını biliyordum. Bu nedenle bir engel
çıkmadan gardan ayrılabilecektim. Çıkışta kaygısızca kimliğimi göstermem yetecekti, çünkü Saint Lazarre İstasyonu’ndayken görevlilerin güvenini kazanmıştım. Ama şimdi durum öylesine değişmişti ki! Artık serbest değildim. Her zamanki numaralarım sökmeyecekti. Komiser, vagonlardan birinde eli ve ayağı bağlı, çaresiz kuzular gibi, paketlenmiş bir Arsen Lüpen bulacaktı! İstasyonda, kendi için bekletilmekte olan bir av hayvanı ya da sebze paketinden farksız bir paket devralacaktı.
Sımsıkı bağlıyken bu can sıkıcı gelişmeyi nasıl önleyebilirdim?
Trenimiz Rouen’a doğru hızla yol alıyordu. Vemon ve Saint-Pierre’de durmadık. Bizden başka tren de yoktu.
Daha az ilgilendiğim bir başka mesele kafamı kurcalamaya başladı. Mesleki açıdan merakımı celb etmişti: Kompartımanımızdaki yolcunun niyeti neydi?
Yalnız olsaydım adam Rouen’da sakince trenden inebilirdi. Ama kadın vardı işte. Şu anda uslu uslu oturmakta olan bu kadın kapı açılır açılmaz bağırıp çağıracak, sinir krizleri geçirirken de yardım isteyecekti!
Şaştığım bir şey vardı: Adam niye onu da etkisiz hale getirmedi? Böylece zaman kazanır ve iki kişiye
verdiği zarar fark edilmeden kaçıp gidebilirdi.
Hâlâ sigarasını içiyor ve pencereden dışarı bakıyordu. Ha f yağan yağmur camları kamçılıyordu.
Kadın düşmanını tedirgin etmemek için baygın numarası yapmaya çalıştı. Ama sigara dumanı yüzünden tutulduğu öksürük nöbeti onu ele verdi. Ben kendimi hiç de iyi hissetmiyordum. Çok yorgun ve rahatsızdım. Yattığım yerde planlar yapmaya başladım. Tren, yapmakta olduğu hızdan başı dönmüşçesine, neşeden uçuyor gibiydi.
Saint-Etienne’e vardık. Adam aynı anda yerinden kalkıp bize doğru iki adım attı. Kadın bir çığlık daha atarak bu kez gerçekten bayıldı.
Niyeti neydi acaba? Bizim taraftaki pencereyi aşağı indirdi. Yağmur şiddetini daha da arttırmıştı. Yanında şemsiyesi ve paltosu olmadığı için öfkeliydi. Derken bakışları leye takıldı, orada bir güneş şemsiyesi vardı. Onu aldı. Benim paltomu da üstüne giydi.
Seine Nehri’ni geçiyorduk. Adam paçalarını sıvadı, öne eğilerek kapının dış koluna baktı.
Trenden atlamayı mı düşünmüştü? Bu hızla giderken atlamak ölüm demekti. Tren Saint Catherine sahili altından geçen tünele daldı. Adam kapıyı yarısına kadar açtı ve ayağıyla birinci
basamağı yokladı. Ne çılgınlıktı bu! Karanlık, duman ve onca gürültü insanın tüylerini diken diken ediyordu. Derken tren yavaşladı. Yapılan fren, tekerlekleri gıcırdattı. Bir dakika içinde tren normal seyrine döndü, daha sonra da yavaşladı. Tünelin bu kısmında tamirat vardı. İki üç gün önce başlamış olmalıydı, bizimkinin de bundan haberi vardı anlaşılan.
Adam öbür ayağıyla da basarak iki basamak indi.
Kapıyı dışarıdan kapattıktan sonra trenden atladı.
Tam gözden kaybolmuştu ki gün ışığı beyaz dumanları aydınlattı. Bir vadiye gelmiştik. Bir tüneli daha geçtikten sonra Rouen’a vardık.
Kadın yine kendine geldi ve kaybettiği şeyler yüzünden ağlayıp sızlanmaya başladı. Kendisine yalvarırcasına baktım. Ne demek istediğimi anlayarak boğazımı sıkan ipleri gevşetti. Ayaklarımdaki bağı da çözmeye kalkınca onu engelledim.
“Hayır, hayır, polis her şeyi olduğu gibi görsün.
Bunlar kanıt sayılacak.” “Alarmı çeksem?”
“Çok geç, adam bana saldırırken bunu düşünseydiniz keşke.”
“Ama o zaman beni öldürürdü! Ben size demedim mi o bu trende diye! Resminden tanıdım onu!
Mücevherlerimi alıp gitti.”
“Merak etmeyin, polis onu yakalar.” “Arsen Lüpen’i mi? Asla!”
“Bu size bağlı, hanımefendi. Dinleyin. Gara yanaşır yanaşmaz kapıya koşup seslenin, gürültü çıkarın! Polis memuruyla istasyon sorumlusu gelecektir. Onlara gördüklerinizi anlatın. Arsen Lüpen’in bana nasıl saldırdığını ve kaçışını söylemeyi de unutmayın. Kıyafetini tarif edin: yumuşak fötr şapkasını, şemsiyesini ki sizinkiydi ve paltosunu…” “Yani sizinkini…”
“Benimki mi? Hayır hayır, benim paltom yoktu.” “Aklımda kaldığına göre trene bindiğinde onun da paltosu yoktu.”
“Vardı, vardı. Belki de o palto bir başkası tarafından unutulmuştu. Adam trenden inerken paltoluydu, önemli olan bu! Haa, unutuyordum. Gelenlere hemen adınızı söyleyin. Kocanızın mesleğini duyunca hepsi daha sıkı çalışacaktır.” İstasyona vardık. Kadın kapıya doğru eğildi. Söylediklerim belleğinde kalsın diye yüksek sesle, biraz da emredercesine seslendim:
“Benim adımı da verin: Guillaum Berlat. Gerekirse beni tanıdığınızı söyleyin. Böylelikle zaman kazanırız. İlk soruşturmayı sonra da yapsalar olur. Önemli olan Arsen Lüpen’in peşinden giderek
çaldıklarını ele geçirmek. Hata yapmayın sakın, oldu mu? Ben Guillaum Berlat’yım, kocanızın bir arkadaşı.”
“Tamam. Guillaum Berlat.”
Elini kolunu sallayarak başladı bağırmaya. Tren henüz durmadan bir adam bindi, onu diğerleri takip etti. Kritik an gelmişti.
Kadın nefes nefeseydi:
“Arsen Lüpen beni soydu, mücevherlerimi çaldı. Ben Bayan Renaud’yum. Kocam cezaevi müdür yardımcısıdır. Ağabeyim de George Ardelle, Rouen Kredi Bankası Müdürü.”
Komiseri selamlayıp bize doğru gelen genç adamı kucakladı.
Kadın anlatmayı sürdürdü:
“Evet, Arsen Lüpen. Bu beyefendi uyurken boğazına sarıldı. Bay Berlat kocamın arkadaşı olur.” Komiser sordu:
“Peki Arsen Lüpen nerede?”
“Seine Nehri’nden sonraki tünelde trenden atladı.” “Bu kişinin o olduğuna emin misiniz?”
“Evet, eminim! Onu yine tanıdım, yanılmıyorum. Ayrıca kendisini Saint-Lazare İstasyonu’nda görenler var. Yumuşak bir fötr şapka giymişti…” “Hayır, hayır, şapkası benimki gibi sert bir fötr olmalı.” diyen Komiser kendi şapkasını gösterdi.
“Yumuşak bir şapkaydı,” diye yineledi Bayan Renaud. “Paltosu da vardı.”
“Doğru,” diye mırıldandı komiser. “Telgrafta bu paltonun gri renkte ve siyah kadife yakalı olduğu belirtiliyor.”
“Kadife yakalı, evet,” diye karşılık verdi Bayan Renaud coşkuyla.
Derin bir nefes aldım. Oh be! Ne iyi yol arkadaşım varmış. Bu arada memurlar iplerimi çözdü. Dudağımı ısırmaktan kanatmıştım. Mendilimi ağzıma tutarak uzun zaman rahatsız bir yerde oturup sonra kalkmışçasına, iki büklüm yerimde doğrulmaya çalıştım. Yüzümün kanlanmasına ağzımı tıkayan ipler neden olmuş gibi davrandım. Ve bitkin bir sesle komisere, “Bayım, o Arsen Lüpen’di,” dedim. “Hiç şüphem yok. Acele edersek onu yakalarız. Sanırım size yardımcı olabilirim.” Adli soruşturma için bulunduğumuz vagonu ayırdılar. Tren Le Havre’a doğru hareket etti. Peronu dolduran bir sürü meraklı arasından geçerek gar müdürünün odasına götürüldük.
O anda tereddüt ettim. Bir yolunu bulup oradan ayrılarak arabamı bulup kaçabilirdim. Beklemek tehlikeliydi. Bu arada beklenmedik bir şey olursa ya da Paris’ten bir telgraf gelirse hapı yuttum demekti.
İyi ama beni soyan hırsız ne olacaktı? Her şeyim çalınmıştı. Tanımadığım bir yörede onu bulmayı umamazdım. Bu oyunu kazanmak zordu, ama oynamak zevkliydi. Ortaya sürülenlere değerdi.
İfadelerimizi sırayla tekrarlamamızı istediklerinde seslendim:
“Komiser bey, Arsen Lüpen şu anda vakit kazanmış durumda. Arabam avluda bekliyor. Binmek lütfunda bulunursanız peşine düşeriz.” Komiser incelik göstererek gülümsedi:
“Fikir fena değil, hatta o kadar iyi ki biz uyguladık bile..”
“Ya!”
“Evet, adamlarımdan ikisi bisikletleriyle yola çıktı.”
“Nereye peki?”
“Tünelin çıkışına. Orada ipuçları bulacak, tanıkları sorgulayacak ve Arsen Lüpen’in peşine düşecekler.” Omuz silkmekten kendimi alamadım: “Memurlarınız ne bir ipucu bulacaklar ne de tanıklık edecek bir kimse.”
“Öyle mi dersiniz?”
“Arsen Lüpen, tünelden nasıl ve ne zaman çıktığını görmesinler diye her şeyi ayarlamış olmalı. Herhalde karşısına çıkan ilk sokağa daldı, oradan da…”
“Oradan da Rouen’a yollandı. Onu orada yakalarız.”
“Rouen’a gitmez o.”
“O zaman o civarda bir yerdedir. Daha kolay yakalarız.”
“Bu civarda bulunmayacaktır.” “Ee, o zaman nerede saklanacak?” Cebimden saatimi çıkardım.
“Şu anda Arsen Lüpen, Dametal İstasyonu civarında dolaşıp duruyor olmalı. Saat on bire on kala, yani yirmi dakika sonra Rouen İstasyonu’ndan kalkan Amiens trenine binecektir.”
“Yok canım? Nereden biliyorsunuz?”
“Çok basit. Kompartımandayken Arsen Lüpen benim seyahat kılavuzunu gözden geçirdi. Bunu niye mi yaptı? Kaçtığı yerden bir başka yerde aynı yöne giden bir tren olup olmadığını ve varsa onun kalkış saatini öğrenmek için. O kılavuza ben de baktım. Söylediğime uyuyor.”
“Doğru, bayım,” dedi Komiser. “Analizinize diyecek yok. Yeteneğinize de şapka çıkarmalıyım!” Söylediklerime ben de öylesine kapılıp gitmiştim ki böyle bir yetenek sergilediğim için hata ettiğimi hemen anladım. Çünkü komiser bana şaşkınlıkla bakıyordu. O anda benden şüphelendiğini hissettim. Ama bu şüphe o kadar önemli değildi,
çünkü savcılıktan gönderilen fotoğra ar kusurluydu. Bunlarda görülen Arsen Lüpen komiserin karşısında durana hiç benzemiyordu. Bu yüzden beni tanımasına imkân yoktu. Yine de kafası karışmıştı, çok huzursuzdu.
“İnsan cüzdanını kaybedip de onu yeniden bulmaya çalışırsa ister istemez gözünü açıyor. Hani yanıma iki adam verseniz ben bu işin altından kalkarım gibime geliyor.”
“Lütfen, komiser bey,” dedi Bayan Renaud. “Bay Berlat’nın söylediklerini yabana atmayın.”
Benim harika yol arkadaşımın işe karışması durumu değiştiriverdi. Nüfuzlu bir kişinin karısının ağzından çıkan Berlat ismi artık gerçekten bana aitti. Hem kimliğimi onaylıyor hem de beni her türlü şüpheden uzak tutuyordu.
Komiser ayağa kalktı:
“Başarabilirseniz çok sevineceğim, Bay Berlat. Emin olun, Arsen Lüpen’in tutuklanmasını ben de en az sizin kadar istiyorum.”
Beni arabaya kadar geçirdi. Honore Massol ve Gaston Delivet adındaki memurlar da arabama bindiler. Ben direksiyona geçtim. Birkaç saniye sonra gardan ayrıldık. Kurtulmuştum.
Haa, otuz beş beygirlik Moreau-Lepton marka arabamla bulvarları son hızla geçip eski
Normandiya kentini terk ederken kendimle gurur duyduğumu itiraf etmeliyim. Motor melodik sesler çıkarıyordu. Sağımızda ve solumuzda ağaçlar uçup gidiyordu sanki. Şimdi özgür olduğuma ve tehlikeden uzaklaştığıma göre artık kamu gücünün iki namuslu temsilcisiyle kendi başımın derdine düşebilirdim. Arsen Lüpen Arsen Lüpen’i arayacaktı!
Delivet Gaston’la Massol Honore. Toplumdaki düzeni sağlayacak iki alçakgönüllü insan. Yardımınız benim için o kadar değerli ki! Siz olmadan ne yapardım ben? Siz olmasanız kavşaklarda yolumu kim bilir kaç kez şaşırmıştım. Siz olmasanız Arsen Lüpen yanılmış, öteki de sıvışmıştı.
Ama her şey bitmedi. Hatta hiçbir şey bitmedi. Önce adama yetişip benden çaldığı belgeleri elde etmeliydim. Yardımcılarım hiçbir şekilde bu işe burnunu sokmamalı, belgelere el sürmemeliydi. Bana yardımcı olsalar da ben serbest hareket etmeliydim. Bu iş de pek o kadar kolay olmayacaktı. Trenin durmadan geçişinden üç dakika sonra biz de Darnetal’a vardık. En azından siyah kadife yakalı ve gri renk paltolu bir adamın Amiens’e giden trene ikinci mevki bilet alarak bindiğini öğrendim de içim rahat etti. Polis gibi çalışmam semeresini vermeye başlamıştı.
Delivert dedi ki:
“Bu bir ekspres, sadece Monterolier-Buchy’de durur; yirmi dakika sonra… Arsen Lüpen’den önce orada olamazsak Amiens’e kadar gidecek ya da Cleres’e saparak oradan Dieppe’e ya da Paris’e geçecektir.”
“Monterolier ne kadar uzak?” “Yirmi üç kilometre.”
“On dokuz dakikada yirmi üç kilometre gidersek oraya Lüpen’den önce varırız.”
Heyecanlı bir yarıştı bu! Benim emektar Moreau- Lepton tüm gücünü ortaya koyarak düzenli temposuyla taşan sabrımı hiçbir zaman bu derece sakinleştirmemişti. Elimi vitese bile atmadan niyetimi anlıyordu sanki. İsteklerimi paylaşıyordu. İnadıma o da katılıyordu. Arsen Lüpen denen herife olan düşmanlığımı o da anlıyordu. O serseri herif, o hain herif! Onun hakkından gelebilecek miydim acaba? Özdeşleştiğim otoriteyi bir kez daha kullanacak mıydı?
“Sağa kırın!” diye haykırdı Delivet. “Sola, şimdi dosdoğru!”
Tekerlekler sanki havada uçuyordu. Sınır taşları bize yaklaştıkça düşüp bayılan ufacık hayvancıkları andırıyordu.
Aniden, bir virajı döndüğümüz sırada havaya yükselen bir duman gördük: Kuzey Ekspresi’ydi bu! Bir kilometre boyunca başa baş yol aldık. Koşulları farklı, ama sonu belli bir yarıştı bu. Vardığımız yerde Lüpen’i yirmi araba boyu geçmiştik.
Üç saniyede ikinci mevki peronda yerimizi almıştık bile. Kapılar açıldı. Birkaç kişi trenden indi. Benim hırsızım aralarında yoktu. Vagonları aradık. Arsen Lüpen’den eser yoktu!
“Lanet olsun!” diye haykırdım. “Arabayla yan yana giderken beni görüp tanıdı, sonra atlayıp kaçtı herhalde.”
Makinist bu iddiayı doğruladı. İstasyona iki yüz metre kala trenden apar topar atlayan bir adam görmüştü.
“Bakın, orada! Geçitten geçiyor.”
Koşmaya başladım. Adamlarım peşimden geliyordu. Daha doğrusu bir tanesi geliyordu, çünkü öbürü harika bir koşucu olduğunu kanıtladı. Uçar gibi koşuyordu. Az sonra kaçan adamla aralarındaki mesafe epeyce azaldı. Adam onun farkına varmıştı. Bir çitten atlayarak bayır aşağı koştu. Onu henüz gözden kaybetmemiştik. Az sonra bir koruluğa daldı.
Oraya vardığımızda Massol bizi bekliyordu. Bizi kaybetmekten korktuğu için daha fazla koşmamış
ve beklemişti.
“Tebrik ederim, arkadaşım,” dedim ona. “Böyle bir koşudan sonra heri n nefesi kesilmiştir. Şimdi yakalarız onu.”
Etrafa bakındım ve kaçanı tek başıma nasıl tutuklayacağımı düşündüm. Bana ait olan belgeleri elde etmeliydim, yoksa bunlar kesinlikle tatsız soruşturmalara yol açabilirdi. Onun için adamların yanına döndüm.
“Bu iş çok kolay. Siz, Massol sol tarafı gözetleyin. Delivet, siz de sağ tarafı. Böylece koruluğun arka cephesini kollamış olacaksınız. Size görünmeden ancak şu geçitten geçebilir. Orada da ben bekleyeceğim. Ortaya çıkmazsa ben gider, kaçmasını sağlarım; ikinizden birinin kucağına düşer. Siz sadece bekleyin. Haa, unutuyordum. Herhangi bir tehlike anında havaya bir el ateş edin, yeter.”
Massol’la Delivet, yerlerini almak üzere uzaklaştılar. Onlar gider gitmez ben de dikkatlice ormana daldım. Ne görülmek istiyordum ne de duyulmak. Ağaçlar o kadar sıktı ki av için özellikle korunmuştu. Aralarında çok dar geçitler vardı. Öyle ki bazı yerlerden ancak eğilerek geçilebiliyordu.
Geçitlerden biri ağaçsız bir alana açılıyordu. Burada ıslak çimenler üzerinde ayak izleri ortaya
çıktı. Ben bu izleri takip ederek ağaçlıklar arasından geçmeye çalıştım. Ayak izleri beni duvar yıkıntılarının bulunduğu ufak bir tepenin yamacına kadar götürdü.
Orada olmalı, diye düşündüm. Gözetlemek için iyi yer seçmiş.
Duvar yıkıntılarına kadar yerde sürüne sürüne yaklaştım. Ha f bir gürültü üzerine onun orada olduğunu anladım. Bir yarıktan baktım; gerçekten de oradaydı, sırtı bana dönüktü.
Bir anda üzerine çullandım. Elindeki tabancayı bana doğrulttu. Ama ona zaman bırakmayarak adamı öylesine bir savurdum ki kolları arkasına gelecek şekilde yere devrildi. Hemen dizimi göğsüne bastırdım.
“Dinle,” diye kulağına fısıldadım. “Ben Arsen Lüpen’im. Hemen kendi rızanla cüzdanımı ve bayanın çantasını ver. O zaman seni arkadaşım olarak tanıtır, polisin yakalamasını önlerim. Tek bir kelimeyle cevap ver; evet mi, hayır mı?”
“Evet,” diye mırıldandı.
“Oldu işte. Bu sabahki numaran hiç de fena değildi. Seninle anlaşacağız.”
Ayağa kalktım. Elini cebine attı ve uzun bir bıçak çıkardı. Bana saplayacaktı!
“Budala!” diye haykırdım.
Bir elimle saldırısını önledim. Öbür elimle de şah damarına bir darbe indirdim. Yere yıkıldı.
Cüzdanıma baktım, belgelerle para duruyordu. Merak ederek onunkine baktım. Onun namına gelen bir mektup zarfında ismini okudum: Pierre Onfrey.
İrkildim. Pierre Onfrey! Auteuil’deki Lafontaine Sokağı katili! Pierre Onfrey! Bayan Delbois ile iki kızını boğazlayan adam. Üzerine doğru eğildim. Evet, trendeyken bir yerlerde gördüğüm ve hatırlayamadığım yüz buydu!
Ama vakit geçiyordu. Bir zarfa yüzer franklık iki banknotla şu satırları içeren bir kart koydum:
Arsen Lüpen’den sadık meslektaşları Honore Massol’a ve Gaston Delivet’ye minnetle.
Zarfı görülecek şekilde, yıkık duvarların sınırlarını çizdiği odanın ortasına bıraktım. Yanına da Bayan Renaud’nun çantasını koydum. Bana yardım eden bu harika arkadaşıma çantasını geri vermeyip ne yapacaktım ki?
Ancak onu, içinden beni ilgilendiren şeyleri aldıktan sonra sadece bir ldişi tarakla bıraktığımı da itiraf etmeliyim. Açık konuşmak gerek, dostluk başka alışveriş başka. Ayrıca, kocasının saygın bir mesleğinin olmayışı da bu davranışımda etkili oldu. Adamın tabancasını alarak havaya bir el ateş ettim.
Adamlarım koşup geleceklerdi nasıl olsa. Herif de başının çaresine baksın. Kendi düşen ağlamaz!
Ve hemen, ağaçlıklar arasına dalarak uzaklaştım. Yirmi dakika sonra, daha önce tespit ettiğim yan yolu kullanarak arabama ulaştım.
Saat dörtte Rouen’daki arkadaşlara bir telgraf çekerek, beklenmedik bir engel çıktığı için ziyaretimi ertelemek zorunda kaldığımı bildirdim. Aramızda kalsın, ama artık her şeyi bildiklerine göre bu ziyaret asla gerçekleşmeyecek.
Saat altıda İsle-Adam ve Porte Bineau üzerinden Paris’e geri döndüm.
Akşam gazetelerinde Pierre Onfrey’in yakalandığını okudum. Ertesi gün Echo de France’ta şu haber çıktı:
Dün Arsen Lüpen, bir sürü olaylardan sonra Buchy civarında Pierre Onfrey’in tutuklanmasını sağladı. Lafontaine Sokağı katili, Paris’ten Le Havre’a giderken cezaevi müdür muavininin hanımını soyup kaçmıştı. Arsen Lüpen, içinde mücevherlerin bulunduğu çantayı Bayan Renaud’ya bırakırken bu heyecanlı tutuklama sırasında kendisine yardım eden iki güvenlik memurunu da cömertçe ödüllendirmeyi unutmadı.
Yorumlar