III. Arsen Lüpen’in Kaçışı

17 0 20 Ağustos 2024 0 Oy

Arsen Lüpen yemeğini yedi. Ortası altın yaldızlı kâğıt şeritle sarılı kocaman bir puroyu cebinden çıkarıp baktığı sırada hücrenin kapısı açıldı. Puroyu masanın çekmecesine atıp oradan uzaklaşacak vakti ancak buldu. Gardiyan içeri girdi ve her zamanki gibi onu dışarı çıkardı.

“Ben de seni bekliyordum, ahbap,” dedi Lüpen.

Key yerindeydi.

Hücreden çıktılar. Karşılarına çıkan ilk köşeyi dönerlerken iki adam hücreye girerek etrafı adamakıllı aradı. Bunlardan biri müfettiş Dieuzy, öteki de müfettiş Folenfant’dı.

Artık bir sonuca varılmalıydı. Kesin olan şuydu ki Arsen Lüpen dış dünyayla devamlı olarak ilişki içindeydi ve çetesiyle sürekli mektuplaşıyordu. Daha bir gün önce Le Grand Journal’da savcılığa hitaben şu yazı çıkmıştı:

Beyefendi,

Son günlerde gazetelerde benim hakkında gerçek dışı şeyler yayınlandı. Bunun hesabını mahkememden birkaç gün önce sizden soracağım.

Saygılarımla, Arsen Lüpen

El yazısı Arsen Lüpen’indi. Demek ki mektup

gönderiyordu. Ona göre mektup alıyordu da. Yani kaçacağını küstahça belirten mektup da onun elinden çıkmıştı.

Durum dayanılır gibi değildi. Sorgu hâkiminin de onayını alan Emniyet Müdürü Bay Dudouis gerekli önlemlerin alınması için Santé Cezaevi’ne bizzat kendi geldi. Gelir gelmez de hücreye iki memur gönderdi.

Adamlar döşeme taşlarını tek tek kaldırıp baktılar. Yatağı kaldırıp altına baktılar. Kısacası bu gibi durumlarda yapılması gereken her şeyi yaptılar. Bir şey bulamadılar. Araştırmaya son verecekleri anda gardiyan koşarak geldi ve, “Çekmeceye,” dedi. “Masanın çekmecesine bakın. Ben buraya girdiğimde sanki onu kapatıyor gibiydi.”

Masaya baktılar. Dieuzy, “Vay be,” dedi, “Yakaladık onu.”

Folenfant gardiyanı engelledi.

“Bekle oğlum, şef içindekilere bakacak.” “Ama şu lüks puro…”

“Bırak yerine. Şefe haber verelim.”

İki dakika sonra Bay Dudouis çekmecenin altını üstüne getirdi. Önce Arsen Lüpen hakkında Argus de la Presse gazetesinden kesilmiş bir sürü kupür buldu. Ayrıca bir tütün kesesi, bir pipo, soğan zarı kalınlığında pusulalar ve iki kitap.

Adlarını okudu. Carlyle’ın Kahramanlar’ının İngilizce baskısı ve Roma lozo arından Epiktet’in o şahane Elzevir baskısı, zamanında ciltlenmiş ve 1634’te Almancaya çevrilmiş kitabı. Eline alıp baktı. Tüm sayfaları defalarca okunmuş, satırların altları çizilmiş, yan tara ara notlar alınmıştı. Bunlar şifreli işaretler miydi yoksa gerçekten Lüpen’in kitaba olan hayranlığından mı kaynaklanıyordu?

“Şuna bir yakından bakalım,” dedi Bay Dudouis. Tütün kesesiyle pipoyu inceledi. Kalın puroyu eline alıp, “Vay canına,” dedi. “Dostumuz kıyak hayat yaşıyor. Baksanıza Henry Clay marka!” Tiryakilere özgü bir hareketle onu kulağına götürerek çıtırdattı. Aynı anda şaşkınlıkla haykırdı. Puro parmakları arasında ezilivermişti. İyice baktığında tütünlerin arasında beyaz bir şey gördü.

Bir iğneyle kürdan büyüklüğünde, incecik sarılmış kâğıdı çıkardı. Bu bir mektuptu.

Sarılı kâğıdı açtı ve bir kadın eliyle özenle yazılmış sözcükleri okudu:

Mine değiştirildi. On kişiden sekizi hazır. Ayağının dışıyla bastırınca levha aşağıdan yukarıya kalkıyor. B-G her gün saat on ikiden on altıya kadar bekleyecek. Ama nerede? Hemen cevap verin. Merak etmeyin, kız arkadaşınızın gözü sizin üstünüzde.

Bay Dudouis bir an düşündü.

“Her şey ortada. Mine. Sekiz kişi. On ikiden on altıya, yani saat dörde kadar…”

“Peki, bekleyen B-G kim?”

“B-G bir otomobil olmalı. Spor arabalarda hep beygir gücünden bahsedilir ya! Yani 24 B-G dedin mi 24 beygir gücü anlaşılır.”

Ayağa kalktı.

“Mahkûm yemeğini bitirdi mi?”

“Evet.”

“Puronun durumuna bakılırsa bu haberi henüz okumamış. O zaman bu mektup yeni geldi.”

“Nasıl yani?”

“Ya ekmeğin ya da patateslerden birinin içine koymuş olmalılar, ne bileyim ben!”

“İmkânsız. Biz onu tuzağa düşürebilmek için dışarıdan yemek getirtmesine izin vermiştik, ama şimdiye kadar hiçbir şey bulamadık.”

“Bakalım bu akşam Lüpen ne cevap verecek? Şimdi onu hücresine göndermeyin. Şu pusulayı sorgu hâkimine göstereceğim. O da krime katılırsa hemen mektubun fotoğrafını çekeceğiz. Siz bir saat sonra aynı cins puronun içine orijinal mektubu koyup masanın gözüne yerleştirirsiniz. Mahkûm hiçbir şey anlamamalı.”

Aynı akşam Bay Dudouis, müfettiş Dieuzy’yle birlikte Santé Cezaevi’nin kalem odasına geldi; merak içindeydi. Köşedeki ocağın üstünde üç tane tabak vardı.

“Yemek yedi mi?”

“Evet,” diye yanıtladı hapishane müdürü.

“Dieuzy, şu kalan makarnaları iyice bir karıştır, ekmeği de parçala… Yok mu bir şey?”

“Yok, şef.”

Bay Dudouis tabakları, çatalı, kaşığı ve bıçağı inceledi. Yönetmeliğe uygun, yuvarlak uçlu bir bıçaktı bu. Sapını önce sola, sonra sağa çevirdi. Sağa çevirince vidası gevşedi ve sap çıktı. İçi oyuktu; tam bir kâğıt parçasının gizleneceği yer!

“Peh! Arsen gibi bir adam için pek de akıllıca bir iş değil bu. Neyse, vakit kaybetmeyelim. Dieuzy, sen şimdi git ve lokantayı araştır.”

Ve okumaya devam etti:

“Size güveniyorum. H-P her gün uzaktan takip edecek. Yakında görüşürüz. Sana hayran olan sevgili arkadaşın.”

“Yaşasın!” dedi Dudouis ellerini ovuşturarak. “Sanırım işler yolunda. Biraz üstüne gidersek kaçacak. Biz de o zaman en azından suç ortaklarını enseleriz.”

“Ya Arsen Lüpen elinizden kaçarsa?” diye sordu müdür.

“Yeterince adamımız olacak. Buna rağmen kurnazca davranırsa… Eh, işte o zaman hapı yuttu demektir. Patronları ağzını açmazsa adamları bülbül gibi ötecek.”

Gerçekten de Arsen Lüpen fazla konuşmadı. Sorgu Hâkimi Jules Bouvier aylardan beri onu konuşturmaya çalışıyordu. Sorgulama, Hâkim’le Avukat Danval arasında boş yere sürüp giden

konuşmalarla sınırlı kalmıştı. Avukat Danval her ne kadar mesleğinde çok parlamışsa da mahkûm hakkında fazla bir şey bilmiyordu.

Ara sıra Arsen Lüpen de konuşuyordu:

“Tabii Hâkim Bey, ikimiz de aynı kirdeyiz. Lyon Kredi Bankası ve Babylone Sokağı’ndaki soygunlar, sahte para basmak, sigorta poliçesi yolsuzlukları, Armesnil, Gouret, İmblevain, Groselliers ve Malaquis Şatosu’ndaki soygunlar hep bendenizin işi…”

“Açıklayın öyleyse.”

“Ne gerek var, hepsini itiraf ediyorum işte! Sandığınızdan on kat fazlasını yapmış bulunuyorum.”

Hâkim artık bu sonu gelmez sorgulamadan yorgun düştü. Son iki mektuptan haberdar olunca soruşturmayı yeniden başlattı. Lüpen her gün öğle saatlerinde öbür mahkûmlarla birlikte Santé Cezaevi’nden polis müdürlüğüne götürülüyor, saat üçte ya da dörtte geri getiriliyordu.

Derken bir öğleden sonra bu geri dönüş başka türlü gerçekleşti. Öbür mahkûmların sorgusu bitmediği için Arsen Lüpen’i tek başına geri götürmeye karar verdiler. Ve Lüpen arabaya yalnız bindi.

Halk arasında ‘Yeşil Mine’ diye tanınan bu mahkûm arabasının ortasında bir koridor, koridorun her iki yanında da beşer tane, ancak birer kişi alabilen ufacık hücre vardı. Araları da ince birer bölmeyle ayrılmıştı. En arkada bir nöbetçi oturup koridoru gözlüyordu.

Arsen sağdaki üçüncü hücreye konuldu ve kamyon hareket etti. L’Horloge Rıhtımı’nı geçtikten sonra Adalet Sarayı’na gelmekte olduklarını anladı.

Saint-Michel Köprüsü’nün ortasına geldiklerinde, her günkü gibi sağ ayağıyla hücresini kilitleyen levhaya bastı. Aynı anda bir tıkırtı oldu ve levha yana açıldı. Tam tekerleklerin arasında bulunduğunu gördü.

Kulak kabartarak bekledi. Araba Saint-Michel Bulvarı’nı ağır tempoyla çıkıyordu. Saint-Germain kavşağında durdu. Bir beygir arabasının dingili kırılmıştı. Bir saniye içinde tra k karışıverdi; faytonlarla otobüsler birbirine girdi.

Arsen Lüpen başını çıkarıp dışarı baktı. Hemen yanlarında bir başka mahkûm arabası duruyordu. Yerinden doğruldu ve ayağıyla tekerleğin jantına basıp yere atladı.

Bir arabacı onu gördü. Kahkahayı bastı ve gardiyanlara seslenmek istedi. Ama sesi yeniden

yola çıkan kamyonun gürültüsü arasında kaybolup gitti. Bu arada Arsen Lüpen uzaklaştı.

Biraz yürüdükten sonra sol taraftaki kaldırımda durup etrafına bakındı. Hangi yöne gideceğini bilemeyen ve sezgileriyle yolunu bulmaya çalışan biri gibiydi. Sonunda kararını verdi: Ellerini ceplerine sokarak avare bir adamın kayıtsızlığıyla bulvarda yürümeye başladı.

Güzel ve ılık bir sonbahar havası hüküm sürmekteydi. Kahvehaneler hep doluydu. Bir tanesinin terasına oturdu. Birayla bir paket sigara istedi. Ufak yudumlarla birasını sonuna kadar içti. Sonra bir sigara yaktı. Derken ikincisini tüttürdü. Sonunda ayağa kalkarak garsona kahvenin sahibiyle görüşmek istediğini söyledi.

Kahvenin sahibi geldi. Arsen Lüpen herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle, “Üzgünüm, bayım,” dedi. “Cüzdanımı unutmuşum. Belki bana birkaç günlüğüne kredi açarsınız. Adım Arsen Lüpen.” Adam ona baktı, önce şaka yaptığını sandı.

Arsen yineledi:

“Ben Lüpen’im, şu anda Santé Cezaevi’nden kaçmış bulunuyorum. Bu isim sizi ikna eder herhalde.”

Yoldan geçenlerin gülüşleri arasında oradan uzaklaştı. Kimse onu yakalamaya çalışmadı.

Souf ot Sokağı’nı dolambaçlı geçtikten sonra Saint-Jacques Sokağı’na yol aldı. Yavaş yürüyordu. Vitrinlere bakıp duruyor, bu arada da sigarasını tüttürüyordu. Port-Royal bulvarına gelince durup düşündü. Yoldan geçenlerden birine adres sorduktan sonra Santé Sokağı’na yöneldi. Az sonra hapishanenin kurşuni renkteki yüksek duvarlarını gördü. Duvar boyunca yürüdü, kapıdaki nöbetçinin yanına vardığında şapkasını çıkararak sordu: “Burası Santé Cezaevi, değil mi?”

“Ben yine hücreme dönmek istiyorum. Araba beni yolda kaybetti, bu yüzden başım belaya girsin istemiyorum.” Nöbetçi öfkelendi.

“Git işine be adam, al voltanı çabuk!”

“Bak kardeşim! Benim yolum şu kapıdan geçer. Arsen Lüpen’in geçmesine engel olmaya kalkışırsan bu sana pahalıya patlar.”

“Arsen Lüpen mi? Sen ne zırvalıyorsun be adam?” “Ne yazık ki kartvizitim yanımda değil,” dedi Arsen ceplerini yoklarken.

Nöbetçi şaşkınlıkla onu tepeden tırnağa süzdü. Sonra hiçbir şey demeden isteksizce zilin kordonunu çekti. Kapı açıldı.

Birkaç dakika sonra müdür elini kolunu sallayarak çıkageldi. Kızgınlıktan köpürüyordu.

Arsen gülümsedi:

“Benimle bu oyunu oynamayın Müdür Bey. Önce beni dikkatle arabaya bindirdiler, sonra bir tra k karmaşası hazırlandı ve sandılar ki ben o karmaşada hemen kaçıp arkadaşlarımın yanına koşacağım. İyi de yaya olarak, faytonla ya da bisikletle bize refakat eden yirmi ajanınızın elinden nasıl kurtulacaktım? Herhalde beni canlı bırakmazlardı. Söylesenize Müdür Bey, bu bir senaryoydu, değil mi?”

Omuz silkerek devam etti:

“Sizden rica ediyorum, Müdür Bey, beni rahat bıraksınlar. Kaçacağım gün kimseye ihtiyacım olmayacak nasılsa.”

İki gün sonra Echo de France’ta bu olay tüm ayrıntılarıyla yazıldı. Bu gazete Lüpen’in tüm maceralarını yayınlamaktaydı. Hatta onun gazetenin ortaklarından olduğu bile söyleniyordu. Mahkûmla gizemli kız arkadaşı arasındaki mektuplaşmalar, bu konuda başvurulan yöntemler, polisin beceriksizliği, Saint-Michel bulvarındaki gezinti, Cafe Souf ot’daki hesap ödeme yaskosu falan… Her şey yazılmıştı. Keza müfettiş Dieuzy’nin, garsonu soruşturmasının bir işe yaramadığı da. Tüm ayrıntılara bakıldığında Lüpen’in sınırsız olanaklara sahip olduğu ortaya

çıkıyordu. Onu taşıyan mahkûm arabası da, suç ortakları tarafından altı arabadan biriyle değiştirilmişti.

Arsen Lüpen’in kaçacağından artık kimsenin kuşkusu yoktu.

O olaydan sonra Bay Bouvier’ye söylediği gibi kaçış gününü kendi saptamıştı zaten. Hâkim, planının bozulmasından ötürü öfkeliydi. Arsen Lüpen ona bakarak soğuk bir şekilde şöyle dedi: “Beni iyi dinleyin, efendim. Söyleyeceklerime de inanın! Aslında bu kaçışı ben kendim planladım.” “Anlayamadım?” diye dalga geçti Hâkim. “Anlamanıza gerek yok.”

Echo de France’ın sütunlarında çıkan habere göre Hâkim daha önceki sorgulamasını da göz önünde tutarak Lüpen’den bilgi istemişti. O ise, “Bunlara ne gerek var,” diye çıkışmıştı. “Tüm bu sorular tamamen yersiz.”

“Nedenmiş o?” ‘

“Nasılsa ben mahkemede bulunmayacağım.” “Bulunmayacak mısınız?”

“Hayır. Kesin kararımı vermiş bulunuyorum.

Kimse de beni bu krimden caydıramaz.”

Lüpen’in kendine olan bu güveni mahkemeyi hem şaşırttı hem de kızdırdı. Ortada sadece Arsen Lüpen’in bildiği sırlar vardı. Her şeyi o organize

etmekteydi. Böyle olmasına karşın tüm bunları nasıl ve neden açıklıyordu ki?

Arsen Lüpen’i bir başka hücreye götürdüler. Bir akşam bir kat aşağı indirildi. Hâkim sorgusunu tamamladıktan sonra dosyayı savcılığa gönderdi.

Ondan sonra ortalık duruldu. Bu durulma iki ay sürdü. Arsen zamanını hep yatakta geçirdi. Yüzü hep duvara dönüktü. Ondaki bu durgunluk hücresinin değiştirilmiş olmasına bağlandı. Avukatıyla da artık görüşmek istemiyordu. Gardiyanla tek tük laf etti, o kadar.

Duruşmaya on dört gün kala canlandı. Havasızlıktan yakındı. Sabahın erken saatlerinde, iki nöbetçi gözetiminde bahçede dolaşmasına izin verildi.

Kamuoyunun merakı hiç azalmadı.

Herkes her gün onun kaçmasını bekledi. Hatta umut etti. Onun alaycılığı, neşesi, çok yönlülüğü, akıl durduran eylemleri ve yaşamındaki gizlilikler halkın hoşuna gidiyordu. Arsen Lüpen kaçmalıydı. Bunun başka yolu yoktu.

Hatta şimdiye kadar niye kaçmadı diye hayret edenler vardı. Polis şe her sabah sekreterine sorup duruyordu:

“Eee? Hâlâ kaçmadı mı?” “Hayır.”

“Demek ki yarın tüyecek.”

Mahkemeden bir gün önce Le Grand Journal gazetesinin bürosuna bir bey gelerek adli muhabirle görüşmek istedi. Kartını onun yüzüne fırlattıktan sonra çekip gitti. Kartta şunlar yazılıydı: “Arsen Lüpen sözünü hep tutmuştur.”

Bu koşullarda duruşma başladı.

Seyirciler çok kalabalıktı. Herkes ünlü Arsen Lüpen’i görmek ve onun başından sonuna kadar yargıcı nasıl parmağının ucunda oynatacağına tanık olmak istiyordu.

Avukatlar, adli memurlar, köşe yazarları, dedikodu muhabirleri, sanatkârlar ve Paris’in sosyetesi mahkeme sıralarını doldurmuştu.

Yağmur yağıyordu, dışarıda hava kasvetliydi. Salona getirildiğinde Arsen Lüpen’i şöyle böyle görebildiler. Hantal yürüyerek yerini alması, kayıtsızlığı ve pısırık davranışı seyircilerce yadırgandı. Avukatı ki Avukat Danval’ın katiplerinden biriydi, çünkü Lüpen Danval’ı reddetmişti, sık sık onun adına söz istedi. O ise sadece başını kaldırıp susmakla yetindi.

Zabıt kâtibi suçlama gerekçesini okudu. Mahkeme başkanı, “Sanık, ayağa kalkın!” diye konuştu. “Adınız, soyadınız, yaşınız ve mesleğiniz?”

Cevap alamayınca yineledi:

“Adınız! Adınızı soruyorum!”

Yorgun ve güçlükle çıkan bir ses cevap verdi: “Baudru, Désiré.”

Mırıltılar yükseldi. Başkan devam etti:

“Baudru, Désiré; öyle mi? Yaa! İyi, bu da yeni bir isim! Şimdiye kadar bize sekiz uydurma isim sunduğunuza göre izin verirseniz sizi ünlü yapan adı kullanalım: Arsen Lüpen.”

Notlarına baktıktan sonra konuşmasını sürdürdü: “Tüm araştırmalara karşın gerçek adınızı kanıtlayan bir belgeye ulaşılamadı. Kamuoyuna hiçbir geçmişi olmayan bir isim sunuyorsunuz. Kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi, çocukluğunuzu nerede geçirdiğinizi, kısacası hakkınızda hiçbir şeyi bilmiyoruz. Üç yıl önce ortaya çıkıverdiniz. Bir anda Arsen Lüpen adıyla ün saldınız. Zekâ ve soysuzluğun, ahlaksızlık ve cömertliğin bir arada bulunduğu nasıl bir ortamda yetiştiniz? Bilmiyoruz. Şu sırada hakkınızda bildiğimiz gerçekler de hep varsayımlara dayanıyor. Bundan sekiz yıl önce Hokkabaz Dickson’un yanında Rostat adıyla çalışan adam, herhalde Arsen Lüpen’den başkası değildi. Altı yıl önce Saint-Louis Hastanesi’ndeki Doktor Altier’nin laboratuvarında çalışan ve onu bakteriyoloji konusundaki varsayımlarıyla, özellikle de cilt hastalıkları üzerine yaptığı denemeleriyle

şaşırtan Rus öğrenci de Lüpen’di. Jiu-Jitsu sanatını da Paris’e getiren Lüpen’di. Bisiklet yarışlarında dünya birincisi olarak on bin frank kazandıktan sonra ortadan kaybolan bisikletçinin de Arsen Lüpen olduğunu sanıyoruz. Yardımseverler Pazarı’nın çatı penceresinden bir sürü insanı kurtardıktan sonra onları soyan da belki Arsen Lüpen’di.”

Biraz bekledikten sonra başkan sözlerini şöyle bitirdi:

“Anlaşılan bu süre içinde topluma karşı açtığınız savaşı sürdürebilmek isteğiyle gücünüzü, enerjinizi ve yeteneğinizi geliştirmek için metotlu bir eğitimden geçtiniz. Tüm bu iddiaların doğruluğunu kabul ediyor musunuz?”

Bu konuşma sırasında sanık bacak bacak üstüne atmıştı. Kamburu çıkmış, kolları iki yana dermansızca sarkmıştı. Yüzüne aydınlıkta bakıldığında çok zayı amış olduğu görüldü. Avurtları çökmüş, elmacık kemikleri fırlamıştı. Kül renginde ki yüzünü ufacık, kırmızı lekeler kaplamıştı. Sakalları uzamıştı. Hapiste kaldığı sürece oldukça yaşlanmış ve hastalanmıştı. Gazetelerde sık sık resmi çıkan o genç, şık ve sempatik adamdan eser kalmamıştı.

Kendisine sorulan soruyu anlamamış gibiydi. Soru iki kez yinelendi. O zaman bakışlarını kaldırdı,

düşünür gibi yaptı ve büyük çaba sarf ederek mırıldandı:

“Baudru, Désiré.” Başkan gülmeye başladı.

“Savunma sisteminize aklım ermedi gitti, Arsen Lüpen. Aptal ve sorumsuz görünmek istiyorsanız devam edebilirsiniz! Bana gelince, yolumdan şaşacak değilim. Sizin zırvalamalarınızı dinlemeyeceğim.”

Lüpen’in şimdiye kadar yaptığı hırsızlıklara, dolandırıcılığına ve sahtekârlığına değindi. Arada bir mahkûma sorular yöneltti. Ama beriki sadece homurdandı ve hiç cevap vermedi.

Tanıkların dinlenmesine başlandı. Saçma sapan beyanlarda bulunanların yanı sıra önemli bilgi verenler çıktıysa da hiçbir şey birbirini tutmuyordu. Duruşmanın üzerine sanki gölge düştü. Ancak müfettiş Ganimard’ın dinlenmesinden sonra izleyicilerin ilgisi arttı.

Ama emektar dedektif başlangıçta düş kırıklığı yarattı.

Yüzünün ifadesine bakıldığında pek korkmadığı, ama huzursuz ve yorgun olduğu belliydi. Gözünü mahkûmdan bir türlü ayıramıyordu. Ellerini önündeki parmaklığa dayayarak başından geçenleri anlatmaya başladı. Avrupa’nın her yöresinde

Lüpen’i arayışını, sonra Amerika’ya gidişini falan… Herkes çok heyecanlı bir macera dinlermişçesine kulak kabartmıştı. İfadesinin sonuna doğru, Arsen Lüpen’le yaptığı konuşmayı anlatırken iki kez duraladı. İçinde bir kararsızlık vardı.

O anda aklı başka yerdeydi. Başkan ona sordu: “Rahatsızsanız ifadenizi burada kesin isterseniz?” “Hayır, hayır. Yalnız…”

Sustu. Mahkûma uzun uzun baktıktan sonra, “İzin verirseniz sanığa yakından bakmak ve bir şeyi çözmek istiyorum,” dedi.

Yaklaştı ve tüm dikkatini vererek ona bir süre baktı. Yerine döndükten sonra inanılmaz bir iddia ortaya attı:

“Sayın başkan, önümde duran adamın Arsen Lüpen olmadığına eminim.”

Bu sözlerin ardından salonda acayip bir sessizlik oldu. Başkan şaşkınlık ve dehşet içinde haykırdı: “Ne dediniz? Aklınızı kaçırmışsınız!”

Müfettiş kayıtsızca yineledi:

“İlk bakışta bir benzerlik olduğu ortada. İtiraf ederim ki ben de inandım. Ama yakından iyice bakıldığında… Burnuna, ağzına, saçlarına ve teninin rengine… Kısacası, bu adam Arsen Lüpen değil. Şu gözlere bir baksanıza! Alkoliklerin gözünden farksız. Hiç böyle gözleri oldu mu Lüpen’in?”

“Durun bakalım, şunu bir açıklayıverin. Yani sizce yanlış adamı mı getirdik?”

“Bilmiyorum. Kendi yerine boşu boşuna hüküm giyecek olan bir başka zavallıyı yerleştirmiş. Adam belki de onun suç ortağı.”

Bağrışmalar, gülüşmeler, her yandan yükselen haykırışlar… Bu beklenmedik oyun, salondakileri heyecanlandırmıştı. Başkan, sorgu hâkimine, hapishane müdürüne ve gardiyanlara haber salarak duruşmaya ara verdi.

Duruşma yeniden başladığında Bay Bouvier ile Müdür, sanığın karşısına getirildi. Onlar da bu adamla Arsen Lüpen arasında çok az bir benzerlik bulunduğunu söyledi.

“Peki bu adam kim?” diye bağırdı Başkan. “Nereden çıktı? Neden hapiste yatıyor?”

Santé Cezaevi’nin iki gardiyanını içeri aldılar. İfadeleri o kadar şaşırtıcıydı ki. İkisi de sanığı tanıdı.

Başkan sızlanarak içini çekti. Gardiyanlardan biri yineledi:

“Evet, evet, sanırım bu o.” “Ne demek ‘sanırım’?”

“Ben onu doğru dürüst görmedim ki. Nöbeti hep akşamları devraldım. İki ay boyunca yüzü hep duvara dönük yattı.”

“Daha önce?”

“Şey, daha önce 24 numaralı hücrede değil miydi o?”

Cezaevi müdürü bu noktayı doğruladı:

“Kaçma teşebbüsünden sonra mahkûmu başka bir hücreye naklettik.”

“Ama Müdür Bey, bu iki ay zarfında siz onu hep gördünüz?”

“Aslında fırsat olmadı. Çok uslu davranıyordu.” “Yani bu adam size gönderilen mahkûm değil mi?” “Değil.”

“Kim öyleyse?” “Bilmiyorum.”

“Demek ki, iki ay önce bir değiş tokuş gerçekleşmiş. Siz ne dersiniz?”

“İmkânsız bu.” “Öyleyse?”

Başkan çaresizlik içinde sanığa dönerek yumuşak bir sesle sordu:

“Nasıl ve ne zamandan beri adaletin pençesine düştünüz, anlatır mısınız?”

Bu cana yakın ses, mahkûmu etkileyerek belleğini güçlendirmişe benziyordu. Adam cevap vermeyi denedi. Sonunda kendisine tatlı dille ve ustaca sorulan sorulara kesik cümlelerle cevap verdi. Buna göre, kendisini iki ay önce bir karakola getirmişlerdi. Geceyi orada geçirmişti. Üzerinden

sadece yetmiş beş sent çıktığı için serbest bırakılmıştı. Tam avluyu geçeceği sırada iki nöbetçi onu kolundan yakalayarak cezaevi arabasına koymuştu. O zamandan beri 24 numaralı hücredeydi ve pek mutlu sayılmazdı. Orada iyi yiyordu, fena da uyumuyordu. Bu yüzden sesini çıkarmamıştı.

Anlattıkları inanılır gibi değildi. Salondakilerin gülüşmeleri ve galeyanı karşısında Hâkim duruşmayı erteleyerek yeni bir soruşturma açılmasına karar verdi.

Bu yeni soruşturmada cezaevindeki kayıtlardan şu gerçek ortaya çıktı: Sekiz hafta önce Désiré Baudru adında biri karakolda gecelemişti. Ertesi gün saat ikide serbest bırakıldıktan sonra, karakoldan ayrılmıştı. Aynı gün saat ikide de Arsen Lüpen son kez ifadesi alındıktan sonra cezaevi arabasına bindirilmişti.

Gardiyanlar yanılmış mıydı? Aradaki benzerliğe aldanarak bir dakika içinde Lüpen yerine bu adamı mı arabaya atmışlardı?

Bu değiş tokuş daha önceden mi planlanmıştı? Aslında ortam böyle bir planın gerçekleşmesine uygun değildi. Bu durumda Baudru, olsa olsa Lüpen’in adamıydı ve onun yerini alabilmek için kendini tutuklatmıştı. Nasıl bir mucize olmuştu da

böyle bir plan, inanılmaz rastlantılar zinciri ve akıl almaz bir yanılgı sonucu gerçekleşebilmişti?

Baudru’yu hırsızlar dosyasında aradılar. Onun tari ne uyan birine rastlanmadı. Öte yandan adamın kimliğine ait izleri bulmak zor olmadı. Kendisini Courbevoi’da, Asnierses’de ve Levallois’da tanıyorlardı. Dilencilik yaparak geçiniyor ve Temes bariyerlerine yakın bir yerde, çöp toplayıcılarının kaldığı kulübelerden birinde yaşıyordu. Ama bir yıldır ortalıkta yoktu.

Arsen Lüpen onu yanına mı almıştı acaba? Bunu kanıtlayacak hiçbir şey bulunamadı. Öyle olmuş olsa bile mahkûmun nasıl kaçtığı açıklığa kavuşmadı. Mucize, mucize olarak kaldı. Ortaya pek çok teori atıldıysa da hiçbiri tatmin edici değildi. Ancak bu olağanüstü kaçışın çok daha önceden planlandığı bir gerçekti. Olaylar zinciri Arsen Lüpen’in evvelce söylediğini kanıtlar nitelikteydi: “Mahkemede bulunmayacağım!”

Bir ay süreyle devam eden araştırmalar bu problemi çözemedi. Şu zavallı Baudru’yu da sonsuza dek orada tutmanın bir anlamı yoktu. Davası artık komik kaçıyordu. Onu suçlayacak yeterli bir kanıt yoktu ki ortada! Sorgu hâkimi onu serbest bıraktı. Ama emniyet müdürü peşine adam taktı.

Bu kri ona Ganimard verdi. Müfettişe göre bu meselede ne rastlantının ne de suç ortağı olarak çalışmanın bir rolü vardı. Arsen Lüpen Baudru’yu ustaca kullanmıştı, o kadar. Baudru serbest kalınca onun sayesinde Arsen Lüpen’e ya da en azından onun çetesine ulaşılabilirdi.

Bu iş için Ganimard, Folenfant’la Dieuzy’yi görevlendirdi ve sisli bir ocak sabahı Désiré Baudru hapisten çıktı.

Önce şaşırmış gibiydi. Nasıl vakit geçireceğini bilmeyen biri gibi sağda solda dolaştı. Santé ve Saint-Jacques sokaklarında dolaştı. Bir eskici dükkânının önünde ceketiyle yeleğini çıkardı. Yeleğini az bir para karşılığında sattıktan sonra tekrar ceketini giydi ve oradan uzaklaştı.

Seine Nehri üzerinden geçti. Chatelet durağındayken bir otobüs geldi. Ona binmek istedi. Otobüs doluydu. Şoför muavini numaralı bilet almasını önerdi. O da bekleme salonuna geçti.

Aynı anda Ganimard adamlarını çağırdı. Bir yandan çıkış kapısını gözetlerken öte yandan, “Bir araba durdurun. Hayır, iki araba daha iyi. Ben birinizi alıp onun peşine düşerim,” diye seslendi.

Öyle yaptılar. Ama bu arada Baudru gözden kayboldu.

Ganimard salon kapısını açarak içeri baktı; kimse yoktu.

“Amma budalayım,” diye mırıldandı. “İkinci çıkış kapısını unuttum.”

Gerçekten de bekleme salonundan bir koridorla Saint-Martin Sokağı’ndaki otobüs durağına açılan bir kapı vardı. Ganimard o tarafa koştu.

Tam zamanında gelmişti, çünkü Baudru Batignolles-Jardin’e doğru yol alan ve Rivoli Sokağı’ndaki kavşağı dönen otobüsün ikinci katında yer almıştı. Ganimard koştu ve arabaya yetişti. Ama bu arada iki adamını gözden kaybetti.

Adamın peşine tek başına düşmek zorunda kaldı. O kızgınlıkla formaliteye falan hiç bakmadan Baudru’nun yakasına yapışmayı aklından geçirdi. Aptal diye nitelediği herif ona adamlarını kaybettirmişti! Adama iyice baktı. Oturduğu koltukta kestirirken başını bir o yana bir bu yana sallayıp duruyordu. Yarı açık ağzı onu olduğundan daha da aptal gösteriyordu. Hayır, emektar Ganimard’ı atlatacak bir rakip olamazdı bu adam. Sadece rastlantılar ona yardım etmişti, o kadar.

Gailene Lafayette Kavşağı’nda adam otobüsten atlayarak La Muette tramvayına bindi. Haussmann Bulvarı’ndan Victor Hugo Caddesi’ne vardılar. Baudru daha La Muette Durağı’na gelmeden

arabadan indi. Ağır ağır Boulogne Ormanı’na doğru yollandı.

Caddelerde dolaşıp durdu. Bazen aynı yolu gidip geldi. Sonra uzaklaştı. Ne arıyordu? Hede neydi?

Bir saat boyunca böyle gezinip durdu. Yorgunluktan düşüp bayılacak gibiydi. Bir bank görünce oraya gidip oturdu. Burası Auteuil’den pek de fazla uzakta olmayan, bodur ağaçların arkasına gizlenmiş ufak bir göl kenarıydı ve ıssız bir yerdi. Aradan yarım saat geçti. Sabrı tükenen Ganimard adamla konuşmaya karar verdi.

Yanaşarak Baudru’nun yanına oturdu. Bir sigara yaktı ve bastonuyla kum üzerinde bir daire çizdikten sonra, “Bugün hava pek sıcak değil,” dedi. Önce bir sessizlik oldu. Sonra bu sessizlik içinde bir kahkaha duyuldu. Gülme krizine tutulan ve bir türlü susmak bilmeyen bir çocuğun gülüşüydü bu. Ganimard saçlarının diken diken olduğunu hissetti. Bu gülüşü, bu şeytanca gülüşü tanıyordu o!

Birden adamı ceketinin yakasından yakalayarak sert sert yüzüne baktı; tıpkı mahkeme salonunda yaptığı gibi. Ama bu kez baktığı adam gerçekten de Baudru değildi! Oydu, ama aslında ötekiydi.

Ganimard kafasını toparladı. Karşısındakinin gözlerine fer gelmiş, zayıf yüzü gerginleşmişti. Buruşuk derisinin altından gerçek ağzı meydana

çıkmıştı. Özellikle de alaycı gülüşü. Bu gözler şimdi başkasınındı, bu ağız başkasınındı. Yüz ifadesi o kadar canlı, alaycı, zarif ve gençti ki!

“Arsen Lüpen, Arsen Lüpen,” diye tekrarladı Ganimard.

Hiddetten köpürmüş bir halde, boğazına yapışarak onu yere yıkmaya çalıştı. Elli yaşında olmasına karşın o kadar güçlüydü ki karşısındakinin dengesini bozdu. Onu bir daha tutuklarsa ustaca bir iş yapmış olacaktı!

Boğuşma kısa sürdü. Arsen Lüpen karşı bile çıkmadı, ama Ganimard’ın saldırmasıyla geri çekilmesi bir oldu. Sağ kolu cansız bir şekilde aşağı sarktı.

“Polise jiu-jitsu’yu öğretmediler gitti,” dedi Lüpen. “Bu vuruşa Japonca udi-shi-ghi dendiğini biliyor muydun?”

Ve soğuk bir ifadeyle ekledi:

“Bir saniye daha sürmüş olsa kolun kırılırdı ki bunu hak etmiştin aslında. Eski dostumsun, sana saygı duyarım, sırlarımı da açtım. Sana olan güvenimi niye böyle sarsıyorsun? Kötü bir şey bu. Ne oldu?”

Ganimard sustu. Lüpen’in kaçışından kendini sorumlu hissediyordu. Mahkemedeki ifadesi herkesi şaşırtmamış mıydı? Bu kaçış kariyerinde

siyah bir leke olacaktı! Kır sakalına bir damla gözyaşı düştü.

“Tanrım, Ganimard! Üzülme. Mahkemede sen konuşmasaydın bir başkası konuşacaktı, ben zaten ayarlamıştım. Düşünsene, Désiré Baudru’nun yok yere mahkûm olmasına izin verir miydim hiç?” “Demek ki,” diye mırıldandı Ganimard. “Oradaki de sendin, buradaki de!”

“Bendim ya. Hep bendim. Sadece ben.” “Nasıl olur bu?”

“Bunun için büyücü olmaya gerek yok. Hani bizim başkanın dediği gibi, her haltın altından kalkabilmek için önceden on yıl kendini hazırlayacaksın.”

“Ama suratın? Gözlerin? Onları nasıl değiştirdin?” “Saint-Louis’deki Doktor Altier’nin yanında sanata olan aşkımdan ötürü mü çalıştım sanıyorsun. O zaman, günün birinde piyasaya Arsen Lüpen olarak çıkmak şere ni kazanacaksam, görünüşüm ve kimliğim yasa dışı kalmalı diye düşündüm. Görünüşün de lafı mı olur? Deri altına para n şırınga ettin mi, istediğin noktayı kabartabilirsin. Bir asit biliyorum ki onu kullandığın takdirde Kızılderililerden farkın kalmaz. Kırlangıç otunun suyuyla istediğin gibi uçuk ya da kabarcık oluşturursun. Bir kimyasal madde saç ve sakalın

büyümesini etkiler, bir başkası sesinin tonunu değiştirir.

Sen şimdi bunlara 24 numaralı hücrede iki ay boyunca uyguladığım perhizi ekle; çarpık ağzımla sırıtabilmek, kamburumu çıkarmak ve başımı yana bükebilmek için bin kere antrenman yaptığımı da düşün. Gözüme beş damla atropin damlatarak korkulu bakış sağladım mı da partiyi kazandım demektir.”

“İyi ama gardiyanlar…”

“Bu değişiklik yavaş yavaş oldu. Onun için günlük değişimlerin farkına varmadılar.

“Ama Désiré Baudru?”

“Baudru diye biri var. Kendisiyle geçen yıl karşılaştım. Zavallının teki. Bana da benziyor biraz. Günün birinde tutuklanırsam belki ondan yararlanabilirim diye kendisini himayeme aldım ve bana benzemeyen tara arını saptayarak onu kendime benzetmeye çalıştım. Adamlarım onun o geceyi karakolda geçirmesini ve ertesi günü benimle aynı saatte çıkmasını sağladı. Düşünsene bir kere, polisin onun izinden yürümesi gerekiyordu, yoksa benim kim olduğum meydana çıkacaktı. Kendilerine Baudru’yu yem olarak sundum, yuttular. İster istemez onun üzerine gittiler.

Aptallıklarını kabullenmek işlerine gelmediği için böyle bir değişimi kabullendiler.”

“Doğru, doğru,” diye mırıldandı Ganimard. “Ayrıca elimde çok iyi bir kozla önceden ayarladığım kâğıtlar vardı. Herkes kaçmamı bekliyordu. En büyük hata da buydu. Sen de ötekiler de aynı hatayı işlediniz. Sandınız ki elde ettiğim başarıdan dolayı acemi çaylak gibi davranıp yine dalavereyle kaçacağım. Ben, Arsen Lüpen, öyle bir hata yapar mıyım hiç! Ve sizler tıpkı Cahorn meselesinde olduğu gibi ‘Arsen Lüpen kaçacağını önceden haber verdiğine göre bir planı olmalı,’ diye düşünmediniz. Eh be kardeşim, anla artık… Kaçmam için ben kaçmadan önce kaçacağıma inanmanız gerekiyordu. Bu kesin bir inanç ve apaçık bir gerçek olmalıydı. Niyetim bunu sağlamaktı. Arsen Lüpen kaçacaktı. Arsen Lüpen mahkemede bulunmayacaktı. Ve sen ayağa kalkıp da, ‘Bu adam Arsen Lüpen değil,’ dediğin zaman herkes buna inandı. Tek bir kişi şüphelenseydi, ‘Ya Arsen Lüpen’se?’ diye sorsaydı işim bitikti. O zaman iyice üzerime eğilip bakacaklardı, ama senin yaptığın gibi Arsen Lüpen olmadığımı düşünerek değil de Arsen Lüpen olabileceğim varsayımıyla… O zaman tüm hazırlıklarım boşa gitmiş olacaktı. Ne var ki ben çok sakindim. Bu nedenle mantıksal ve

psikolojik açıdan hiç kimse bu olasılığı aklına getirmedi.”

Ganimard’ın elini tuttu.

“Gözümün içine bak Ganimard, Santé Cezaevi’ndeki konuşmamızdan sonra sana rica ettiğim gibi evine gidip saat dörtte beni bekledin, değil mi?”

Ganimard cevap vermekten kaçınarak sordu: “Ya mahkûm arabası?”

“Numaraydı! Adamlarım o eski arabaya biraz çeki düzen verip aslıyla değiştirerek beni kaçırmak istedi. Ama sıra dışı bir şeyler olmadan kaçamayacağımı biliyordum. Onun için bu kaçma teşebbüsünü abartıp kamuoyu önünde rol yaptım. Soğukkanlılıkla hazırlanmış ilk kaçış, ikincisinin de başarıyla gerçekleşeceğine şüphe bırakmayacaktı. “O zaman o puro…”

“Onu da, bıçağın içindeki oyuğu da ben ayarladım.”

“Ya mektuplar?” “Kendim yazdım.”

“Sana mektup yazan o gizemli kız?”

“O da ben de aynı kişiydik. El yazımı istediğim gibi değiştirebilirim ben.”

Ganimard bir an düşündükten sonra şu noktaya değindi: “Peki, suçlular dosyasında Baudru’nun

kartına rastlanınca o kartın seninkiyle aynı olduğunun nasıl farkına varılmadı?”

“Arsen Lüpen’in kartı yok ki!” “Elbette var.”

“Evet, ama sahte. Bunu çok düşündüm. Sisteme göre tüm bu kartlar resimli, ama resim değiştirilebilir. Başın, parmakların, kulakların büyüklüklerine göre hazırlanmış kartlar da var ki bunlara karşı hiçbir şey yapamazsın.”

“Eee?”

“Rüşvet vermem gerekti. Amerika dönüşü memurlardan birine para vererek kartıma yanlış ölçüler yazdırttım. O zaman kartı makineye soktun mu hırsızın niteliklerini sıralayan bilgiye ulaşamıyorsun ya da karşına yanlış bilgiler çıkıyor.” Yine bir sessizlik oldu. Sonra Ganimard sordu: “Şimdi ne yapmak istiyorsun?”

“Önce dinleneceğim. Kilo almaya bakacağım. Yavaş yavaş kendimi toparlayacağım. Baudru ya da bir başkası olarak ortaya çıkmak güzel bir şey. Gömlek değiştirir gibi kişiliğini, sesini, bakışlarını ve el yazını değiştiriyorsun! Öyle bir an geliyor ki kendi kendini bile tanımıyorsun. Şu anda gölgemi kaybetmiş gibiyim. Kendimi arayacağım ve bulacağım!”

Bir aşağı bir yukarı dolaştı. Hava kararmaya başlamıştı. Ganimard’ın önünde durdu.

“Artık konuşacak bir şeyimiz kalmadı sanırım.” “Kaldı,” diye karşılık verdi müfettiş. “Kaçışını açıklayacak mısın? Beni nasıl yanılttığını…”

“Yoo, serbest bırakılan kişinin Arsen Lüpen olduğunu kimse bilmeyecek. Bu mucizevî kaçışın gizemini koruması işime gelir benim. Onun için sen merak etme, dostum. Bu akşam şehirde yemek yiyeceğim, üstümü değişmem için zaman bile kalmadı.”

“Hani dinlenecektin?”

“Eee, toplumun sana yüklediği bazı görevlerden kaçamıyorsun işte. Yarından sonra dinlenirim.” “Nerede yemek yiyorsun?”

“İngiliz Elçiliği’nde.”

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla