9│İkimizin Adına

37 0 12 Ağustos 2024 1 Oy

Akşamın ilerleyen saatlerinde aniden patlayan şiddetli rüzgar, sokakları kasıp kavuruyordu. Yerlere atılmış gazeteler, poşetler ve diğer hafif çöpler, rüzgarın kudretiyle havalanıp düzensizce etrafımda dönerek geçiyordu. Rüzgarın baskısı ve kaldırımda telaşla oraya buraya kaçışan insanların arasında adımlarımı sağlam atmakta zorlanmama rağmen, inatla telefon kulübesine doğru ilerlemeye devam ettim. Ağzına kadar dolmuş, hatta taşmış olan çöp konteynerine fırlattığım dosya, rüzgarın etkisiyle savrularak geride kaldı.

“Lütfen, beni bekleyin Salman Bey. Yakında size onu getireceğim.”

Salman, düşünceli ve şaşkın bir halde açıklama yapmamı beklemişti; fakat ben yine onun sorularını cevapsız bırakıp sessizce çekip gitmiştim. Ancak bu kez, gidişimin arkasında güçlü bir sebep yatıyordu. Bu kaçış, saklanmak için değil, kendimi tam anlamıyla ortaya koymak içindi.

Onun da bana veda etmesini sağlamak içindi.

Sarisinin zarif eteğiyle saçlarını ve yüzünün bir kısmını örtmüş olan genç kadın, temkinli adımlarla telefon kulübesinden dışarıya süzüldü. Ben ise kapanmak üzere olan kapıya hızla elimi uzatarak içeriye adım attım. Rüzgar, kadının etrafında hafifçe dolanarak sarisinin uçlarını nazikçe savururken, gözlerinde saklı olan endişeyi ve kararlılığı fark etmemek imkansızdı. Kulübenin içindeki sessizliğe adım atarken, dış dünyanın karmaşası birkaç saniyeliğine ardımda kalmıştı.

“Eğer bir şeye ihtiyacın olursa, lütfen beni ara. Dostumun emaneti için elimden gelenin fazlasını yapacağım.”

Beni Mumbai’ye yolcu ederken, elime usulca bir kağıt tutuşturmuştu. Otobüse binerken sırtımı sıvazlamış ve aracın uzaklaşmasını gözleriyle takip ederek el sallamıştı. Mumbai’deki ilk günlerim, Ahmedabad’dakilerden pek farklı değildi. İşte o zamanlar, hafızama derinlemesine kazınan bu numarayı aramak ve ona, beni Suneel’e kavuşturması için yalvarmak istemiştim.

Hiçbir zaman arayamasam da numarasını asla unutmadım.

Yine son anda vazgeçeceğimi düşünerek, parmaklarım ağır ağır numarayı çevirdi. Ancak, bu kez aramayı sonlandırmaya fırsat bulamadan, telefonun diğer ucunda yaşlı bir ses yankılandı.

“Kimsiniz?”

Boğazını temizleyerek merak ve sabırsızlıkla sordu. Ahizeyi sıkarak sessiz kaldım, kelimeler boğazımda düğümlendi, yüreğimdeki tereddüt parmaklarımı titretirken. Sessizlik uzadıkça, o da telefonu kapatmaya hazırlanıyordu ki, bütün cesaretimi toplayarak, aceleyle ve titrek bir sesle konuşmaya başladım.

“İmam Zaahid amca… Ben Meena. Meena Dhwani.”

Sonunda cesaret mi bulmuştum, yoksa çaresizliğimi mi kabullenmiştim, bilmiyordum; ancak bildiğim tek şey, onun yardımı olmadan bu işin üstesinden gelemeyeceğimi nihayet anlamıştım.

“Hesabına ne kadar para yatırıldığını söylemiştin?”

Derin bir nefes alarak, sıkıntılı bir edayla bir kez daha cevap verdim ve kollarımı vezne masasına dayayarak yaşlı adamı izlemeye koyuldum. Yavaş ve kısıtlı hareketlerle sandalyesinden kalktı, ardından arka odanın loşluğuna doğru ağır adımlarla ilerledi. Bir süre ortadan kayboldu.

Eski bankanın içi, zamanın izlerini taşır gibiydi. Duvarlardaki boyalar yer yer dökülmüş, sararmıştı ve tavanın köşelerinde örümcek ağları dikkat çekiyordu. Veznenin üzerindeki ahşap süslemeler, yılların getirdiği yıpranmışlıkla solmuştu. Havanın içindeki toz, eski vantilatörün dönmesiyle birlikte dans ediyordu. Vantilatörün monoton uğultusu, kuyrukta beklemekten bıkmış insanların mırıldanmalarıyla birleşerek kafamın içinde bir senfoniye dönüşüyordu.

Zemindeki mozaik taşlar, yılların ayak izleriyle parlamış ve bazı yerlerde çatlamıştı. Bankanın içi, ağır bir nostalji kokusuyla doluydu; her köşesi zamanın durduğunu hissettiriyordu. Tam o sırada, yaşlı adam odanın kapısında belirdi, yüzünde yılların yorgunluğu okunuyordu. Gözleriyle beni buldu ve adımı seslendi.

Adamın peşinden arka odaya adım attığımda, karşıma çıkan manzara beklenmedikti. Oda, bankanın ön bölümünden daha da kasvetliydi. Duvarlar, yılların getirdiği solgunlukla griye dönmüş, nemin izleri tavandan aşağı doğru süzülmüştü. Tavanda asılı duran ve nadiren dönen eski bir pervane, odadaki ağır havayı zar zor hareket ettiriyordu.

Odanın köşelerinde, üst üste yığılmış eski evrak kutuları ve dosyalar vardı. Bazıları tozla kaplanmış, bazıları ise yıpranmış kağıtların dışarı sarktığı kutulardı. Bir köşede, kırık bir sandalye ve üzerinde unutulmuş, solmuş bir gazete dikkat çekiyordu.

Masaya doğru ilerlediğimde, her adımımın yankısı, zemindeki eski parke tahtalarının gıcırdayışıyla birleşti. Masanın üzerindeki toz tabakası, uzun süredir kullanılmadığını ele veriyordu. Ancak, bu tozlu yüzeyin ortasında, ağzına kadar para dolu bir çanta dikkat çekiyordu. Çantanın deri kaplaması, zamanın yıpratıcı etkilerinden nasibini almıştı; köşeleri aşınmış, metal kilitleri kararmıştı.

Yaşlı adamın yüzündeki ciddi ifade, odanın kasvetli atmosferiyle birleşerek, anın ağırlığını daha da arttırıyordu.

“Neredeyse şubedeki bütün parayı tükettin. Şimdi dışarıda bekleyen insanlara durumu kim izah edecek, söyle bana?”

Sözlerindeki ağırlığı ciddiye aldığımı, yüzümdeki mahcup ifadeyi görünce fark eden yaşlı adamın gözlerinde bir ışıltı belirdi.

“Merak etme, sadece şaka yapıyordum.”

Bu gülümseme, odanın kasvetli atmosferini bir nebze de olsa dağıttı.

Makbuzu çantanın üzerine bıraktıktan sonra, ağır adımlarla vezneye geri döndü. Ardından, sırada bekleyen insanlardan sabırsızlık ve huzursuzlukla dolu sitemli sözler yükselmeye başladı. O an, zamanın ne kadar kıymetli olduğunun farkına vararak, makbuzu çantanın içine dikkatlice yerleştirip çantanın kilitlerini kapattım. Paranın hepsini sayacak kadar zamanım yoktu, ancak çantayı teslim alacak kişi herhangi bir eksiklik fark ederse, bir şekilde tamamlamanın yolunu bulurdum, nasıl olsa.

Böylece, içimdeki eksikliği ve yarım kalan hikayemi tamamlamak için geri döndüm; Galaxy Apartmanı’na…

Hava iyice kararmış, cadde sessizliğe bürünmüştü. Karanlık, sokağın üzerine bir örtü gibi serilmiş, sokak lambalarının solgun ışığı altında titreyen gölgeler yaratıyordu. Para çantasını sıkı sıkıya kavrayarak geniş, kahverengi kapının önünde durdum. Kapının eski ahşabında zamanın bıraktığı izler, ışık oyunlarıyla daha da belirgin hale gelmişti. Derin bir nefes alarak, diğer tarafa seslendim.

Sessizliğin içinde yankılanan sesim, karanlığın derinliklerine doğru yayıldı. Bir süre sonra, kapının ardında ayak sesleri duyuldu. Ağır adımlar yaklaşırken, içimdeki gerginlik artıyordu. Nihayet, kapı yavaşça aralandı ve bir koruma dışarı çıktı. Adamın yüzü, titrek sokak lambasının ışığında gölgelenmiş, sert hatları belirginleşmişti. Gözlerinde dikkatli bir bakış, yılların deneyimi ve disiplinini yansıtıyordu.

“Buyurun, kime bakmıştınız?”

“Salman… Khan ile görüşmek istiyorum.”

“Kimsiniz?”

Koruma, gözlerini kısmış, dikkatle beni süzüyordu.

“Kendisi beni tanıyor…”

Biraz daha yaklaşıp alçak bir sesle ekledim.

“…Eğer ona ismimi söylerseniz-“

Cümlem, aniden çalmaya başlayan telefonun keskin sesiyle yarıda kaldı. Koruma, bir an bile tereddüt etmeden aramayı cevapladı ve birkaç adımda yanımdan uzaklaştı. Konuşmaktan ziyade dinliyor, sadece ara sıra başını sallayarak ya da kısa onaylar vererek karşı tarafı tasdik ediyordu. Bu sessiz ama yoğun diyalog, ortamın gerginliğini daha da artırıyordu.

Telefon görüşmesinin bitmesini beklerken, başımı yukarıya kaldırdım. Yukarıdaki pencerelerden birinde, Salman’ın silüeti, ince bir perdenin arkasında bile belirgin bir şekilde fark ediliyordu. Kulağında telefonu vardı, ve dikkatle konuşuyor gibi görünüyordu.

“Peki, Salman Bey. Ben kendisine eşlik ederim.”

Koruma, telefonu kapattıktan sonra bana döndü, yüzünde nötr bir ifade vardı.

“Hoş geldiniz, Meena Hanım.”

Sesindeki saygılı ton, Salman’ın otoritesinin bir yankısı gibiydi.

“Ah, teşekkürler…”

Bana saygısını sunmak için önümde eğilen koruma, ardından eliyle içeriyi işaret ederek beni buyur etti. Bu hareket, sessiz bir nezaketin ve derin bir bağlılığın ifadesiydi. Onun kılavuzluğunda, ağır ahşap kapının ardında saklı kalan dünyaya adım attım.

Bu kapı, bizi geniş ve taş döşenmiş bir avluya çıkardı. Taşlar, yılların izlerini taşıyor ve her birinin üzerinde zamanın yıpratıcı etkileri açıkça görülüyordu. Avlunun merkezinde, zarif bir çeşme, suyun ritmik sesiyle etrafa huzur yayıyordu. Çeşmenin etrafındaki taş banklar, geçmişin anılarını ve geleneksel dokuyu yaşatıyordu. Her bir taş, burada yaşanmış hikâyelerin sessiz tanığı gibiydi.

Avlunun bir köşesinde, Salman’ın lüks arabalarının park edildiği bir açık otopark yer alıyordu. Modern ve göz alıcı arabalar, bu geleneksel avluya kontrast bir dokunuş katıyordu. Metalik yüzeylerine vuran ışık, onları daha da göz alıcı kılıyordu. Bu arabalar, sahibinin zarafet ve prestij anlayışını yansıtırken, aynı zamanda modern dünyanın dinamiklerini de buraya taşıyordu.

Otoparkın hemen yanında yer alan apartmanın girişine doğru ilerledik. Apartmanın giriş kapısı, büyük ahşap panelleri ve demir işçiliğiyle dikkat çekiyordu. Kapının iki yanında yer alan büyük taş saksılar, içlerinde zarif bitkilerle, girişe doğal bir güzellik katıyordu. Girişin üzerindeki kemerli yapı ve taş işlemeler, buranın geleneksel mimari unsurlarıyla bezendiğini açıkça gösteriyordu.

Apartmana girdiğimizde, adımlarımızın yankılandığı taş merdivenleri tırmandım ve birinci kata çıktım. Koruma, beni Salman’ın dairesinin önüne kadar getirdi, ardından sessizce geri döndü. O sırada karşı daireden çıkan nakliyeciler, omuzlarında taşıdıkları ağır kolileri dikkatle asansöre yükleyip aşağıya indiler. Onların hareketleri ve fısıltıları, boş koridorda yankılanarak anın sessizliğini bozan tek ses oldu.

Koridora yayılan bu geçici karmaşa sona erdiğinde, etrafımdaki dünya tekrar sessizliğe büründü. Elimi, Salman’ın dairesinin kapısındaki zile uzattım; ama parmaklarım zile değmek üzereyken, kapı sessizce aralandı.

İşte, Salman bir kez daha karşımdaydı.

“Hoş geldin, Meena. Geleceğini tahmin etmiştim ama seni bu kadar çabuk beklemiyordum.”

“Bekleyemezdim daha fazla.”

Durakladım, nefesimi tutarak ve gözlerimi ondan kaçırarak.

“Bir an önce bitirmek istedim, Salman Bey.”

“Bitirmek mi?”

Kaşlarını hafifçe kaldırarak tekrarladı.

“Neyi, niye? Bu aceleni anlamak çok zor.”

Gözleri sürekli başının arkasına, evin içlerine doğru kayıyordu, sanki beni içeriye davet etmek istiyor ama bunu dile getirmekte tereddüt ediyordu. Göz göze geldiğimiz o an, sessiz bir davetin ve çekingenliğin ifadesiyle doluydu.

Bu sessiz karşılaşmanın ağırlığını daha fazla taşımaktan yorgun düşmüş gibi, elimdeki para çantasını yavaşça yere, paspasın üzerine bıraktım. Ellerimi karnımın üzerinde birleştirip başımı hafifçe eğerek saygımı sundum.

Salman’ın bakışları, bir bilmeceyi çözmeye çalışan bir bilgenin bakışları gibiydi; derin, sorgulayıcı ve bir o kadar da anlayış dolu.

“Bütün bunlar ne için? Niye bu kadar ciddisin?”

“Dediğim gibi, Salman Bey, bizi birbirimize bağlayan şeyi arıyordum ve bugün nihayet buldum.”

“Buldun mu?”

Tekrarladı, gözlerinde derin bir sorgulama ve hafif bir umut ışığıyla.

“Neymiş, bana da söyle.”

“Hastane masraflarım için ödediğiniz para… Ben bu borcun altında ezildiğim için size karşı koyamadım.”

Sözlerim havada asılı kalırken, Salman kaşlarını çatıp sinirle dudaklarını yaladı. Gözleri bir an için karardı ve başını omzunun üzerinden geriye çevirdi. Bu hareket, içinde biriken öfkenin ve hayal kırıklığının bir yansımasıydı.

“Kastettiği şey buymuş, demek ki.”

Mırıldandı, ağzının içine konuşarak. Sözleri, bir sis perdesi arkasından gelen fısıltılar gibiydi, ama anlamı açıktı.

Yüzünü yeniden bana döndüğünde, gözlerinde daha önce görmediğim bir dinginlik ve kabullenmişlik vardı. O an, benimle ilgili beklentiye girdiğini görmek içimde bir kıvılcım yarattı; fakat bu duygumu belli etmedim. Onun cümlesini duymazdan gelmek, ikimiz için de daha kolay olurdu.

Vedaları sevmeyen birisi için…

“Ben senden borcunu geri ödemeni mi istedim, Meena? Üstelik o para borç bile değildi. Bu yüzden kendini bana karşı borçlu hissetmen gereksizdi.”

“Hissetmeye devam edeceğim çünkü bana yaptığınız diğer iyiliklerin karşılığını asla veremeyeceğim. En azından sebep olduklarım için özür dileyebilirim, değil mi?”

Gözlerine bakmak veda etmeyi zorlaştırdığı için başımı eğdim. O an, içimdeki duygular bir okyanusun dalgaları gibi kabardı; kalbim, göğsümde yankılanan bir melodramın çığlığıydı. Adımımı geriye çektiğim sırada, para çantasını nazikçe aşarak ilerledi ve tam önümde durdu. Elini yavaşça kaldırdı ve başımın üzerine koydu; bu hareketi, sanki içimdeki fırtınayı yatıştırmak istercesine nazikti.

“Madem ki bu bağ seni bana mecbur kılmaya devam edecek, ben de o bağı koparıp seni özgür bırakıyorum.”

“Salman… Bey.”

Kelimelerim neredeyse bir fısıltı kadar zayıftı. İçimde biriken duygular, kelimelere dökülmek için sabırsızlanıyordu, ama dudaklarım titriyordu. Bunun üzerine yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Bu gülümseme, vedanın acısını hafifletmek istercesine, bir teselliydi belki de.

“Ne hoş, artık senden teşekkür ya da özür duymayacak olmak.”

Oysa ki başımın üzerinde durmaya devam eden eli, en büyük özür değil miydi? Bu dokunuş, suskun bir vedanın ve karşılıklı bir anlayışın ifadesiydi.

İkimizin adına…

Apartmandan ayrıldıktan sonra, ne bir taksi ne de bir triportör bulabilmiştim. Sokaklar, geceye teslim olmuş sessizliğiyle içimi daha da karartıyordu. Adımlarım beni tenha bir sokağa götürdü; burada rastladığım otobüs durağının bankına oturup beklemeye başladım.

Sokak, adeta terkedilmiş bir diyara dönüşmüş gibiydi. Kaldırımlar yosun tutmuş, çatlaklardan fışkıran yabani otlar sokak lambalarının solgun ışığında ürkütücü gölgeler oluşturuyordu. Sokak lambaları, aralıklı olarak titreyen solgun ışıklarıyla sokağı aydınlatmaya çalışsa da, karanlığın ağırlığı her köşeye sinmişti. Eski ve yıpranmış binaların duvarlarından dökülen sıvalar, yılların izlerini taşıyordu. Pencere pervazları paslanmış, demir kapılar ise yılların verdiği yorgunlukla gıcırtılar çıkarıyordu. Sokak boyunca dizilmiş çöp konteynerleri, uzun zaman boşaltılmamış gibi dolup taşmıştı ve çevreye hafif bir koku yayılıyordu.

Otobüs durağı ise, bu terk edilmişliğin ortasında adeta bir sığınak gibiydi. Metal çatısı, yılların getirdiği pas ve kirle kaplanmıştı. Durağın cam panelleri, zamanla çizilmiş ve bazı yerlerinden kırılmıştı. Bank, soğuk metalden yapılmış olmasına rağmen, bu ıssızlık içinde bir nebze olsun rahatlık sunuyordu. Bankın üzerinde, yer yer soyulmuş boyalar, geçmişten kalma izler taşıyordu. Durağın etrafındaki ağaçlar, rüzgârın etkisiyle hafifçe sallanıyor, yapraklarının hışırtısı gecenin sessizliğini daha da derinleştiriyordu.

“Ben bugün neler yaptım, böyle?”

Bugünün ne kadar zor geçtiğini ancak yarın olduğunda idrak edebilirmişim gibi geliyordu. Düşüncelerimin ağırlığı, geceyle birlikte daha da yoğunlaşıyordu. Yıllar sonra İmam Zaahid amcayı aramaya cesaret edebilmiş, ancak Suneel’in nasıl olduğunu bile soramamıştım. Onun gözünde nişanlısını yarı yolda bırakmış ve öylece ortadan kaybolmuş bir vurdumduymazın teki olmalıydım, üstelik tek derdim para gibi davranmıştım.

“Ne olur, Zaahid amca, bu konuşma aramızda kalsın. Eğer Suneel duyacak olursa-“

“Seni bulmak için Mumbai’ye gelir. Merak etme, o bilmeyecek.”

Bu konuşma, zihnimde yankılanırken, dalıp gitmiştim. Otobüs şoförünün kornaya basmasıyla gerçekliğe döndüm. Şoför, ayaklandığımı fark edince kapıyı açtı ve benimle birlikte bir yolcu daha alarak yola devam etti. Belki de son seferini yaptığı için olsa gerek, koltukların çoğu boştu. Daha fazla ilerlemeye gerek duymadan bir koltuğa geçip cam kenarına kaydım. Çantamı yanımdaki boş koltuğa bıraktım ve başımı cama yaslayıp otobüsün motorunun monoton sesi ve hafif sallantısı eşliğinde, gözlerimi kapadım.

“Çantanızı alır mısınız? Oturacağım.”

“Neredeyse bütün koltuklar boş. Burayı mı seçtiniz?”

Konuşmamın ortasında, kulağıma çalınan o tanıdık ve derin sesin melodisiyle irkildim. Sesin sahibini anında tanıyarak gözlerimi açtım ve otobüsün ortasında, dengesini bulmaya çalışan Salman’a baktım. Şaşkınlığım, bakışlarımda açıkça görülebiliyordu.

“Sizin burada ne işiniz var?”

Otobüsün soluk sarı ışıkları, Salman’ın yüzünde hafif gölgeler oluşturuyor, onu bir rüya figürü kadar gerçeküstü kılıyordu. Ayakta durmaya çalışırken, vücudunun hafifçe sallanışı bile bir zarafet örneğiydi.

Gözlerimdeki şaşkınlık ve merak, onun yüzündeki sakin gülümsemeyle karşılık buldu.

“Ben de her Hint vatandaşı gibi otobüs kullanıyorum.”

Tam o sırada, otobüs aniden bir fren yaptı. Şoför, beklenmedik bir şekilde yolun ortasına dalan triportöre çarpmaktan son anda kurtuldu. Ancak, aynı şans Salman için geçerli değildi. Frenin şiddetiyle birlikte, bir an için zaman durmuş gibi hissettim. Salman, bir yaprak misali savrularak arkaya doğru kaydı. Gözlerim, onun kontrolsüz hareketini takip ederken, içgüdüsel bir refleksle bileğini yakaladım.

Bileğindeki nabzı, avucumun içinde hissettiğimde, zamanın akışı bir anlığına yeniden normale döndü. Onu kendime doğru çekerken, tüm gücümü topladım. Salman’ın vücudu, ani bir hareketle dengeyi buldu ve gözlerimiz bir kez daha buluştu. O an, otobüsün içindeki kaos, dış dünyadan tamamen soyutlanmış gibiydi.

“Bugün kullanmaya başladınız, anlaşılan. Ama önce ayakta kalabilmek için şu direğe tutunmayı öğrenmeniz gerekecek.”

Salman, gözlerinde hafif bir meydan okuma ifadesiyle karşılık verdi.

“Ya da yanına oturmama izin vermen.”

“Başka koltuk mu yok?”

Salman, etrafına hızlıca göz gezdirdi ve ardından bana dönerek gülümsedi.

“Görünüşe göre herkes yerini bulmuş. Ama belki de… En iyi yeri ben bulmuşumdur.”

“Bu koltuğun ne özelliği var ki?”

Elimi elinden çektiğimde, gösterdiğim direğe tüm bedeniyle sarıldı. Küçük bir çocuk gibi dudak bükerek başını sağa sola salladı; bu hareketiyle içimde bir şefkat dalgası uyandırdı. Onun bu sevimli ve bir o kadar da kırılgan hali, ağırbaşlı duruşunun ardında saklı kalan derinlikleri gözler önüne seriyordu.

“Hiçbirinin manzarası bu kadar güzel değil.”

Sözlerindeki alaycı ton, yüzüne yayılan hafif tebessümle birleştiğinde, kalbimde bir yankı buldu.

“Buradan hangi güzel manzarayı izleyeceksiniz, acaba? Taj Mahal mi, yoksa Amber Kalesi mi?”

Sözlerimin ardında yatan ince mizahı kavradığını belli eden bir bakışla, Salman hafifçe başını eğdi ve gözlerini gözlerimden ayırmadan cevap verdi.

“Hayır, seni…”

Otobüsün içinde neredeyse sessizlik hâkimdi. Boş koltuklar, yolculuğun sakinliğiyle birleşmiş, dışarıdaki manzara hızla akıp giderken, içeriye huzurlu bir dinginlik yayılmıştı. Salman yanımda oturuyordu, güçlü kolları arasında sıkıca tuttuğu çantam, onun koruma içgüdüsünün bir yansıması gibiydi. Ön camdan yolu dikkatle izlerken, ben de dışarıdaki manzaraya dalmıştım, dudaklarımda beliren hafif gülümsemeyi gizlemeye çalışarak.

Bir yolcu inmek istediğinde, Salman’ın geniş omuzları ve kaslı bacakları otobüsün dar koridorunda dikkat çekti. Bacaklarını toplarken, ona doğru bakışlarımı yönelttim ve o da gözlerimi üzerinde yakaladı. O an, aramızda sessiz bir anlaşma ve gizli bir bağlantı kurulmuş gibiydi. Gözlerinin derinliğinde, daha önce fark etmediğim bir sıcaklık ve samimiyet vardı.

“Ne oldu? Bana niye öyle bakıyorsun?”

“Gerçekten, Salman Bey, burada ne işiniz var?”

Sesimde hem şüphe hem de bir parça hayranlık vardı. Onun burada bulunmasının ardındaki nedeni anlamaya çalışıyordum, çünkü bu beklenmedik karşılaşma beni hazırlıksız yakalamıştı.

“Seninle daha sağlıklı bir bağ kurmak için geldim.”

Bu yanıt, içimde bir titreşim yarattı, kalbim hızla atmaya başladı. Aramızdaki bağın tamamen koptuğunu düşünürken, şimdi yeniden ve daha derinden kurulacağını düşünmek beni hem heyecanlandırıyor hem de ürkütüyordu. Bu, belki de hayatımda yeni bir dönüm noktasıydı ve bu bilinmezliğin cazibesi karşısında bir kararsızlık hissiyle boğuşuyordum.

“Beni gerçek anlamda tanımıyorsunuz bile.”

Onun beni gerçekten tanıyıp tanımadığını bilmek istiyordum, çünkü bu yeni başlangıcın sağlam temellere dayanmasını arzuluyordum.

“Madem öyle, ben de yeniden tanışırım seninle.”

Salman, elini uzatarak hafifçe gülümsedi ve heyecandan avucuma kapanan parmaklarımın yeniden açılıp ona uzanmasını sabırla bekledi.

“Ben, Salman Khan. Sen, hastane bahçesinde karşılaştığım, benden güç isteyen hayranım, değil misin?”

Bu sözler, geçmişin gölgelerini anımsatarak içimde bir sıcaklık dalgası yarattı. O an, o bahçede yaşadığımız kısa ama derin karşılaşmayı hatırladım; gözlerimde bir anlık bir parıltı belirdi.

Ancak, bu anın geçmişte kaldığını ve şimdi tamamen farklı bir yolculuğa çıktığımı hissettim. Gözlerimi onun gözlerinin derinliklerine sabitleyerek, kararlı bir sesle cevap verdim.

“O artık geçmişte kaldı. Beni bu kez Meena Dhwani olarak tanıyın.”

Salman’ın gözlerinde bir şaşkınlık belirdi, ardından bu yeni adı sindirirken yüzünde anlayışlı bir ifade oluştu. Hafifçe başını salladı.

“Tanıştığıma memnun oldum, Meena Dhwani.”

Sesi, adımı telaffuz ederken bile bir tür saygı ve kabul taşıyordu. Ben de aynı sıcaklıkla ve samimiyetle cevap verdim.

“Ben de, Salman Khan.”

Elimi uzattığımda, önce parmak uçlarımız birbirine hafifçe değdi, ardından avuç içlerimiz buluştu. Tokalaşırken ellerimizin sıcaklığı, kalplerimize taşındı, bu basit ama derin temas, içimdeki tüm şüpheleri ve tereddütleri eritti; yerini yeni bir başlangıç için duyulan umut ve heyecana bıraktı.

İşte, bu bizim gerçek anlamdaki ilk tanışmamızdı.

“Son durağa geldik. İnmeyecek misiniz?”

Şoförün seslenişi, içinde bulunduğumuz büyülü anı kırarak bizi gerçekliğe geri çekti. Otobüsün içindeki tek yolcular olarak biz hala el sıkışıyorduk. Şoförün sabırla bitmesini beklediği vardiyası, bizim bu anı sonsuza dek uzatma arzumuzla çelişiyordu.

Elimi Salman’ın elinden çekip apar topar ayağa kalktım. Çantamı aceleyle koluma asarken, Salman’ı da ayağa kaldırdım. Şoförün sabırsız bakışları altında, birbirimize kısa bir bakış atıp, aceleyle otobüsten indik. Otobüs, gürültülü bir şekilde kapılarını kapatıp hızla uzaklaştı. Geride bıraktığı egzoz dumanı, havada asılı kalırken, biz tanıdık sokakların sessizliğine doğru adım attık.

“Saat epey geç oldu. Eve nasıl döneceksiniz?”

Sesim geceye karışan hafif bir meltem gibi yumuşaktı. Sokak lambalarının solgun ışığı altında, yüzünün hatları daha belirgin, bakışları daha derin görünüyordu.

“Önce seni evine kadar bırakayım, sonra beni alması için Pratap’ı ararım.”

“Özel şoförünüz olduğu gerçeği bazen aklımdan çıkıyor.”

Hafif bir gülümseme dudaklarımı süsledi. Bu düşüncenin ne kadar uzak ve aynı zamanda ne kadar yakın olduğunu fark ettim. Onunla geçirdiğim her an, gerçeklik ve hayal arasında bir köprü kuruyordu.

Salman, gözlerindeki nazik bakışla bana doğru eğildi.

“Bunu unutman, benimle geçirdiğin zamanın ne kadar özel olduğunu gösteriyor.”

Rüzgar, yüzüme doğru savurdu saçlarımı, altın iplikler gibi uçuşan telleri nazikçe kulağımın arkasına sıkıştırırken, dudaklarımda beliren gülümseme, içimdeki huzurun bir yansımasıydı. Yolumun üzerindeki küçük çukuru fark edip, hafif bir sıçrayışla atladım, ayaklarım yerle buluştuğunda içimdeki coşku bir kez daha canlandı.

Salman, serin havanın üşüttüğü ellerini pantolonunun ceplerine saklarken, boynunu ısıtmak için omuz başlarını hafifçe kaldırdı. Duraklayarak, çantamı karıştırmaya başladım. Salman, birkaç adım önümde merakla durarak bana döndü. Gözlerindeki endişe ve merak, yüzüne yansıyan sokak lambalarının ışığıyla daha belirgin hale gelmişti.

Çantamdan çıkardığım yumuşak ve sıcak şalı, narin ellerimle Salman’ın boynuna sardım. Şalın dokusu, geceye karşı bir kalkan gibi koruyucu ve sıcaklık vericiydi. Salman’ın gözlerindeki minnettarlık ve şaşkınlık, dudaklarında beliren hafif bir gülümsemeyle birleşti.

“Bu arada… O haberlerin hiçbiri gerçek değildi.”

Sesi gece kadar derin ve yankılıydı. Sözleri, soğuk havanın içinde bir ateş gibi parladı, içimdeki tüm şüpheleri ve belirsizlikleri bir anda aydınlattı. Gözlerim, onun gözlerindeki ciddiyeti ararken, kalbim hızla çarpmaya başladı.

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Seni unutturacak bir sansasyonele ihtiyacımız vardı. Nisha, o kadınları cast ajansından buldu.”

Bu açıklama, içimdeki tüm duyguları bir anda alt üst etti. Şok ve şaşkınlık, yerini derin bir anlayışa ve ardından gelen bir rahatlamaya bıraktı.

“Yani… Tüm bu zaman boyunca, bunlar sadece bir oyun muydu?”

Salman, gözlerindeki şefkatle bana doğru bir adım attı.

“Evet, Meena. Seni korumak ve dikkatleri başka yöne çekmek için yapılmış bir plandı. Ama bilmeni isterim ki, seninle olan her şey gerçekti.”

“Teşekkür ederim. Bunu bilmek, her şeyi daha anlamlı kılıyor.”

Salman’ın gözlerindeki derinlikle kaybolmuşken, bir anda Rishi’nin bakkalının içindeki hareketlilik dikkatimi çekti. Işıkları kapalıydı ama kapısı aralıktı. İçimde bir anlık endişe dalgası yükseldi; bu saatte burada kim olabilirdi? Hırsızdan şüphelenerek Salman’a baktım ve onun da durumu fark etmesini sağlamak için elimi hafifçe omzuna koydum.

“Salman Bey, eğilin.”

Salman, şaşkınlıkla yüzüme baktı, ancak tereddüt etmeden benimle birlikte eğildi.

Sessizce bakkala doğru ilerlemeye başladım, Salman da peşimden geliyordu. Yavaşça kapıya ulaştığımda, kalbimin hızlı atışlarını hissettim. Kapıyı yavaşça ittim ve her zaman girişte bulunan süpürgeye elimi uzattım. Parmaklarım süpürgenin sapına sıkıca sarıldığında, içimdeki gerginlik biraz olsun hafifledi.

“Dur orada! Sakın kıpırdama!”

Süpürgeyi sağlam bir şekilde tutarak, derin bir nefes aldım ve ışığı açtım. Işığın açılmasıyla birlikte, Anandi ve Rishi’nin siluetleri belirginleşti; aniden bize dönmeleriyle, gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Geriye doğru bir adım atarken, sırtım Salman’ın göğsüne çarptı. Durumu fark eden Salman, beni omuzlarımdan yakalayarak destek oldu ve merakına yenik düşerek kulağıma eğildi.

“Onlar kim, tanıyor musun?”

“Arkadaşlarım; Anandi ve Rishi… Ama şu an tanımakta güçlük çekiyorum.”

Bakkal, içeride dönen olayları saklamak istercesine yeniden karanlığa gömüldü. Sadece sokak lambasının solgun ışığı, içeriye zar zor süzülerek mekânı aydınlatıyordu. Bu loş atmosferde, Anandi ve Rishi mahcup bir şekilde karşımda duruyorlardı. Gözleri yere eğilmiş, yüzleri kırmızı bir utancın rengine bürünmüştü.

Salman, sessizce bakkalın içinde göz gezdiriyordu. Buradaki varlığına ne kadar gerek olduğunu sorgular gibi, dudakları hafifçe büzülmüş, kaşları düşünceli bir ifadeyle çatılmıştı. Anandi’nin ısrarı onu kapıdan geri döndürmüş, Rishi’nin depodan çıkardığı tozlu tabureye oturtulmuştu. Taburenin eski yüzeyi, yılların birikimi olan toz tabakasıyla kaplıydı, ama Salman’ın bu duruma aldırdığı yoktu.

Salman, gözleri bakkalın tozlu raflarına takılmışken, derin bir iç çekişle konuştu.

“Keşke sizi yalnız bıraksaydım. Benim yanımda rahat konuşamazsınız, belki.”

Anandi ve Rishi, bu sözlerin ardından birbirlerine endişeyle bakarak, adeta benden kaçınarak Salman’a sığındılar. Gözlerinde beliren çaresizlik, bir an için tüm o utançlarını ve çekingenliklerini bastırmıştı.

“Lütfen, kalın. Sizin burada olmanız bizim için önemli.”

Sesi yalvarırcasına konuştu, Anandi; Rishi de aynı şekilde ekledi, sesinde bir titreme vardı.

“Evet, Salman Bey. Lütfen, bizi yalnız bırakmayın.”

Salman, bu beklenmedik tepki karşısında ne yapacağını bilemez bir halde sustu. Gözlerini tekrar bakkalın raflarına çevirdi, sessizlik içinde kayboldu. O an, içimdeki öfke volkanı patladı. Sinirle güldüm, kahkaham bakkalın loş atmosferinde yankılandı; ellerimi birbirine vurduğumda çıkan ses, bu sessizliğin içinde bir tokat gibi çınladı.

“Gerçekten mi? Benimle baş başa kalmamak için Salman Bey’i burada alıkoymanız ne kadar komik.”

Anandi ve Rishi, yüzlerinde beliren şaşkınlık ve korkuyla bana baktılar. Onların bu çaresiz durumu, içimdeki öfkeyi daha da alevlendirdi. Çünkü bilmiyorlardı; Salman onların kurtarıcısı olamazdı. Onların bu gerçeği benden saklamaya çalışmaları, öfkemin asıl kaynağıydı.

Anandi, bakkalın tozlu raflarının arasında usulca yanıma yaklaştı. Gözlerinde, derin bir suçluluk ve pişmanlıkla karışmış bir ışıltı vardı. Elleri, tüy kadar hafif bir dokunuşla koluma değdi. Parmak uçları, nazik bir masaj başlatarak, adeta içimdeki öfkeyi yumuşatmaya çalışıyordu.

Bak, gerçekten çok üzgünüm. Lütfen, behenji. Beni affet.”

Sesi öylesine yumuşak ve kırılgandı ki, yüreğime bir bıçak gibi saplandı. Omuz silkip geri çekildim, ama onun kararlılığı, dokunuşlarının devam etmesine neden oldu. Başımı diğer tarafa çevirdim, kollarımı göğsümde bağladım, içimdeki karmaşaya karşı bir siper oluşturarak.

“Anandi’nin hiçbir suçu yok. İlişkimizi gizlemek benim fikrimdi.”

Rishi, bir adım öne çıkarak sözlerine devam etti. Sesi, bir koruma içgüdüsüyle doluydu, sanki Anandi’yi ve ilişkilerini savunmanın ağırlığı omuzlarına yüklenmişti. Bu sözler, içimdeki duvarların birer birer yıkılmasına neden oldu. Kollarım yavaşça çözüldü, sanki içimdeki direniş eriyip gidiyordu. Alınganlık ve kırgınlık, yüzümde ince bir hüzün perdesi olarak belirdi. Bu perde, içimdeki karmaşık duyguların bir yansımasıydı; hem kırılmış hem de affetmeye hazır bir yürek taşıyordum.

“Ben sizin dostunuz değil miyim? Bana söyleyebilirdiniz.”

“Öylesin, ama sen Salman Bey yüzünden üzülürken-“

Anandi, kelimeleri patavatsızlıkla dile getirdiğinde, Salman ile göz göze geldi ve cümlesi yarıda kesildi. Bu ani duraksama, bakkalın loş atmosferinde yankılanan bir rahatsızlık dalgası gibiydi. Sanki zaman bir anlığına durmuş, herkes nefesini tutmuştu. Bu sessizlik, yalnızca kelimelerin değil, duyguların da ağırlaştığı bir anıydı.

Salman, bu sessizliği bozarak ağır adımlarla ayağa kalktı. Her adımı, bakkalın tahtaları üzerinde yankılanırken, sanki içindeki ağırlığı da taşıyordu. Gözleri, bir süre etrafta dolaştıktan sonra, nihayet benimkilerle buluştu. Sözleri ağır ve düşünceliydi, sanki her heceyi dikkatle seçerek konuşuyordu.

“Mühim değil…”

Sesi, derin bir iç çekişle karıştı.

“…Bu konuda hatalı olduğumun farkındayım. Meena’yı fazlasıyla üzdüm.”

“Ama Sal-“

“İnkar etme, Meena. Bu zor zamanlarında sana destek oldukları için onlara teşekkür etmeliyim.”

Salman, derin bir nefes alarak bedenini yavaşça Anandi ve Rishi’ye doğru çevirdi. Ellerini göğüs hizasında birleştirerek, nazik bir saygı ifadesiyle ikisinin önünde eğildi. Salman’ın bu içten ve alçakgönüllü jesti, havadaki tüm gerilimi yumuşatarak, derin bir barış mesajı iletmekteydi. Anandi ve Rishi, bu anlamlı harekete aynı saygıyla karşılık vererek, bedenlerini hafifçe öne eğdiler.

“Karşılaşmamız biraz garipti, ama yine de sizi tanıdığıma memnun oldum.”

“Biz de, efendim.”

Anandi ve Rishi, bu sözlere nazikçe karşılık verdiler, seslerinde içten bir sıcaklıkla. Salman, hafif bir iç çekerek devam etti, gülümsemesinde hem bir rica hem de bir umut izi taşıyordu.

“Resmiyeti bırakması için Meena’yı ikna edemiyorum, bari siz yapmayın.”

“Sen nasıl istersen, Salman Bhai!”

Rishi’nin hemen gevşediğini fark eden Anandi, dirseğiyle Rishi’nin koluna vurdu. Rishi, bu ani dokunuşla irkilerek bağırmaya hazırlanırken, Anandi hızlıca elini Rishi’nin ağzına kapattı. Rishi’nin çığlığını bastırsa da, gözlerinde beliren sahte kızgınlık, Anandi’nin bunu uzun süre sürdüremeyeceğini gösteriyordu. Anandi, kahkahalarını tutamayıp bakkalın içinde kaçmaya başladı. Rishi de peşinden koşarak, bakkalın dar koridorlarında bir kovalamaca başlattı; raflar arasında yankılanan neşeli ayak sesleri, ortama bir canlılık ve sevinç kattı.

Salman, bu anı izlerken hafifçe gülümsedi ve kulağıma eğilerek yumuşak bir sesle fısıldadı.

“Bence onlara kızmak yerine mutluluklarına ortak olmalısın. O zaman değilse, şimdi… Hiçbir şey için geç sayılmaz, Meena.”

Sözleri, içimdeki direnişi bir nebze daha yumuşattı, sanki ruhuma dokunan bir şefkat eli gibi.

Bu sırada Pratap’ın arabayı bakkalın önüne getirdiğini fark eden Salman, başıyla nazik bir veda işareti yaptı ve sessizce bakkaldan çıktı. Anandi ve Rishi hâlâ bakkalın içinde koşuştururken, ben de içimdeki karmaşık duygularla Salman’ın peşinden gittim.

Salman, arabanın kapısını açarken, dönüp bana son kez baktı.

“Görüşmek üzere, Meena.”

Ben de yavaşça bakkalın önündeki merdivenlere oturdum. Salman’ın arabası uzaklaşırken, içimdeki duyguları dengelemeye çalışarak mırıldandım. Sesim, bakkalın önünde yankılanan hafif bir melodi gibiydi, gelecek günlerin belki de daha parlak olacağını fısıldayan bir umut ışığı taşıyordu.

“Görüşeceğiz, Salman Bey.”

Çünkü ilk kez veda etmiyorum sana.

BÖLÜM SONU

Dipnot:

Zaahid: Hindistan’da bu ismin kullanımı, genellikle İslam kültürüne mensup topluluklar arasında yaygındır. Hintçedeki anlamı da Arapçadaki gibi “dünyadan elini eteğini çekmiş, dünyaya karşı ilgisiz, zahit” şeklindedir.

Taj Mahal: Hindistan’ın Agra şehrinde bulunan ve dünyanın en ünlü yapılarından biridir. Babür İmparatoru Şah Cihan tarafından eşi Mümtaz Mahal’in anısına 1632-1653 yılları arasında inşa edilmiştir. Beyaz mermerden yapılan bu muazzam anıt, İslam mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilir ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alır. Taj Mahal, aşkın ve sadakatin bir sembolü olarak bilinir.

Amber Kalesi: Hindistan’ın Rajasthan eyaletinde, Jaipur şehrinin yakınlarında bulunan tarihi bir kale ve saray kompleksidir. 1592 yılında Maharaja Man Singh I tarafından yaptırılmıştır. Amber Kalesi, Rajasthani mimarisinin güzel bir örneğidir ve sarayın içi zarif aynalarla, duvar resimleriyle ve karmaşık oymalarla süslenmiştir. Kale, yüksek bir tepe üzerinde yer almakta olup, ziyaretçilere muhteşem manzaralar sunar. Ayrıca, fil gezileri ve ışık gösterileri gibi turistik etkinliklerle de ünlüdür.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla