Paris’te dolaşanlar Seine Nehri sahillerini iyi bilir. Kesinlikle herkesin yolu Jumieges yıkıntılarından
Saint-Wandrille yıkıntılarına ve nehrin ortasındaki kayalıkların üzerinde yükselen, ortaçağdan kalma Malaquis Şatosu’na düşmüştür. Kemerli bir köprü onu ana caddeye bağlar. Kasvetli kuleleri, hangi dağdan kopup geldiği belli olmayan kocaman bir ada parçasının granit taşlarına yapışmış gibidir. Koskoca nehrin durgun sazlıklar arasından kıvrıla kıvrıla akan suları, şatonun etrafından geçip giderken ıslak kayalara tüneyen kolibrileri görürsünüz.
Malaquis Şatosu’nun öyküsü tıpkı adı ve görünüşü gibi iç karartıcıdır. Vaktiyle burası hep savaşlara, kuşatmalara, saldırılara, yağmalara ve katliamlara sahne olmuş. Caux yöresindeki iplikçi kadınlar bir araya geldiklerinde burada işlenen korkunç cinayetleri hâlâ anlatırlar. Efsaneleşmiş, gizemli olaylar anımsanır. Söylenenlere bakılırsa bir zamanlar şatodan Jumieges Manastırı’na ve VII. Charles’ın güzel sevgilisi Agnes Sorel’in konağına uzanan ünlü bir tünel varmış.
İşte bir zamanlar haydutların ve serserilerin barındığı bu hırsızlar yatağında, vaktiyle borsada oynayıp birden zengin olduğu için ‘Şeytan Baron’ diye anılan Baron Nathan Cahorn yaşıyordu. Malaquis Şatosu’nun sahipleri i as ettiklerinden, bir parça ekmek uğruna şatoyu Baron’a satmak zorunda kaldılar. Baron bu şatoyu antika
mobilyalar, yağlıboya tablolar, kıymetli tabak çanak ve heykellerle donattı. Burada üç eski hizmetçisiyle birlikte tek başına yaşıyordu. Şimdiye kadar buraya kimse ayak basmamıştı. Rubens’in üç, Watteau’nun iki yağlıboya tablosuyla Jean Goujon’un koltuğunun bulunduğu salonu kimse görmedi. Tüm bunların dışındaki kıymetli eşyalar ya zengin müşterilerden ya da açık arttırmalardan satın alınmıştı.
Şeytan Baron korkuyordu. Ölmekten falan değil ama onca tutkuyla ve bu işlerden anlayanların basiretiyle en pişkin koleksiyoncuların bile yanıltamadığı biri olarak biriktirdiği onca kıymetli eşyanın çalınmasından. Onların hepsini seviyordu. Kıskanç bir âşık gibi ya da cimri bir insan gibi… Her gün güneş batarken ana yola açılan köprünün demir parmaklıklı kapısıyla şatonun avlusuna açılan kapı kapanıp sürgülenirdi. Bunlara en ufak bir dokunuşta alarm devreye girer, sessizliği bozardı. Şatonun Seine Nehri’ne bakan kısmında korkulacak bir şey yoktu, çünkü burada ta göğe kadar yükselen kayalıklar bulunuyordu.
Eylül ayının bir cuma günü köprünün öbür tarafından her zamanki gibi postacı çıkageldi. Ve her gün olduğu gibi Baron ağır demir kapıyı biraz araladı.
Karşısındaki adama iyice baktı. Köylülere özgü o kurnaz bakışları ve güleç yüzü yıllardan beri
tanıyan sanki kendisi değildi.
Adam güldü:
“Ben geldim, baron hazretleri. Önlüğümle şapkamı giyen başka biri olduğunu sanmayın!”
“Nereden bileceğim,” diye mırıldandı Baron. Postacı ona bir yığın gazete verdi:
“Size bir haberim var.” “Neymiş o?”
“Bir mektup getirdim… Hem de taahhütlü.”
Bir tek dostu bile olmayan, kabuğuna çekilmiş biri olarak yaşayan Baron’a hiç mektup gelmezdi. Hemen aklına kötü şeyler geldi ki bunun için de geçerli nedenleri vardı. Rahatını kaçıran bu mektubu kim yazmış olabilirdi?
“İmzanız gerekiyor, baron hazretleri.”
Endişeyle imzaladı. Sonra mektubu aldı ve postacı gözden kayboluncaya kadar bekledi. Bir aşağı bir yukarı dolaştıktan sonra köprünün korkuluğuna dayanarak zarfı yırtıp açtı. İçinden dört köşe bir kâğıt çıktı. Başlığı elle yazılmıştı: “Santé Hapishanesi, Paris. İmza: Arsen Lüpen.”
Sayın Baron Cahorn,
İki salonu birleştiren koridorda Philippes de Champaigne’in bir resmi asılı; kalitesi fevkalade ve çok hoşuma gidiyor. İki tane Rubens’iniz de tam benim zevkime göre, keza Watteau’nun ufak tablosu. Sağ
taraftaki salonda VIII. Louis’nin yemek takımı masası, Beauvais’nin duvar halıları, imparatorluk devrinden kalma ‘Jacob’ imzalı komodin ve Rönesans devrine ait bir sandık var.
Sol taraftaki salondaysa mücevherlerin ve minyatürlerin bulunduğu cam dolaba bayılıyorum.
Bu kez bu eşyalarla yetineceğim. Sanırım onları satmak kolay olacak. Tüm bu eşyaları güzelce ambalajlayıp sekiz gün içinde benim adıma Batignolles Tren İstasyonu’na göndermenizi rica ederim. Taşıma ücretini ben ödeyeceğim. Bu ricamı yerine getirmezseniz 28 Eylül’de, çarşambayı perşembeye bağlayan gece onları kendim gelip yükleyeceğim. Tabii o zaman sadece bunlarla yetinmeyeceğimi bilin.
Rahatsız ettiğim için özür dilerim. Saygılarımla,
Arsen Lüpen
Dikkat: Watteau’nun iki tablosundan büyük boy olanını lütfen göndermeyin. Açık arttırmada otuz bin frank karşılığında satın aldığınız bu resim bir kopyadır. Orijinali Barras’daki Müze Yönetmeliği binasında gerçekleşen bir eğlencede yandı. Bu konuda yeterli bilgiyi Garat’nın henüz yayınlanmayan anılarında bulabilirsiniz.
XV. Louis’nin kemerine de kıymet vermiyorum, çünkü sahte olabilir.
Bu mektup Baron Cahorn’u çok sarstı. Başkası imzalamış olsaydı da korkacaktı, ama bu kez işin içinde Arsen Lüpen vardı.
Arsen Lüpen!
Gazete meraklısı olduğu için dünyada olup biten soygun ve cinayetlerden haberi vardı. Elbette Lüpen’in Amerika’da, düşmanı Ganimard tarafından tutuklandığını, şu anda hapishanede olduğunu ve mahkemeye çıkarılacağını biliyordu. Öte yandan Lüpen için her şeyin mümkün olduğunu da biliyordu. Lüpen’in şatoyu ayrıntılarına kadar tarif etmesine, resimlerin ve eşyaların yerini bilmesine ne demeliydi? Korkunç bir tehditti bu. Kimsenin görmediği tüm bu kıymetli şeyler hakkındaki bilgiyi nereden edinmişti?
Baron bakışlarını Malaquis Şatosu’nun keskin siluetine, kayalık girişine, etrafını çeviren derin sulara dikti. Sonra omuz silkti. Şimdiye dek el sürülmemiş koleksiyonuna hiç kimse erişemezdi. Hiç kimse. Ya da Arsen Lüpen’den başka hiçkimse. Arsen Lüpen için kapıların, iner kalkar köprülerin ve duvarların lafı mı olurdu? Arsen Lüpen bir şeyi gözüne kestirmişse, en ustaca hazırlanmış engeller ya da önlemler ne işe yarardı?
Aynı akşam Baron Cahorn, Rouen Savcılığı’na bir mektup yazdı. Kendisine gönderilen mektubu da aynı zarfın içine koyarak koruma ve yardım istedi.
Cevap gecikmedi:
Şu anda Arsen Lüpen, Santé Cezaevi’nde yatmaktadır ve sıkı gözetim altındadır. Bu nedenle mektup yazma olanağı yoktur. Size gönderilen yazıyı başka biri yazmış olsa gerek. Ortadaki gerçeklerden yola çıkıldığında mantıken bu sonuca varıyoruz. Ne olur ne olmaz diye el yazısını bir bilirkişiye gösterdik. Her ne kadar arada benzerlik olsa da bunun mahkûma ait olmadığına karar verildi.
“Benzerlik olsa da”… Bu üç sözcük Baron’un aklına takılmıştı. Bu bir bakıma savcılığın kuşkulandığının itirafıydı. Aslında salt bu nedenle soruşturma başlatılmalıydı.
Baron’un korkusu gitgide artıyordu. Durmadan mektubu okuyordu: “Onları kendim gelip yükleyeceğim!” Hele şu tarih, “… 28 Eylül, çarşambayı perşembeye bağlayan gece.”
Baron vesveseli ve suskun bir adamdı, bu nedenle hizmetçilerine açılmayı göze alamadı. Onca sadakatlerine karşın şüpheden uzak sayılmazlardı. Yine de yıllardan sonra ilk kez biriyle dertleşmek ve onun önerisini alma ihtiyacı duydu. Adalet onu yarı yolda bırakmıştı. Tek başına bu işin altından kalkabileceğine de inanmıyordu. Bu nedenle Paris’e gidip bir dedektif tutmaya karar verdi.
Aradan iki gün geçti. Üçüncü gün gazeteleri okurken umutla doldu. Reveil de Caudebec gazetesinde şöyle bir yazı çıkmıştı:
Üç haftadan beri Emniyet eski müdürlerinden Başmüfettiş Ganimard’ı şehrimizde ağırlamaktan gurur duymaktayız. Son başarısını Arsen Lüpen’i tutuklayarak gösteren ve Avrupa’da da hak ettiği üne kavuşan Bay Ganimard, dinlenmek amacıyla balık tutuyor.
Ganimard! Baron Cahorn’a yardım edebilecek tek kişi oydu. Lüpen’in planlarını o kurnaz ve sabırlı Ganimard’dan başka kim tahmin edebilirdi ki?
Baron bir dakika bile tereddüt etmedi. Şatoyla Caudebec kasabası arası altı kilometreydi. Bu yolu kurtuluş umuduna kapılmış bir adamın rahatlığı içinde yürüdü.
Başmüfettişin adresini ona buna sorduysa da bulamadı. Derken Seine Nehri boyunca sıralanan dükkânlardan birinin yanında Reveil gazetesinin idarehanesini gördü. Yazı işleri müdürü oradaydı. Adam pencereye doğru yürürken, “Ganimard mı?” dedi, “Onu mutlaka rıhtımda, oltasıyla görürsünüz. Kendisiyle orada tanıştık. Ben tesadüfen oltasına işlenmiş ismini görüverdim. İşte bakın, gezinti yolundaki ağaçların altında oturan kısa boylu, yaşlı adam…”
“Hasır şapka giymiş redingotlu adam mı?”
“Ta kendisi! Acayip bir ihtiyar; sessiz, somurtkan.” Baron, beş dakika sonra konuşmak için ünlü Ganimard’ın yanına varmıştı. Önce kendini tanıttı, sonra sohbete girişti. Bu işi pek beceremeyince doğrudan doğruya konuya geçti ve olan biteni anlattı.
Ganimard hiç isti ni bozmadan, gözünü de balıklardan ayırmadan onu dinledi. Sonra, başını çevirerek karşısındakini acırcasına tepeden tırnağa kadar süzdü:
“Bakın bayım,” dedi, “İnsan soyacağı kişiye daha önceden haber vermez. Hele hele Arsen Lüpen şamatadan hiç hoşlanmaz.”
“Ama…”
“Bayım, bu konuda en ufak bir şüphem olsaydı, inanın bana, gözümü bile kırpmadan o Aziz Lüpen’i yine seve seve kodese tıkardım. Ne var ki zaten içeride yatıyor.”
“Ya kaçarsa?”
“Santé Cezaevi’nden kolay kolay kaçılmaz.” “Ama o…”
“Onun da ötekilerinden farkı yok.” “Yine de…”
“Keşke kaçsa. Onu zevkle yine yakalarım. Siz bu arada gidin, güzel bir uyku çekin. Şu levreği de
ürkütmeyin!”
Konuşma bitmişti. Baron, Ganimard’ın bu umursamazlığı karşısında biraz rahatlamış olarak eve döndü.
Kapı kilitlerini, hizmetçileri kontrol etti. Böylece kırk sekiz saat daha geçti. Artık korkulara yer kalmadığı hükmüne varmıştı. Boş yere vehme kapılmıştı. Evet, Ganimard haklıydı; hiçbir hırsız soyacağı kimseye önceden haber vermezdi.
Beklenen saat yaklaşıyordu. Ayın 27’sine rastlayan salı günü kayda değer bir şey olmadı. Ama saat üçte ufak bir çocuk kapıyı çaldı. Bir telgraf getirmişti.
Batignolles’a hâlâ eşya gelmedi. Her şeyi yarın akşam için hazır edin. Arsen.
Baron’un yeniden kafası karıştı; Arsen Lüpen’in istediğini yerine getirsem mi getirmesem mi diye düşünmeye başladı.
Caudebec’e koştu. Ganimard aynı yerde açılır kapanır bir iskemleye oturmuş, balık tutuyordu. Baron hiçbir şey söylemeden ona telgrafı uzattı. “Eee, ne olmuş ki?”
“Ne olmuşu var mı? Yarın gerçekleşecek.” “Ne?”
“Soygun! Koleksiyonum çalınacak!”
Ganimard oltasını bir yana bıraktı. Baron’a doğru dönerek ellerini göğsünde kavuşturdu. Sabrı
tükenmişti:
“Ne yani? İşim yok da bu uyduruk masalla mı uğraşacağım!”
“Ayın 27’sini 28’ine bağlayan geceyi şatomda geçirmek için ne istersiniz?”
“Hiçbir şey! Beni rahat bırakın!”
“Fiyatını söyleyin. Ben zenginim, hem de çok zengin.”
Bu açık teklif Ganimard’ı şaşırttı. Şimdi sakinleşmişti. Cevap verdi:
“Ben burada tatil yapıyorum. Böyle işlere burnumu sokmaya hiç niyetim yok…”
“Kimse bilmeyecek. Ne olursa olsun, ben de ağzımı açmayacağım.”
“Zaten bir şey olmayacak.” “Pekâlâ, üç bin frank yeter mi?”
Müfettiş en yesinden bir tutam çekti. Düşündü. Sonra, “Olur,” dedi, “Ama şunu söyleyeyim ki bu parayı boşuna sokağa atıyorsunuz.”
“Hiç önemli değil.”
“Peki o zaman… Bakalım bu şeytan Lüpen ne işler becerecek? Emrinde koskoca bir çete olsa gerek. Hizmetçileriniz güvenilir mi?”
“Bilemiyorum ki…”
“O zaman onları hesaba katmayalım. Ben telgraf çekip iki adam ayarlarım, onlar bize daha çok
yardımcı olur. Şimdi siz buradan uzaklaşın, bizi birlikte görmesinler. Yarın saat dokuza doğru görüşürüz.”
Ertesi gün Baron Cahorn duvara asılı tüfeklerini temizledi. Sonra Malaquis Şatosu civarında gezintiye çıktı. Gözüne sıra dışı bir şey ilişmedi.
O akşam saat sekiz buçukta hizmetçilerine izin verdi. Onlar şatonun ta öbür ucunda, anayola bakan kısımda yatıp kalkıyorlardı. Baron yalnız kalınca dört kapıyı da dikkatlice açtı. Az sonra ayak sesleri duyuldu.
Ganimard, iki yardımcısını tanıştırdı. Bunlar uzun boylu ve güçlü delikanlılardı. Sonra biraz bilgi edindi. Şatoyu gözden geçirdikten sonra tüm kapıları kapattı. Koleksiyonun bulunduğu salona açılan tüm geçitlere barikatlar kurdu. Duvarları inceledi, halıların altına baktı ve yardımcılarını ana koridora nöbetçi tayin etti.
“Aptallık etmeyin! Buraya uyumaya gelmedik! En ufak bir gürültü duyarsanız avluya bakan pencereyi açıp beni çağırın. Şatonun nehre bakan kısmına dikkat edin. Onun çapında bir adam için on metre yükseklikteki kayalıkları aşmak işten bile değil.” Kapıları kilitledi ve anahtarlarını aldı. Sonra Baron’a döndü:
“Şimdi gidip yerlerimizi alalım.”
Geceyi geçirmek için iki ana giriş kapısı arasındaki kale duvarının içine inşa edilmiş ufak bir odayı seçti. Eskiden burası nöbetçi kulübesi olarak kullanılırdı. Bir gözetleme deliğinden bakıldığında köprü, öbüründen bakıldığında da şatonun avlusu görülüyordu.
Bir köşede de kuyu ağzı vardı.
“Yani Baron hazretleri, sizce kalenin dehlizine ulaşan tek yol bu kuyu, öyle mi?”
“Evet.”
“Kimsenin bilmediği başka bir giriş yoksa içimiz rahat demektir.”
Üç tane iskemleyi yan yana dizdikten sonra yayılarak üzerlerine oturdu ve piposunu yaktı. Bir yandan da içini çekti:
“Son günlerimi geçireceğim evceğizime bir kat daha çıkmak istemeseydim bu işi kabul etmezdim, baron hazretleri. Bunu Lüpen’e anlatsam katıla katıla güler.”
Baron gülmedi. Sessizlikte huzursuzluğu bir kat daha artarken etrafa kulak kabartıyor, arada bir de kuyunun üzerine eğilip korkulu bakışlarını karanlık deliğe yöneltiyordu.
Saat on biri, sonra gece yarısını ve biri vurdu. Baron, Ganimard’ı kolundan çekerek birden uyandırdı. Adam yerinden sıçradı.
“Duyuyor musunuz?” “Evet.”
“Nedir bu?”
“Ben horluyordum.”
“Yok canım. Dinlesenize…” “Haa, bir otomobil kornası.” “Ee?”
“Ee mi? Lüpen herhalde şatoyu yıkmak için bir otomobili tank gibi kullanacak değil. Onun için baron hazretleri, siz yine yerinize geçin. Uyumaya bakın. Ben de öyle yapacağım. Haydi iyi geceler.” Gün ağarırken odalarından çıktılar. Ortalıkta derin bir sessizlik vardı, şatonun etrafını saran akarsuyun neden olduğu huzurlu bir hava… Baron Cahorn sevinçten uçuyordu. Ganimard ise her zamanki gibi sakin ve düşünceliydi. Merdivenden yukarı çıktılar. Etrafta hiç gürültü yoktu. Şüpheli hiçbir şeye rastlamadılar.
“Ben size demedim mi, Baron hazretleri? Aslında bu görevi üstlenmemeliydim. Utanıyorum doğrusu.”
Anahtarları çıkardı, koridora geçtiler.
Nöbetçi polisler, kolları iki yanda, iskemlelerinde uyuyakalmıştı.
“Lanet olsun!” diye homurdandı müfettiş. Aynı anda baron haykırdı:
“Tablolar! Yemek masası!”
Boğulurcasına kekelerken eliyle boşalan yerleri, çivi çakılı çıplak duvarları ve boş askıları gösteriyordu. Watteau gitmişti! Rubens’ler çalınmıştı! Duvar halıları yürütülmüştü! Camlı dolaplar, mücevherler ortada yoktu!
“XVI. Louis’nin şamdanı! İmparatorun şamdanı! On ikinci yüzyıldan kalma Meryem Ana tablosu! Nerede bunlar?”
Bir köşeden öbür köşeye koşuyordu. Allak bullak olmuştu. Çaresizlik içindeydi.
Hepsinin satış yatlarını hesaplıyor, bunu yaparken de abuk sabuk söyleniyordu. Ayaklarını sertçe yere vuruyor, üzüntüyle bağırıyordu. Tek çaresi intihar olan bir adam gibi davranıyordu.
Tek tesellisi, Ganimard’ın suratındaki şaşkınlık. Baronun aksine, müfettiş yerinden kıpırdamadı. Taş gibi kalakalmıştı. Gözlerini çevresinde dolaştırdı. Pencereler? Kapalıydı. Kapı kilitleri? Zorlanmamıştı. Tavanda delik açılmamıştı. Zemin de kazılmış değildi. Her şey eskisi gibiydi. Ama bu iş acımasız bir planla ve metotlu bir çalışmayla gerçekleşmişti işte!
“Arsen Lüpen…” diye mırıldandı. Bitkindi.
Birden yardımcılarına yüklendi. Hıncını sanki onlardan alacaktı. Ağzına gelen küfürleri
sıralayarak onları sarsıp salladı. Bir türlü uyanmıyorlardı.
“Kahretsin!” dedi. “Yoksa…”
Üzerlerine eğildi ve ikisini de ayrı ayrı inceledi.
Uyuyorlardı, ama bu normal bir uyku değildi.
Barona döndü:
“Uyutmuşlar!”
“Ama kim yaptı bunu?”
“Tabii ki o yaptı canım! Ya da onun adamlarından biri. Bu tam onun işi, biliyorum.”
“Desenize mahvoldum. Yapacak bir şey yok.” “Yok.”
“Ama bu iğrenç bir şey… Korkunç bir şey…” “Dava edin.”
“Ne yararı olur ki?”
“Lanet olsun! Hiç olmazsa deneyin bir kere. Belki Savcılık bir şeyler yapar.”
“Savcılık mı? Siz kendinize bir baksanıza. Bir iz arayıp bulacağınız yerde yerinizden bile kıpırdamıyorsunuz.”
“Arsen Lüpen’in söz konusu olduğu yerde iz bulmak ha! Yok, efendim. Arsen Lüpen ardında iz bırakmaz. Her şeyi sağlama alır. Bazen kendi kendime soruyorum, Amerika’da kendini bana bilerek mi tutuklattı diye.”
“Yani bütün tablolarımdan vazgeçeyim, öyle mi? Ama koleksiyonumdaki incileri de yürüttü. Onları bulmak için bir servet ödemeye hazırım. Lüpen’e karşı bir şey yapılmayacaksa, hiç değilse çaldıklarının yatını söylese!”
Ganimard ona sertçe baktı.
“Mantıklı. Sadece yatını öğreneceksiniz..” “Evet.”
“Bir krim var.” “Neymiş o?”
“Bunu soruşturmalar sonuç vermezse konuşuruz. Bu konuda tek kelime bile söylemek istemiyorum. Bir şeyler bulmamı istiyorsanız siz de susun.”
Ve dişlerinin arasından mırıldandı:
“Zaten çuvallamış durumdayım.”
Yardımcıları yavaş yavaş ayıldılar. Derin bir uykudan uyanmış gibiydiler. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ganimard onlara soru sorduğunda hiçbir şeyi hatırlamadılar.
“Birini görmüş olmalısınız. ” “Görmedik.”
“İyi düşünün.” “Hayır, görmedik.”
“Hiçbir şey de içmediniz mi?”
Düşündüler. Biri, “Durun bakayım, ben bir bardak su içtim,” dedi.
“Şu sürahiden mi?” “Evet.”
“Ben de,” dedi öteki.
Ganimard suyu kokladı, tadına baktı. Doğru dürüst ne kokusu vardı ne de tadı.
“Haydi,” dedi, “Vakit kaybediyoruz. Arsen Lüpen’in ortaya attığı bir meseleyi beş dakika içinde çözecek değiliz ya! Fakat, yemin ediyorum ki onu bu kez de yakalayacağım.”
Aynı gün Baron Cahorn, Santé Cezaevi’nde yatan Arsen Lüpen aleyhine soygunculuk davası açtı. Ama Malaquis Şatosu’nu dolduran polisleri, savcıyı, sorgu hâkimlerini, gazetecileri ve her işe burnunu sokan meraklıları gördükten sonra davayı açtığına pişman oldu.
Olay herkesi heyecanlandırdı. Arsen Lüpen adı hayal gücünü o denli çalıştırdı ki gazete sütunları onun fantastik öyküleriyle doldu. Okuyucular da bunlara inanıyordu.
Arsen Lüpen’in Baron’u küstahça uyaran ilk mektubu Echo de France’ta yayınlandı. Gazeteye bu mektubu kimin verdiği hiçbir zaman öğrenilemedi. Bu mektup herkesi çok heyecanlandırdı. Ortaya akla gelmedik teoriler atıldı. Yeraltı tünellerinden
bahsedildi. Savcılık hep bunların etkisinde kalarak bu yönde harekete geçti.
Şato baştan aşağı araştırıldı, her bir taşı elden geçti. Duvarlardaki ahşap kaplamalar, şömine, pencere pervazları ve tavan kirişleri incelendi. Elde meşalelerle, vaktiyle Malaquis Beyleri’nin yiyecek deposu ve cephanelik olarak kullandığı koskoca mahzenler gözden geçirildi. Hiçbir şey bulunamadı. En ufak bir ize rastlanmadı. Gizli bir geçide de rastlanmadı.
İyi ama mobilyalar ve resimler kendi kendine uçup gitmedi ya! Hepsi ya kapıdan ya da pencereden dışarı çıkarılıp götürüldü ve bunları yapanlar da ya kapıdan ya pencereden girip çıktı tabii. Ama kimdi bunlar? Buraya nasıl girdiler? Ve nasıl çıkıp gittiler? Çaresiz kalan Rouen Savcısı Paris Emniyeti’nden destek istedi.
Emniyet Müdürü Bay Dudouis en iyi adamlarını gönderdi. Kendisi de iki gün Malaquis Şatosu’nda kaldı, ama o da bir şey bulamadı.
Bunun üzerine birçok kez tanışma fırsatı bulduğu ve çalışmalarını takdir ettiği müfettiş Ganimard’ı çağırttı.
Ganimard amirin anlattıklarını susarak dinledikten sonra başını iki yana salladı:
“Bence şatonun araştırılmasına gerek yok, yanlış yoldayız. Çözüm başka yerde.”
“Nerede?”
“Arsen Lüpen’de.”
“Arsen Lüpen’de mi! Böyle söylersek bu işi onun yaptığını kabullenmiş oluyoruz.”
“Haklısınız, ama ben bundan eminim.” “Saçma! Arsen Lüpen hapiste yatıyor.”
“Arsen Lüpen cezaevinde yatıyor, tamam. Sıkı sıkıya da kontrol altında gözaltında. O da tamam. Ama eline ayağına zincir vurup ağzını tıkasalar bile bu krimi değiştirmem.”
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
“Çünkü böylesine büyük bir soygunu ancak Arsen Lüpen başarır. Nitekim başardı da.”
“Bunlar boş laf, Ganimard.”
“Ama gerçek. Yeraltı geçitleri, gizli odalar gibi saçmalıklar aramayın. O herif artık tarihe karışmış ve yıpranmış oyunlara başvurmaz. O bugünün, hatta yarının adamı.”
“Peki, niyetin ne?”
“Onunla bir saat konuşmama izin verin.” “Hücresinde mi?”
“Evet. Amerika dönüşü yoldayken pek güzel anlaştık. Hatta kendisini tutuklayan kişiye karşı sempati beslediğini bile söyleyebilirim. Kendini
alçaltmadan bana verebileceği bilgiyi verecektir. O zaman seyahatim boşa çıkmamış olur.”
Ganimard, Arsen Lüpen’in hücresine getirildiğinde öğlen olmuştu. Lüpen yatağında yatmaktaydı. Müfettişi görünce başını kaldırarak bir sevinç çığlığı attı.
“Buna sürpriz denir işte. Sevgili Ganimard, sen misin?”
“Ta kendisi.”
“Kendi seçtiğim bu sakin köşemde çok şey istedim. Ama hiçbir şey beni seni görmek kadar sevindirmedi.”
“Çok naziksin.”
“Nezaketten değil, sana karşı hep saygı duymuşumdur.”
“Beni gururlandırıyorsun.”
“Hep söylemişimdir: Ganimard bizim en iyi dedekti miz. Yani, ciddi söylüyorum, Sherlock Holmes’ten aşağı kalır yanın yoktur. Sana ancak şu tabureyi önerebildiğim için çok üzgünüm. Sana ikram edebileceği bir içecek bile yok! Kusura bakma, ben de geçici olarak buradayım.”
Ganimard gülümseyerek oturdu. Lüpen konuşmasını neşeyle sürdürdü:
“Doğrusu, karşımda namuslu bir adam gördükçe gözlerim dinleniyor. Kaçmamam için günde on defa
şu mütevazı odamı ve ceplerimi araştıran memurlardan bıktım artık. Devlet bana bu kadar kıymet veriyor demek.”
“Sebepsiz yere değil.”
“Neden canım? Beni rahat bıraksalar sessiz bir hayat yaşayıp giderdim.”
“Başkalarından aldıklarınla.”
“Değil mi? Bu çok kolay olurdu. Gevezeliğim tuttu, aptalca konuşup duruyorum. Senin acelen vardır. Açık konuşalım, Ganimard. Ziyaretini neye borçluyum?”
“Cahorn Davası,” diye açıkladı Ganimard.
“Dur bir dakika. Hakkımda açılmış bir sürü dava var. Önce beynimde şu Cahorn Davası’nın dosyasını bulayım. Hah, buldum. Cahorn Davası, Malaquis Şatosu, Aşağı-Seine Nehri. İki Rubens, bir Watteau, birkaç ufak eşya.”
“Ufacık!”
“Bunların hepsi önemsiz şeyler. Piyasada daha iyileri var. Ama anlaşılan sen bu işle ilgileniyorsun. Konuş öyleyse Ganimard.”
“Soruşturmalarımızda hangi aşamaya geldiğimizi söylemek zorunda mıyım?”
“Gerekmez. Bu sabahki gazeteleri okudum. Hatta pek ilerlemediğinizi de söyleyebilirim.”
“Onun için sana geldim işte.”
“Emrine amadeyim.”
“Her şeyden önce, bu işte senin parmağın var, değil mi?”
“A’dan Z’ye kadar.” “Tehdit mektubu? Telgraf?”
“Hepsini ben gönderdim. Posta makbuzları da şurada bir yerde olmalı.”
Hücrede masa, yatak ve taburenin dışında başka eşya yoktu. Arsen, beyaza boyalı ufak masanın çekmecesini açarak içinden iki pusula çıkarıp Ganimard’a uzattı.
“Vay anasını!” dedi dedktif. “Ben de seni dikkatli bir şekilde izliyorlar sanmıştım. Desene aramalar boşunaymış. İstediğin gibi gazete okuyorsun, makbuz biriktiriyorsun…”
“Pöh! Buradakilerin hepsi aptal! Ceketimin astarını söküyor, pabuçlarımın tabanına bakıyor, hücremin duvarlarını dinliyorlar da akıllarına şu çekmeceye bakmak gelmiyor.”
Ganimard güldü:
“Çok komik adamsın! Beni şaşırtıyorsun. Haydi, anlat hepsini.”
“Sen de çok şey istiyorsun. Bütün sırlarımı vereyim mi yani? Bu önemli bir mesele.”
“Yardımcı olacağına güvenmekle hata ettim galiba?”
“Yok, Ganimard. Fazla ısrar edersen hayır demem.”
Arsen Lüpen büyük adımlarla hücreyi arşınladıktan sonra durdu:
“Baron’a yazdığım mektuba ne diyorsun?” “Galiba biraz eğlenmek istedin; halka oynadın!”
“Halka mı? Ben de seni daha akıllı sanmıştım, Ganimard. Ben, Arsen Lüpen, hiç işim yok da böyle çocukça işlerle vakit kaybedeceğim! Baron’a mektup yazmadan onu soyabilecek olsaydım, hiç mektup yazar mıydım? Kafanı çalıştırsana. Bu mektup her şeyi harekete geçiren bir zemberek gibiydi. Hadi her şeye baştan başlayalım. İstersen Malaquis soygununu birlikte hazırlayalım.”
“Dinliyorum.”
“Diyelim ki karşımızda tüm kapıları kapalı bir şato var; tıpkı Baron Cahorn’nunki gibi. Bu şatoya girme imkânı yok diye elde etmek istediğim hâzineden vazgeçer miydim?”
“Geçmezsin sen.”
“Yanıma bir sürü adam alıp saldırsam?” “Çocukça bir iş olur.”
“Oraya gizlice girsem?” “İmkânsız.”
“O zaman tek bir olasılık kalıyor: Kendimi şato sahibine davet ettirmek.”
“İlginç bir olasılık.”
“Ve de çok kolay! Diyelim ki bu şato sahibi günün birinde bir mektup alıyor. Kendisine Arsen Lüpen adında ünlü bir hırsızın şatosunu soyacağı bildiriliyor. Bu durumda ne yapar?”
“Mektubu savcılığa gönderir.”
“Savcı dalgasını geçer, çünkü aynı Lüpen o anda hapiste yatmaktadır. Adamcağız çaresiz kalınca kendisine yardım eli uzatacak olandan medet umar. Öyle değil mi?”
“Öyle.”
“Gazetelerden birinde ünlü bir polis memurunun komşu kasabada tatilini geçirmekte olduğunu okursa ne yapar?”
“Gidip onu bulur.”
“Üstüne bastın. Şimdi, Arsen Lüpen kendi yapamayacağı işi ya başkasına yaptırırsa… En yetenekli arkadaşlarından birini Caudebec’e gönderip Baron’un abone olduğu Reveil gazetesiyle temasa geçmesini ve kendisini ona o ünlü dedektif olarak tanıtmasını söylerse ne olur?”
“Gazete sahibi Baron’a o ünlü dedekti nerede bulacağını söyler.”
“Doğru, ama iki olasılık söz konusu: Ya balık, yani Cahorn zokayı yutmazsa? O zaman yapacak bir iş yok. Ya da ki bu daha olası, kalkar buraya gelir. Ve
zavallı Cahorn bana karşı, dostlarımdan birinden yardım ister.”
“İş çatallaşıyor.”
“Tabii sahte dedektif önce yardım etmek istemez. Derken Arsen Lüpen’den bir telgraf gelir. Dehşet içinde kalan Baron bir kez daha dostuma yalvarır ve şatoda nöbet tutması için bilmem ne kadar para teklif eder. Dostum, Cahorn’u sözüm ona korurken iki yardımcısı tüm kıymetli eşyaları iple aşağı sarkıtarak daha önce ayarladıkları bir likaya yüklerler. Tam Lüpenlik iş!”
“Harika!” dedi Ganimard. “Bu buluşa ve soğukkanlılığa diyecek yok doğrusu! Ama Baron’u adıyla sakinleştirecek ünlü bir dedektif düşünemiyorum ben.”
“Böyle biri var.” “Kim?”
“Arsen Lüpen’in can düşmanı, kısacası müfettiş Ganimard.”
“Ben ha!”
“Evet sen, Ganimard! İşin hoş tarafı da bu ya! Sen oraya gidersen, Baron da her şeyi anlatmaya karar verirse, ister istemez kendini tutuklatırsın. Tıpkı benim Amerika’da yaptığım gibi. Ha? Ne diyorsun buna? Öç alma buna denir işte; Ganimard’ı Ganimard’a tutuklatıyorum!”
Arsen Lüpen kahkahayla gülüyordu. Öfkeli dedektif dudaklarını ısırdı. Sevinç çığlığı atacak bir şey göremiyordu ortada.
Gardiyanın hücreye girişi kendini toparlaması için zaman kazandırdı ona. Adam yemek getirmişti. Arsen Lüpen özel izinle yemeğini hep komşu lokantadan getirtiyordu. Adam tepsiyi masanın üzerine koyduktan sonra uzaklaştı. Arsen Lüpen oturdu. Ekmeğini iki üç parçaya ayırdıktan sonra yemeye başladı:
“Merak etme, Ganimard. Sen oraya gidecek değilsin. Sana bir şey açıklayacağım, ağzın açık kalacak: Dava bitmek üzere.”
“Ne?”
“Bitmek üzere diyorum.
“Olamaz, ben şimdi emniyet müdürünün yanından geliyorum.”
“Eee? Bay Dudouis benim bildiğimden daha fazlasını mı bilecek? Bak Ganimard, kusura bakma, ama yalancı Ganimard’la Baron’un arası çok iyi. Baron bu nedenle şimdiye kadar ağzını açmadı ve ona çok özel bir görev verdi: Benimle buluşup pazarlığa oturacaktı. Belki de şu saatte Baron belli bir para karşılığında o çok sevdiği eşyalarına yine kavuşmuştur. Buna karşılık olarak açtığı davadan vazgeçecek. Böylece ortada hırsızlık diye bir şey
kalmayacak. Bu da savcının ya işine gelecek ya da onu küplere bindirecek.”
Ganimard, mahkûma şaşkın şaşkın baktı. “Tüm bunları nereden biliyorsun?”
“Az önce gelen telgraftan.”
“Az önce sana telgraf mı geldi?”
“Bir dakika, aziz dostum. Ayıp olmasın diye yanında okumadım. Ama izin verirsen…”
“Dalga geçme, Lüpen!”
“Zahmet olmazsa şu rafadan yumurtanın tepesini keser misin? O zaman seninle dalga geçmediğimi anlarsın.”
Ganimard kendine söyleneni yaptı. Bıçakla yumurtayı kesti. Haykırmaktan kendini alamadı. Boş kabuğun içinden mavi renkte, katlanmış bir kâğıt çıktı. Arsen Lüpen’in ricası üzerine katlı kâğıdı açtı. Bu bir telgraftı, daha doğrusu posta damgası yırtılmış bir telgraf. Okudu:
“Anlaşma sağlandı, yüz bin papel ödendi. Her şey yolunda.”
“Yüz bin papel mi?”
“Evet, yüz bin frank. Aslında az para, ama piyasa kötü. Masrafım da çok. Bütçemi bir bilsen… Büyük şehirde yaşamak ucuz olmuyor.”
Ganimard ayağa kalktı. Can sıkıntısı geçmişti. Birkaç saniye düşündü. Zayıf bir nokta bulabilme
umuduyla tüm olayı bir kez daha aklından geçirdi.
Sonra karşısındakine duyduğu hayranlığı saklayamadı:
“İyi ki senin gibi bir düzine adam yok, yoksa hepimizi emekliye sevk ederlerdi.”
Arsen Lüpen mütevazı bir tavırla:
“Burada boş boş oturacağıma biraz eğleneyim dedim.”
“Ne yani? Hakkında açılan dava, soruşturma falan, tüm bunlar senin için eğlence mi?”
“Artık değil. Ben nasıl olsa mahkemede bulunmayacağım.”
“Tabii!”
Arsen Lüpen sözcüklerin üzerine basarak yineledi: “Mahkemede bulunmayacağım.”
“Sahi mi?”
“Ne zannettin dostum. Ben yaş tahtaya basar mıyım hiç? Arsen Lüpen ancak canı istediği sürece hapishanede kalır.”
“Hiç girmeseydin daha iyi ederdin,” diye alay etti müfettiş.
“Sen dalganı geç bakalım. Beni nasıl tutukladığını unuttun mu? O anda çok daha ilginç bir şeye aklım takılmamış olsaydı, kimse beni tutuklayamazdı.” “Beni şaşırtıyorsun.”
“O anda bir kadın bana bakıyordu Ganimard ve ben bana bakan o kadını seviyordum. Sevdiğin kadının sana bakmasının ne demek olduğunu bilir misin sen? İşte o anda her şey vız gelip tırıs gider. Bu yüzden, sırf bu yüzden şimdi buradayım.” “Ama uzun zamandır yatıyorsun.”
“Her şeyi unutmak istiyordum. Gülme. Macera o kadar hoştu ki hâlâ düşünürken duygulanıyorum. Ayrıca sinirlerim bozulmuştu. Çağımızda yaşam o kadar heyecan verici ki! Arada bir dinlenmek için kaplıcalara gitmek gerekiyor. Ben de onun yerine burayı yeğledim. İnsan Santé’de sağlığına kavuşuyor!”
“Arsen Lüpen, gerçekten kötü bir adam değilsin.” “Teşekkür ederim. Bak Ganimard, bugün cuma.
Gelecek çarşamba saat tam dörtte puromu senin
Pergolese Sokağı’ndaki evinde tüttüreceğim.”
“Beklerim.”
Birbirine değer veren iki dost gibi el sıkıştılar.
Müfettiş kapıya yöneldi.
“Ganimard!” Dedektif döndü:
“Ne var?”
“Ganimard, saatini unuttun.”
“Saatimi mi?”
“Evet, yanlışlıkla cebime girmiş.” Özür dileyerek saati müfettişe verdi:
“Kusura bakma. Alışkanlık işte. Benimkini aldıkları için ben de seninkini alayım dedim. Gerçi şimdiye kadar şu kronometreli saatle idare ediyordum ama…”
Çekmeceden altın zincirli büyük bir cep saati çıkardı.
“O kimin cebinden çıktı?” diye sordu Ganimard. Arsen Lüpen saatin üzerindeki har ere şöyle bir göz attı: “J.B. Kimdi bu acaba? Haa! Hatırladım;
Jules Bouvier, benim sorgu hâkimim. İyi adamdır.”
Yorumlar