13│Her Şeyin Fazlasına Dönüşen Zehir

13 0 10 Eylül 2024 2 Oy

Anıların ve gerçekliğin birleştiği bu
bilinmezlik denizinde, zihnimdeki dalgalar birbiri ardına çarpışıyordu.
Belleğimin derinliklerinden yükselen bu çelişkili görüntüleri nasıl
açıklayacağımı bilememenin verdiği şaşkınlıkla, düşüncelerim arasında kayboluyordum.
Her şey, yerli yerine oturmayan bir yapbozun parçaları gibiydi, ama hangi
parçanın nereye ait olduğunu kestiremiyordum. Kafamın içinde yankılanan
sorular, cevaplarını bulamamanın sancısıyla beni suskunluğa itiyordu. Her
kelime, dilimin ucuna gelip gitmiş, ama hiçbiri ses bulamamıştı.

Ansızın Bijal yengenin seslenişiyle irkildim; beni
bulunduğum bu karmaşadan çekip çıkaran bir çağrı gibiydi.

“Meena, canım, iyi misin? Yüzün biraz solgun
görünüyor.”

Bir anda masadaki herkesin gözlerinin üzerimde olduğunu fark
ettim. Hepsinin bakışlarında aynı endişeli ifade vardı. İçimdeki karmaşayı
saklamak ve onların huzurunu bozmamak adına, yüzüme zar zor bir gülümseme
yerleştirdim. Ancak bu gülümsemenin ardındaki gerçeği gizlemek için gözlerimi
kaçırdım, sahte bir huzurun maskesi ardında saklanarak.

“Sanırım… Sadece biraz yorgunum. Uzun bir gün
oldu, hepsi bu.” 

Odadaki sessizlik, aniden çalan kapı ziliyle bozuldu.
Kalbimde biriken heyecan, bir volkan gibi patlayarak beni yerimden fırlattı.

“Ah, sonunda geldi!”

O an, tüm dikkatlerin üzerimde toplandığını fark ettim;
yüzüme yayılan utanç dalgası anında alev aldı.

“Yani, şey… Salman Bey’i kapıda bekletmesem iyi
olur.”

Kendimi toparlamaya çalışarak, bir an duraksadım ve ardından
mümkün olduğunca sakin görünmeye çabalayarak kapıya doğru yöneldim. Arkamda
kalanların kıkırdamaları, bu çabamın ne kadar nafile olduğunu açıkça
gösteriyordu.

Nihayet kapıya ulaştığımda, derin bir nefes alarak kendimi
toparladım ve kapı kolunu çevirdim. Açılan kapının ardında, beklediğim yüzle
karşılaştığımda, tüm bu duygular bir anda yerini tarifsiz bir mutluluğa
bıraktı.

“Salman… Bey.”

İşte, buradasın; bu huzursuzluk denizinde bana
sığınacak bir liman olmaya geldin.

Salman, kapının eşiğinde durdu ve hafif bir mahcubiyetle
konuştu.

“Geciktiğim için özür dilerim, Meena.”

Gözleri, derin bir nehrin akışı gibi baştan aşağı üzerimde
gezindi; bakışlarının sıcaklığını cildimde hissettim ve nihayet boynumu saran
dupattada durakladı.

“Hayal ettiğimden bile daha muhteşem…”

Bu iltifatın yarattığı sıcak dalga, yanaklarıma yayıldı.
Elim, sanki kendi iradesiyle hareket ediyormuş gibi dupattaya gitti; başımı
hafifçe omzumun üzerine çevirdim, bu ani utancın içinde kaybolarak.

Salman, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle içeriye adım
attığında, ona yol vermek için geri çekildim ve arkamı döndüm. Ancak bir adım
bile atamadan Salman’ın dupattanın ucunu sağlam bir şekilde tuttuğunu
hissederek olduğum yerde durakladım. Sesim hafif bir uyarı tonuna büründü ve
kelimeler arka arkaya döküldü.

“Salman Bey, lütfen, aileniz burada.”

“Bunun farkındayım Meena; işte tam da bu yüzden
buradayım.”

Salman, anlamazdan gelerek küçük bir oyun oynamaya kararlı
görünüyordu.
Bu duruma sahte bir kızgınlıkla karşılık vermek üzere ona döndüğümde, aslında
bu beklenmedik olayın sorumlusunun Salman olmadığını fark ettim. Dupatta,
usulca kapının koluna takılmış ve beni mahcubiyet denen sinsi duygunun
kollarına bırakmıştı. O anın tatlı telaşı içinde, aceleyle dupattayı kurtardım
ve Salman’ın neşeli gülüşü arkamda yankılanırken adımlarımı hızlandırarak
salona doğru ilerledim.

İçeride akşam yemeği sona ermiş, herkes sofradan kalkıp
koltuklara geçmişti. Salonun huzurlu atmosferinde, sıcak bir sohbetin yankıları
dolanırken, Salman beni takip ederek içeri girdi. Önce ev halkını nazik bir
tebessümle selamladı, ardından ailesine içten bir sevgiyle sarılarak koltuğa
yerleşti.

“Nerelerde kaldın, oğlum?”

“Bugün senaryo okuması tamamlandı. Nisha da bunun
için bir kutlama yemeği organize etmiş…”

Salman, annesine durumu izah ederken bir an durakladı;
ardından, gözlerimin içine derin bir anlamla bakarak devam etti, sanki
sözlerinin ardında yatan samimiyeti hissetmemi istercesine.

“…Benim de son anda haberim oldu.”

“Seni bekledik ama Bijal Hanım ve Meena öyle leziz
yemekler hazırlamışlardı ki dayanamayarak sofraya oturduk.”

“Açıkçası, ben de olsaydım onları yemeyi tercih
ederdim.”

Sanjeet amca, sohbetin akışında bana dönünce, gözlerimi
Salman’dan ayırmak zorunda kaldım.

“Hadi Meena, tatlıyı getir; Salman yemeğe katılamadı
ama hiç değilse onun kadar güzel bir tatlıyla bu eksikliği telafi edelim.”

Başımı onaylarcasına hafifçe eğip mutfağa geçtim, içimde
tatlı bir telaşla. Arpita, peşimden geldi ve yanımda sessizce durarak yardım
etmeye koyuldu. Her bir kâse, basundinin kremsi beyazlığı ve üzerini süsleyen
incecik badem dilimleri ile adeta birer sanat eserine dönüşüyordu. Bu dikkatli
hazırlık, tatlının lezzetini görselliğiyle de taçlandırarak misafirlere
sunulmaya hazır hale getirdi.

Tatlıları taşıyan tepsiyle salona geri döndüğümüzde, Sanjeet
amcanın gözleri bir çocuğun sevincini yansıtır gibi parladı.

“İşte, tatlılar da geldi!”

Arpita ile birlikte, basundi dolu kâseleri dikkatli bir
şekilde misafirlere dağıtmaya başladık. Salman’ın yanına geldiğimde, ona doğru
uzattığım kâseyi alırken bir anda elimi tutarak kâseyi bırakmamı engelledi.

“Meena, bu tatlıyla bizi zehirlemeyeceksin, değil
mi?”

Sözleri, odada hafif bir gülüşme yaratırken, ben de göz
ucuyla etrafı kolaçan ettim, elimi nazikçe çekmeye çalışırken.

“Her şeyin fazlası zehirdir, Salman Bey; fakat emin
olabilirsiniz ki ben asla aşırıya kaçan biri olmadım.”

Bu sözlerden sonra, elimi sıkıştığı yerden dikkatlice
sıyırarak geri çektim ve ilk lokmalar ağızlarına ulaştığında, odadaki ifade
değişikliklerini dikkatle takip ettim. Salim amca, basundiden ilk kaşığını alır
almaz yüzünde beliren memnuniyet ifadesiyle dikkatimi çekti. Beğenisini
gizlemeyerek arka arkaya birkaç kaşık daha aldı ve bu durumu gören Salma teyze,
hafifçe gülümseyerek, onu uyardı.

“Salim, yavaş ye. Biliyorsun, şeker hastalığın var
ve dikkatli olman gerekiyor.”

Salim amca, basundinin tadını çıkarmaktan aldığı keyfi
bozmadan, sevecen bir gülümsemeyle başını salladı.

“Haklısın, Salma. Ancak insan, yıllardır bu kadar
iyi yapılmış bir basundi yemeyince kendini tutmakta zorlanıyor.”

Sanjeet amca, Salim amcanın kaşığını tatlıdan
uzaklaştırmakta pek aceleci olmadığını fark edince, hafif bir gülümsemeyle ona
takıldı.

“Sizi bilmem Salim Bey, ama bu hızla devam edersem,
sanırım şeker komasına gireceğim!”

Salma teyze, merakla bir kaşık alıp tatlının tadına baktı ve
yüzünde beliren memnuniyet ifadesiyle biraz daha eğildi.

“Elinin lezzetli olduğu kesin, ancak bu tarifi bu
kadar iyi uygulamayı nasıl başardın? Yoksa, annen mi öğretti sana?”

Bu soru, kalbimde ağır bir yük gibi hissettiren geçmişin o
karmaşık günlerine, çocukluğuma doğru sürükledi beni. O anılar, bir yandan
içimdeki özlemi körüklerken, diğer yandan üzerini örttüğüm yaraları yeniden gün
yüzüne çıkardı.

15 Mart 1989, Ahmedabad

Sıcak bir öğleden sonraydı. Araba, bahçenin taş döşeli
yolunda yavaşça ilerlerken, tekerleklerin taşlara dokunuşu hafif bir tıkırtı
sesi çıkarıyordu. Yolun her iki yanında açmış olan çiçekler, bu sessiz geçişi
selamlar gibi hafifçe sallanıyordu.

Araba, fıskiyenin önünde yavaşça durduğunda, aşağıya
indim ve evin geniş kapısına doğru ilerledim. Rasvinder, her zamanki gibi
kapıda bekliyordu. Ona okul çantamı uzattım ve nazikçe odama götürmesini rica
ettim. Rasvinder çantayı alıp merdivenlere yöneldiğinde, evin sessizliğine
kulak verdim. Merdivenlerde yankılanan hafif ayak sesleri dışında her şey
sükûnet içindeydi.

Bu sessizlik, evin geniş salonlarında yankılanırken, bir
yandan da huzur verici bir dinginlik taşıyordu. Babam henüz işten dönmemişti ve
annemin de nerede olduğu belli değildi. Rasvinder’in adımları üst katta
kaybolurken, içimde hafif bir merak uyandı. Chauri teyzeyi aramak için evin
odalarını dolaşmaya başladım.

Nihayet mutfağa vardığımda, Chauri teyzeyi tezgâhın
başında buldum. Arkasından sessizce yaklaşıp ona sarıldığımda, irkilip hafif
bir çığlık attı. Ancak beni görünce rahatlayarak derin bir nefes aldı ve
yüzünde sıcak bir gülümsemeyle yanağımı okşadı.

“Ah, küçük hanım, beni korkuttun. Söyle bakalım,
öğlen yemeği için ne istersin?”

“Önce sen annemin nerede olduğunu söyler
misin?”

Chauri Teyze, hafif bir tereddütle cevap verdi.

“Birkaç saat daha dışarıda olacak. Ama hemen
sevinme, Meena; bu süre zarfında mutfaktan uzak duracaksın.”

“Lütfen, dadı, sen de başlama.”

“Biliyorsun ki, bu yasağa uymanı sağlamam için
bana ödeme yapıyorlar.”

“Yasaklar sadece ebeveynler varken geçerlidir.
Henüz eve gelmediklerine göre, kim bana karışabilir ki?”

“Ama-“

Chauri teyze itiraz etti, ama ben sözünü kestim.

“Hadi ama dadı, beni oyalama. Bana öğreteceğine
söz vermiştin, hatırlamıyor musun?”

Chauri teyze, başlangıçta biraz tereddüt etse de sonunda
ikna oldu ve birlikte basundi yapmaya koyulurken, mutfak malzemeleri ve
baharatların kokusu etrafımızı sardı. Chauri teyze, dikkatle sütü kaynatırken,
ben de elime geçen bir tutam safranı gösterişli bir şekilde karıştırmaya
başladım.

“Bak bakalım, doğru yapıyor muyum?”

Onun dikkatli bakışları altında safranı sütle
harmanlarken, bir anda elimden kayıveren bir kaşık, tezgâhın üzerine düştü ve
etrafa küçük lekeler saçtı. Chauri teyze, kaşlarını çatarak bana baktı, ama
gözlerindeki gülümsemeyi saklayamadı.

“Seninle çalışmak bir macera olacak gibi, küçük
hanım.”

Bunun üzerine mutfağın ortasında döktüğüm sütü
temizlerken, aramızdaki neşeli çekişme kahkahalar arasında kayboldu. Chauri
teyzenin yanaklarında beliren gamzeler, içten bir kahkahanın habercisiydi ve
ben de ona ayak uydurarak güldüm.

Basundinin kıvamı mükemmel bir şekilde oturduğunda,
üzerini ince ince dilimlenmiş bademlerle süsledik. Tatlı, tezgâhta bir sanat
eseri gibi duruyordu, emeklerimizin parıltılı bir yansımasıydı. Ancak mutfağın
o sıcak ve neşeli atmosferi, annemin zamansız gelişiyle bir anda dağıldı.

Kapının sertçe açılmasıyla birlikte annem içeri girdi ve
yüzündeki soğuk ifade, odanın sıcaklığını anında çekip aldı. Gözleri,
mutfaktaki dağınıklığı hızlıca taradıktan sonra Chauri teyzeye dikildi.

“Chauri, Meena’yı mutfağa almaman gerektiğini
sana kaç kere söylemem gerekiyor?”

Chauri Teyze, mahcup bir şekilde başını eğdi, gözleri
yere sabitlenmişti.

“Özür dilerim, Hamsa Hanım. Küçük hanımın
üzülmesini istemedim, bu yüzden-“

Annem hemen sözünü kesti, sesi sanki bir bıçak gibi
havayı yararak geçiyordu.

“Jawed’in onun mutfakta vakit geçirmesini
istemediğini biliyorsun. Meena’nın derslerine odaklanması gerekiyor, böyle
basit işlere değil.”

Bu sözler, mutfağın dört duvarında yankılanırken, annemin
kararlı adımlarla tezgâha yönelip, büyük bir kayıtsızlıkla basundi dolu kaseyi
alışı ve çöpe döküşü gözlerimin önünde ağır çekimde yaşandı. Annem, hiçbir şey
olmamış gibi arkasını dönüp giderken, ardında bıraktığı sessizlik daha da
ağırlaştı.

“Annem…”

Sanırım o gün beni en derinden yaralayan, annemin tatlıyı
dökmesi değil, beni azarlamaya bile değer görmeyişiydi. Onun gözünde adeta
görünmezdim; varlığım, yokluğumla eşdeğerdi.

Hatıraların ağırlığı, zihnimi bir girdap gibi kuşatırken,
kelimeler boğazımda düğümlendi. Sesim çatallanırken, gözlerimin dolacağının
sinyallerini alınca boş kaseyi elime alarak mutfağa döndüm. Avuç içlerimi soğuk
tezgâha yaslayarak eğildim, başım önümde. Gözyaşlarım, birbiri ardına inci
taneleri gibi düşerken, arkamdan gelen hafif bir boğaz temizleme sesiyle
irkildim.

“Meena, sen… Ağlıyor musun?”

Gözyaşlarımı saklamak için başımı çevirmeye çalıştım, ancak
Salman hızlı bir hareketle nazikçe çenemi tuttu.

“Benden saklamana gerek yok. Sadece gülüşünü değil,
gözyaşlarını da benimle paylaşabilirsin.”

Ardından boynuma dolanmış olan dupattanın ucunu incelikle
eline aldı, dikkatlice yüzüme yaklaştırdı ve gözyaşlarımı sildi.

“Ancak yalnızca onları kurulayabilmek için…”

“Salman Bey, bana karşı neden bu kadar
anlayışlısınız? Gözyaşlarımın sebebini hiç mi merak etmiyorsunuz?”

“Bazen sadece orada olmak, yanında olmak yeterlidir.
Sebeplerin ne olduğunu her zaman bilmemize gerek yok; bazen sessizlik, en güçlü
bağları kurar…”

Salman bu sözleri söylerken bakışlarını gözlerimden
dudaklarıma doğru kaydırdı. Parmaklarının sıcaklığı yanaklarımda yankılanırken,
dokunuşu hem teselli edici hem de koruyucu bir his uyandırdı.

“…O yüzden, sadece yanında olmama izin ver.”

Peki, sen benim sebeplerimle yüzleştiğinde yine de
yanımda kalabilecek misin?

Yeni gün, yeni odamda sessizce doğuyordu. Göz kapaklarımın
ardında kalan son rüya kırıntılarını silkeleyerek uyandım. Yavaşça kollarımı
havaya kaldırıp gerinirken, bedenimdeki her kas adeta yeni bir güne merhaba
diyordu. Yorganın sıcaklığından sıyrılarak dizlerimin üstünde yükseldim ve
pencereye doğru uzandım.

Pencereyi araladığımda, sabah esintisi nazikçe yüzümü
okşadı; serinliğin verdiği tazelikle içim canlandı. Dışarıdaki caddenin
gürültüsü, kuşların neşeli cıvıltılarıyla birleşerek odaya doldu. Bu sesler,
şehrin uyanmakta olan canlılığını ve günün telaşını fısıldayan görünmez bir
senfoni gibiydi. Saçlarım, esintinin hafif dokunuşuyla dalgalanırken, yataktan
kalkıp ayaklarımı yere bastım.

Makyaj masasının önüne geçip aynaya bakmak için eğildiğimde,
sandalyeye rastgele asılmış olan dupatta gözüme ilişti. Kumaşın tanıdık dokusu,
beni bir anda Salman ile paylaştığımız güzel anılara götürdü. O anı düşünürken,
dudaklarımda beliren gülümseme, içimdeki tatlı mutluluğu dışa vurdu.

Tam bu sırada, koridorun diğer ucundan Bijal yengenin sesi
yankılandı. Sesine hafif bir sabırsızlık ve telaş karışmıştı.

“Sanjeet, giderken lütfen bunları da alır
mısın?”

Onun bu tanıdık sesi, düşüncelerimden sıyrılmama neden oldu
ve merakla odadan çıktım. Koridorda, Bijal yengenin yeni yıkanmış çamaşırlarla
dolu bir sepeti taşıyarak yavaş adımlarla salona doğru ilerlediğini gördüm.

“Sanjeet! Sana söylüyorum, duyuyor musun beni?”

Bijal yenge, Sanjeet amcanın çoktan çıktığını fark edince,
hafifçe söylenerek elindeki sepeti koltuğa bıraktı. Ardından, bir elini alnına
koyarak derin bir nefes aldı, diğer elini ise beline yerleştirdi. Onun bu
hareketi, yorgunluğunun ve günün telaşının sessiz bir ifadesiydi.

“Bijal yenge, daha sabahın erken saatleri. Neden bu
kadar yüksek sesle konuşuyorsun?”

Yanına vardığımda, tereddüt etmeden arkasından usulca
eğildim ve kollarımı sevgi dolu bir şefkatle boynuna doladım.

“Arrey, Meena! Hala yapılacak o kadar çok iş var
ki…”

“Sana bugün için de izin alabileceğimi
söylemiştim.”

“İşe başlayalı kaç gün oldu ki hemen izin almaya
kalkıyorsun? Sen işine git, ben her şeyi hallederim.”

Bijal yenge, sepeti almak için hamle yaptığında bir anlık
tereddüt yaşadım, fakat ondan önce davranarak sepeti kucakladım.

“Hiç olmazsa çamaşırları asayım. Merak etme,
fazla oyalanmam.”

Bijal yengenin karşı çıkışlarına kulak asmadan daireden
çıktım. Asansörü beklemek yerine, merdivenleri hoplaya zıplaya indim. Khan ailesinin
kalabalığı, arka bahçedeki geniş çardağın altında toplanmış ve kahvaltı
sofrasına oturmuştu. Sabahın serinliği, kahvaltı masasına yayılan taze çay ve
baharatlı yemeklerin kokusuyla birleşip etrafı sarıyordu. Sohbete dalmış olan
aile fertlerinin sıcak gülümsemeleri ve kahkahaları havada yankılanıyordu.
Onları bölmemek için, herkese hızlıca selam verdim ve gözlerimle Salman’ı
aradım; fakat o, bu neşeli kalabalığın arasında yoktu.

Çamaşırları asmak için iki ağacın arasına gerilmiş olan ipe
doğru ilerlerken, arkamdan gelen küçük adımları hissettim.

“Yohan, sen miydin? Beni korkuttun.”

Minik Yohan, peşimden yavaşça gelmişti; gözlerinde meraklı
bir parıltı, yüzünde ise her zamanki sevimli ifadesi vardı.

“Adımı hatırlıyor musun?”

“Ne o, yoksa sen benim adımı unuttun mu?”

Ağaçların arasında uzanan çamaşır ipine doğru birlikte
yürürken, sabah güneşi yaprakların arasından süzülerek üzerimize dökülüyor, her
adımda etrafımızda dans eden gölgeler oluşturuyordu.

“Unutur muyum hiç, Meena abla? Üstelik bana verdiğin
sözü de hâlâ tutmadın.”

Sepeti çimenlerin üzerine bırakıp doğrulduğumda, Yohan
sevimli bir ciddiyetle parmağını bana doğru sallıyordu. Bu hareketiyle, küçük
bir öğretmen edasıyla beni uyarmaya çalışıyor gibiydi, ki bu da içten içe beni
gülümsetti.

“Ne sözüymüş bu, neden hatırlamıyorum ki?”

“Bana benimle oynayacağına dair bir söz vermiştin.
Hani babaannemlerdeyken?”

O sırada, elimdeki pembe sariyi asarken birden durdum ve
alnıma hafifçe vurdum.

“Ah, şimdi hatırladım. Sözümü hafta sonu yerine
getireceğim, Yohan.”

“Kriket maçı! Sen, ben ve amcam çok iyi takım
olacağız!”

Yohan’ın Salman’dan bahsetmesiyle içimde ani bir panik
dalgası yükseldi. Kalbim hızla çarpmaya başlarken, elimdeki sariyi titreyen
parmaklarımla ipe asmaya çalıştım. Sariyi ipe geçirdiğim an, ellerimin
titremesi daha da belirginleşti ve bir an durakladım.

“S-Salman amcan mı?”

“Evet, işte bak, orada!”

Yohan, heyecanla işaret parmağını ileriye uzattı ve
sabırsızlığına yenik düşerek hızla oraya doğru koşmaya başladı. Arkasından
seslendim, ama o çoktan uzaklaşmıştı bile. Gözlerim, Yohan’ın koştuğu yönde,
çimenlerin üzerinde rahat bir şekilde uzanmış olan Salman’a takıldı.

Salman’ın dün gece mutfakta sarf ettiği sözler zihnime
dolduğunda, nefesim kesildi; kelimeleri ve o anın gerginliği zihnimde yeniden
canlandı. Ne yapacağımı bilemez bir halde, sariyi bir perde gibi önüme çektim,
sanki onun ardına saklanarak bu yoğun bakışların etkisinden korunabilirmişim
gibi.

Oysaki, aramıza giren hangi engel başarabilirdi bu
bakışların sıcaklığını ve derinliğini hafifletmeyi?

Bir anda, sari nazikçe kenara itildi ve Salman karşımda
beliriverdi. Parmakları hala sarinin kumaşını tutarken, gözlerini yüzümde
gezdirmeye devam etti. İkna olana kadar, sanki bakışlarıyla ruhumu okurcasına,
her detayı dikkatle inceledi.

“Meena, bugün dünden çok daha iyi
görünüyorsun.”

“Sizin sayenizde, fakat biliyorum ki teşekkür etmeme
bile izin vermeyeceksiniz.”

“Evet, çünkü zaten ödeştik; hayatımda tattığım en
iyi basundiyi yaparak.”

Gülümseyerek kabul ettim övgüsünü; biraz da utangaç bir
edayla başımı eğdim.

“Mutfakta sergilediğin yeteneklerden hiç
bahsetmemiştin bana. Belki de ben senin dünyana dair sorular sormayı akıl
edemedim. Seni ne kadar az tanıdığımı fark ettim o an.”

“Salman Bey…”

“Fakat bu kadarı yeterli değil, Meena; ruhunun
derinliklerinde daha fazlasını keşfetmek istiyorum.”

O sırada, sari rüzgarın nazik dokunuşuyla hafifçe savruldu,
tıpkı bir dalganın kıyıya vurması gibi. Yaprakların tatlı hışırtısı,
etrafımızda bir melodi yaratırken, rüzgarın serin nefesi yüzümüze hafifçe
dokundu. 

“Seni tanımak, Meena, kristal kaplı bir
mağaranın derinliklerine inmek gibi. Her adımda yeni bir parıltı, her bakışta
gizlenen eşsiz bir güzellik karşılıyor beni.”

Güneşin ilk ışıkları şehrin uykulu sokaklarına vururken, işe
geç kalmamak için aceleyle apartmandan dışarı fırladım. Adımlarımın hızı,
kalbimin ritmiyle yarışıyordu adeta. Hava serin ve taze, sokaklar ise henüz
yeni uyanmaya başlamıştı. Otoparka vardığımda, Salman’ın gösterişli jipi hemen
dikkatimi çekti; parlak kaportası sabah ışığında parıldıyordu. Ancak, daha
şaşırtıcı olan, Pratap’ın jipin etrafında oyalanmasıydı. Salman çoktan yola
çıkmış olmalıydı, şoförsüz gitmesine şaşırarak Pratap’a doğru adımlarımı
hızlandırdım.

“Günaydın, Pratap. Salman Bey bugün arabayı kendi mi
kullanmak istedi?”

Pratap, beni gülümseyerek selamladı ve zarif bir hareketle
jipin arka kapısını açtı.

“Daha doğrusu, gecikeceğinizi tahmin ederek beni
sizi ajansa bırakmam için görevlendirdi.”

“Gerçekten gerek yok, ben otobüsle-“

İtiraz etmeye yeltendim, fakat Pratap, sahte bir acındırma
edası takınarak sözümü kesti.

“Efendim, Salman Bey’in talimatını yerine
getirmezsem, akıbetim hakkında hiç mi endişelenmeyeceksiniz?”

Onun bu alaycı ve bir o kadar da samimi tavrı karşısında,
gülümseyerek boyun eğdim. Fakat arka koltuğa geçmek yerine, ön koltuğa oturmayı
tercih ettim. Pratap, arka kapıyı kapatmak zorunda kaldı ve ardından şoför
koltuğuna geçip motoru çalıştırdı.

Araba, kalabalık şehir akışında ilerlerken aynaları
dikkatlice kontrol etti ve hafifçe gerilerek tedirgin bir sesle sordu.

“Salman Bey’in menajeri ile tanıştınız mı?”

“Evet, maalesef, tanıştık.”

Yanlış anlaşılma ihtimaline karşı aceleyle ekledim,
kelimelerim dikkatlice seçilmişti.

“Doğrusu, karşılaşmamız pek de hoş değildi.
Sonrasında da işler yolunda gitmedi; hatta benden nefret ettiğini bile
düşünmeye başladım.”

“Nisha, Salman Bey’e gerçekten çok düşkündür;
geçmişteki sansasyonları göz önünde bulundurunca, bu konuda biraz da haklı.
Ancak, bu durum size karşı kötü niyet beslediğinden değil, tamamen Salman Bey’i
koruma amacından kaynaklanmaktadır.”

Ajansın önüne vardığımızda, araba yavaşça durdu. Pratap,
içten bir nezaketle araçtan inip yolcu kapısını açtı. Aşağı indiğimde, yüzünde
sıcak bir gülümseme belirdi.

“Ancak, bana göre endişelenmenize gerek yok; sizi
tanıdıkça düşündüğü gibi biri olmadığınızı fark edecektir.”

Keşke bu kadar basit olsa, ama bunu gerçekleştirmek
sandığımdan daha zor olacak.

Pratap’a veda ederek ajansın girişine doğru ilerledim.
Danışma masasındaki kadına nazik bir selam verdikten sonra asansörün önünde
beklemeye başladım. Tam o anda, yanımda Nisha belirdi.

Bugün karşılaşmayı en son isteyeceğim kişi bile
değilsin.

Nisha, kusursuz bir takım elbise giymişti; kumaşın kalitesi
ve dikimin zarafeti, adeta bir moda dergisinden fırlamış gibiydi. Ceketinin
omuzlarına oturuşu, kendinden emin duruşunu daha da belirgin hale getiriyordu.
Gözleri, soğuk bir parıltıyla etrafı süzerken; yüzündeki ifade, her zamanki
gibi mesafeli ve ulaşılmazdı.

“Salman’ın arabasında ne yapıyordun?”

“Size de günaydın, Nisha Hanım ve görüşmek
üzere.”

Onu cevaplamaktan ziyade görmezden gelmenin daha akıllıca
olacağına karar verdim. Zira, bu tür tartışmaların bir sonuca varmayacağını
biliyordum. Asansörün kapıları açıldığında, içimde beliren huzursuzluk hissi,
Nisha ile bu kadar dar bir alanı paylaşmak istemediğimi hatırlattı. Sessizce
geri çekildim ve merdivenlere yöneldim.

Çalıştığım departmana adımımı attığımda, ofisin tanıdık
atmosferi beni karşıladı. Ofisime yöneldim ve çantamı dikkatlice masama
bıraktım. Ardından, Neha ve Rahul’un yanına giderek günün ilk selamlarını
verdim. Sohbetimiz, işlerin nasıl gittiğine dair kısa bir değerlendirmeyle
başladı.

Kısa bir süre sonra, Vikram içeri girdi. Her zaman olduğu
gibi enerjik bir hali vardı ve varlığı odaya yeni bir canlılık kattı. Arka
arkaya, Arjun ve Priya içeriye girdiler; onların da gelmesiyle, ekibin tam
kadro toplandığını hissettim. Hep birlikte, günün en önemli toplantısı için
hazırlıklara başladık.

Toplantının sonuna gelindiğinde, Radhika Hanım elindeki
notları dikkatlice toparlayıp masanın üzerine koydu. Gözleriyle odadaki herkesi
taradıktan sonra, gülümseyerek bana ve yanımda oturan Vikram’a doğru döndü.

“Bu arada, Meena ve Vikram, yeni televizyon reklam
kampanyamız için birlikte çalışmanızı istiyorum.”

Bu sözler üzerine, hafifçe arkama yaslanmış halde oturduğum
sandalyemde hızla doğruldum. Kalbim heyecanla çarpmaya başlamıştı; henüz işi
öğrenme aşamasında olduğum için, projeyi elime yüzüme bulaştırmaktan endişe
ediyordum.

“Radhika Hanım, benim gibi bir acemiyi projeye dahil
ederek riske atmak istediğinizden emin misiniz?”

Radhika Hanım, bu tereddüdü anlayışla karşılayarak yumuşak
ve teşvik edici bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

“Sorumluluk alarak işin inceliklerini daha iyi
öğreneceğini düşünüyorum. Bu projede yer almak, senin için mükemmel bir gelişim
fırsatı olacak.”

Vikram, yanımdaki sandalyede rahat bir şekilde oturuyordu.
Gözleri güven verici bir ifadeyle parladı ve konuşmaya dahil oldu.

“Endişelenme Meena, ben yanındayım. Bu projeyi
birlikte üstleniriz ve harika bir iş çıkarırız, hiç şüphen olmasın.”

“Size güvenim tam, arkadaşlar. Amacımız televizyon,
radyo ve basılı medya aracılığıyla geniş bir kitleye ulaşmak. Yaratıcı
fikirlerinizi bir araya getirerek muhteşem bir iş çıkaracağınıza
inanıyorum.”

Radhika, dosyasını kolunun altına sıkıştırarak toplantı
salonundan çıkarken, odada hafif bir esinti bıraktı. Herkes yavaş yavaş salonu
terk ederken, ben bir süre daha tek başıma oturdum. Düşüncelerim, geniş
kitlelere ulaşabilecek yaratıcı bir reklam fikri bulmak üzerine yoğunlaştı.

“Büyük bir kültürel zenginliğin, renklerin ve
geleneklerin harmanlandığı bu topraklarda, insanların kalbine dokunacak bir
hikaye bulmalıyım.”

Masada önümde açık duran not defterine, Hindistan’ın renkli
festivallerinden birini konu alarak bir taslak çizmeye başladım. Diwali,
ışıkların festivali… Bir araya gelen aileler, mutlulukla dolup taşan evler ve
umut dolu yeni başlangıçlar. İşte bu, insanların kalbine dokunacak bir
hikayeydi.

Tam bu düşüncelere dalmışken, toplantı salonunun kapısı
hafifçe aralandı ve kapının arasından Neha başını uzattı.

“Öğle yemeğine çıkıyoruz, Meena, bize katılmak ister
misin?”

“Siz önden gidin, ben bunu bitirip size
katılırım.”

“Tamam, ama fazla gecikme.”

Neha’nın arkasından kapının kapanışını izledim, ardından
sandalyemde arkama yaslandım. Yorgunluk, ince bir sis gibi omuzlarıma çökmüş
olsa da çalışmaya devam ettim. Birkaç ekleme daha yaptıktan sonra, yavaşça
yerimden kalktım ve salonu terk ettim.

Ofise döndüğümde, odanın boş olduğunu fark ettim. Sessizlik,
çalışmanın ağırlığını hafifletir gibiydi. Masama doğru ilerleyip not defterimi
dikkatlice bıraktım. Gözlerim, masanın üzerinde unuttuğum telefonuma takıldı.
Saatlerdir sessizce orada duruyordu, sanki benim ilgimi bekliyormuş gibi.
Telefonu elime aldım, ekranında beliren birkaç mesajın titreşimi, merakımı
uyandırdı.

Tam mesajları açmak üzereydim ki, bir ses düşüncelerimi
böldü.

“Meena’cığım, seni burada bulduğum için
sevindim.”

Kapıda beliren Nisha, elinde taşıdığı karton bardaktan
yükselen kahve buharı gibi, odanın atmosferine kendi soğuk varlığını yaydı.

“N-Nisha Ha-nım?”

“Seni ofis ortamında görmek istedim, fakat ne yazık
ki buraya uygun olmadığını itiraf etmeliyim.”

Gözlerindeki küçümseyici bakış, onun kişiliğinin keskin ve
soğuk bir aynasıydı; bu bakışlar, bir kış sabahının ayazında donmuş bir göl
kadar sert ve duygusuzdu. Her adımı ile birlikte, odanın içindeki hava biraz
daha ağırlaşıyor, sessizlik onun varlığına boyun eğiyordu.

“Burası senin masan mı?”

Nisha, masanın üzerinde duran kamelyaların solgun
yapraklarını kokladı. O an, çiçeklerin tükenmiş zarafetiyle alay edercesine,
yüzünde beliren küçümseyici bir ifadeyle, aile fotoğrafımı kaptı. Fotoğrafı,
umursamaz bir tavırla masaya çarparak bıraktığında, odanın sessizliği aniden
çatladı. Bu küçümseyici hareket, içimdeki öfkeyi tetikledi. Sinirlerim, bir
telin gerilmesi gibi gerildi ve elimdeki telefonu sertçe masaya bıraktım.

“Hangi rüzgar attı sizi buraya? Şüphesiz, beni
özleyip gelmiş olamazsınız.”

“Hayatım, küstah tavırların bana etki etmez. Ben
Salman kadar iyimser değilim; sende gelecek vaat eden bir ışık
göremiyorum.”

“O halde, neden benden uzak durmayı
denemiyorsunuz?”

Nisha, karşısındaki bu meydan okumaya karşılık verirken,
vücudu mükemmel bir özgüvenle donanmış gibiydi. Başını hafifçe yana eğdi, bu
hareket, alaycı bir merak ifadesi taşıyordu.

“Önce ajansta işe başlıyorsun, ardından Galaxy’ye
taşınıyorsun. Yabani bir ot gibi, seni ne kadar temizlesek de her seferinde
yeniden karşımıza çıkıyorsun.”

“Eğer günün birinde Salman Bey benden gitmemi
isterse, o zaman giderim; ama bu karar sizin elinizde değil.”

İşaret parmağım, bir kılıç gibi Nisha’ya doğrulmuştu. Ona
karşı kendimi savunmak, içimde bir zafer duygusu uyandırmış, özgüvenimi
tazelemişti. Fakat Nisha’nın gözlerinde beliren o sinsi parıltı, henüz oyunun
bitmediğini anlatıyordu. Sözlerimden etkilenmemiş, aksine yeni bir hamle için
fırsat kolluyordu.

“Farkındayım, hayatım, ve bunu gerçekleştirmek için
ne gerekiyorsa yapacağım.”

Arkasını dönüp giderken, onun bu tavırla uzaklaşmasının
rahatlığını hissetmeye başlamıştım ki, bir anda geri döndü. Beklenmedik bir
hareketle elindeki kahveyi elime döküverdi. Sıcak sıvı, cildime değdiği anda
acı bir çığlık boğazımda düğümlendi. Aniden gelen bu darbe karşısında
sendeledim, ama Nisha çoktan uzaklaşmıştı bile.

Ofisten ayrılmak üzereyken, sırtı hala bana dönük bir halde,
son bir kez seslendi.

“Ya da… Ben ne yapabilirim ki, sen zaten kendine
en büyük kötülüğü yapmadın mı?”

Sözleri, kahvenin yarattığı acıyı unutturacak kadar derindi.
Her harfi, içimde bir yankı bırakıyor, ruhuma işliyordu. Nisha’nın bu son
hamlesi, onun sadece fiziksel bir darbe değil, aynı zamanda psikolojik bir
yıkım ustası olduğunu gösteriyordu. Geriye kalan tek şey, Nisha’nın arkasında
bıraktığı enkazın ortasında, onun sözleri ve hareketlerinin ağırlığıyla baş
başa kalmaktı.

“Meena, elin… Eline ne oldu?”

O an, düşüncelerimin girdabında öylesine kaybolmuştum ki,
Vikram’ın yanıma geldiğini bile fark edemedim. Ellerini bana uzatmıştı, ama
dokunmaya çekiniyordu, sanki parmak uçlarıyla dokunsa elimdeki acıyı daha da
artıracakmış gibi.

“Dayanılmaz bir şekilde acıyor.”

Gözyaşlarım ansızın yanaklarımdan süzüldü; tıpkı masumiyetin
korumasız kaldığı bir anda, bir çocuğun hıçkırıklarıyla dünyaya meydan okuması
gibi. Ancak bu gözyaşlarının kaynağı elimdeki acı mıydı, yoksa kalbimdeki derin
sızı mı, kestiremiyordum. Sadece Nisha’nın beni tehdit edişinin ardındaki
hakikati sorguluyordum.

Benimle ilgili ne biliyor ki beni böylesine köşeye
sıkıştırabiliyor? Eğer elinde etkili bir koz varsa, bu, Salman’ı kaybetmeme yol
açabilir. Böyle bir durumda ne yapmalıyım: Ondan uzak mı durmalıyım?

Düşünceler, karanlık bir bulut gibi zihnimi sararken, Vikram
sessizce beni departmanın mutfağına yönlendirdi. Camekanın önünde duran masadan
bir sandalye çekip beni oturttu. Sandalyeye yerleştiğimde, karşı duvarda asılı
duran ilk yardım dolabına doğru yöneldi. Dolabın içini dikkatlice karıştırdı ve
bir krem buldu. Ardından, önümde diz çökerek elimi nazikçe kendine doğru çekti.

“Bu krem acını hafifletir, merak etme, yarına hiçbir
şeyin kalmaz.”

“Yarın için pek umudum kalmadı.”

Bu cümle, Vikram’ı aniden hareketsizleştirdi, elindeki kremi
tutan parmakları bir an duraksadı. Gözlerinde, sözlerimin ağırlığını anlamaya
çalışan bir düşünce belirdi.
Ardından, içindeki kararlılığı yeniden bulmuş gibi, Vikram nazik hareketlerle
kremi sürmeye devam etti.

“Az önce ofisten çıkan Salman Khan’ın menajeri
miydi? Buraya senin için mi geldi? Meena, yoksa bunu sana o mu yaptı?”

Sesinde hem şaşkınlık hem de endişe vardı, sanki cevabım her
şeyi açıklığa kavuşturacak bir anahtardı.

Boşluğa kilitlenmiş bakışlarım, yavaşça Vikram’ın yüzüne
indi. Ama ne diyeceğimi bilememenin verdiği çaresizlikle sessizlik en doğru
cevap gibi geldi. Sözcükler boğazımda düğümlenmişti; nereden başlayacağımı,
nasıl açıklayacağımı bilmiyordum.

“Anlatmak istemiyorsun, bunu anlayışla
karşılıyorum.”

Vikram, kelimeleri nazik bir anlayışla dile getirdikten
sonra yavaşça ayağa kalktı. Onun hareketiyle ben de yerimden doğruldum. Yanık
olan elimi avucunun içine aldı, sanki bu küçük hareketle tüm yükümü paylaşmak
istercesine. Bakışlarım önce Vikram’ın yüzünde duraksadı; gözlerinde derin bir
endişe ve samimiyet vardı. Ardından, gözlerim ellerimize kaydı, parmakları
avucumdaki acıya sessiz bir şefkatle dokunuyordu.

“Salman Bey ile ne tür bir bağlantın var, bilmiyorum
ama eğer sana zarar veriyorsa… Lütfen kendine bunu yapma.”

Tam o anda, koridordan yankılanan adım sesleri kulaklarımızı
doldurdu. Başlarımızı sesin geldiği yöne çevirdiğimizde, Salman’ın silueti
belirdi. Elimi yavaşça Vikram’ın avucundan çektim, ancak olduğum yerden
kıpırdamadım. Vikram, belki şaşkınlığın etkisiyle belki de durumu
umursamıyormuşçasına, hareketsiz kaldı. Salman ise, yüzündeki gülümsemenin
hızla silindiği o an, gördüklerini yanlış anladığını belli eden bir ifadeyle
geldiği yöne doğru döndü ve koridorda yavaşça kayboldu.

“Peşinden gitmeyecek misin?”

“Başka hiçbir şeyi böylesine içten dilememiş olsam
da, artık gidemem.”



İş arkadaşlarım öğle yemeğinden döndüğünden beri,
sessizliğin huzurunda masama çekilmiş, projeye adanmış bir dikkatle
çalışıyordum. Zihnimin derinliklerinde birbiriyle çarpışan düşünceleri
susturmanın yegâne yoluydu bu; kalemin kağıda dokunuşunda, parmaklarımın
klavyede dans edişinde bir tür sükûnet buluyordum. Arada bir, Vikram ile göz
göze geldiğimizde ona her şeyin yolunda olduğunu anlatmaya çalışsam da, o
sessiz çırpınışlarımın ardındaki gerçeği sezmişti. Masama, üzerinde gülen bir
yüz çizilmiş küçük bir çikolata bırakmıştı. O küçücük jest, içimdeki karanlığı
bir anlığına da olsa aydınlatmış, dudaklarımda hafif bir tebessüm oluşturmuştu.

Gün nihayet sona erdiğinde, çantamı alıp kapıya yöneldim.
Ancak birkaç adım atmışken, adımlarım beni geri çağırdı. Masama döndüm ve
kurumuş kamelyaları alarak ofisin kağıt dolu çöp kutusuna bıraktım.

Eğer ondan gerçekten uzaklaşmak istiyorsam, belleğimin
derinliklerine kök salmış bu anılardan vazgeçmeyi göze almak zorundayım.

Tek başıma asansöre bindim ve sessizce ajanstan çıktım.
Otomatik kapının ardındaki dünyaya adım attığımda, yol kenarında bekleyen
kırmızı araba gözlerimi yakaladı: Salman’ın arabasıydı bu. Çantamın omzuma
astığım askısını daha sıkı kavradım, merdivenleri dikkatle indim ve ileriye
bakarak yürümeye devam ettim.

Salman, arabanın önünden geçerken ani bir kararlılıkla
yoluma çıkarak beni durdurdu.

“Meena, konuşmamız gerek.”

“Konuşacak gücüm kalmadı, Salman Bey.”

“Açıklığa kavuşturulması gereken bir konu varken
sessiz kalmak, büyük bir kayıp sayılmaz mı?”

Bilmem, ben her iki şekilde de kaybetmeye alışkınım.

Yorgun bir nefes alarak arabaya yaslandım; Salman’ın kararlı
duruşu, sanki üzerime çöken ağır bir gölge gibiydi. İçimdeki direnç, onun
inatçı bakışları karşısında yavaş yavaş eriyordu. Pes etmenin eşiğinde,
kalbimde bir savaş veriyordum; bu duruş, her zamankinden daha güçlü ve
kaçınılmaz görünüyordu.

“Hey, Meena!”

Elinde kaskıyla Vikram, motosikletine binmek üzereyken
gözleri beni buldu; yüzündeki ifade, içinde bulunduğum zor durumu sezdiğini
açıkça ele veriyordu. Adımları hızlandı, kararlılığı ve koruma arzusuyla
yanımıza doğru yaklaşırken, Salman’ın omuzları bir yay gibi gerildi.

“Salman Bey, merhabalar.”

Salman, başını omzunun üzerinden çevirip Vikram’a
baktığında, bakışları arasında sessiz bir meydan okuma vardı.

“Daha önce bir reklam projesinde birlikte çalışma
fırsatımız olmuştu.”

“Üzgünüm, fakat sizi anımsayamadım.”

“Bu gayet mümkün, çünkü ben projeyi geliştiren
ekipte yer alıyordum.”

Salman, konuşmanın cazibesini yitirdiğini hissetmiş olacak
ki, bakışlarını tekrar bana çevirdi. Ancak Vikram, neşesini bozmadan ve
kararlılığından ödün vermeden söze devam etti.

“Artık Meena da o ekibin bir üyesi. Hatta şu anda
üzerinde çalıştığımız bir proje bile mevcut.”

Bu haber, Salman’a beklenmedik bir darbe gibi indi;
yüzündeki hayal kırıklığı, onunla bu sevinçli haberi paylaşmamış olmanın bir
yankısı olarak belirginleşti. Gözlerimi onun üzerindeki ağırlıktan kaçırarak
Vikram’a döndüm ve sesime yumuşak bir tını katarak sordum.

“Umarım seni çok bekletmedim.”

Vikram, kısa bir an için tereddüt etti, ancak hemen ardından
durumu nazikçe kavrayarak toparlandı.

“Hiç de değil. Proje üzerinde beyin fırtınası
yapabileceğimiz sakin bir yer biliyorum, seni oraya götüreceğim.”

Vikram, kaskını bana uzattığında, yüzümde beliren hafif bir
gülümsemeyle onu aldım; içimdeki kararsızlık, bu basit hareketle daha da
görünür hale geldi. Vikram motosikletinin yanına dönerken, kalbimdeki ağırlık,
adeta gitmemek için direnen bir çığlık gibiydi. O an, Salman’ın sesi
kulaklarımda yankılandı; sanki içimde kalmak isteyen her parçama hitap
edercesine, son bir kez daha şansını denemek istercesine seslendi.

“Meena, gerçekten onunla gidecek misin?”

Kalmak, tanıdık ve güvenli bir limana demir atmak gibiydi;
fakat gitmek, bilinmezliğe açılan bir kapının eşiğinde durmak demekti.

Ve ben, o kapıyı bir kez aralamıştım.

“Size de iyi akşamlar, Salman Bey.”

Arkamda bıraktığım varlığının ağırlığını her adımda
hissederek, çoktan motosiklete binmiş olan Vikram’ın yanına ilerledim. Kaskı
başıma yerleştirip arkasına oturduğumda, cesaret edip arkamı dönemedim; fakat
motosikletin aynasında, hâlâ yerinde duran Salman’ın bulanık yansımasını
gördüğüm an, geçmişin karanlık gölgesi yeniden üzerime çöktü.

O gün, annemin çöpe döktüğü o kıymetli tatlı gibi, şimdi
de senden vazgeçmem istenmişti. Çocukluğumda bana uğruna savaşmaktan ziyade
geri çekilmek öğretilmişti. Bu yüzden, erişmeyi arzuladığım her şey, daima ufuk
çizgisinde beliren bir hayal gibi, benden hep kilometrelerce uzakta kalmış
gibiydi.

Sen, Salman, bir çocuğun uğruna gözyaşı döktüğü o
tatlının ta kendisi miydin, yoksa her şeyin fazlasına dönüşen bir zehir mi?

BÖLÜM SONU

Dipnot:

Rasvinder: Genellikle Pencap kökenli
bir isimdir ve “lezzetin sahibi” anlamına gelir. Bu isim, hem
erkekler hem de kadınlar için kullanılabilir, ancak daha çok erkekler
arasında yaygındır.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla