Gözlerimi kırpıştırarak açtığımda gözüme dolan yoğun günışığının aniden gözlerime ulaşması ile gözlerimi hızla yumdum. Uzun süredir uyuduğumu gösteren yoğun baş ağrımı geçirmek için elimi kırmızı saçlarımın içinden geçirdiğimde yanımdan duyduğum bir kıkırtı nerede olduğumu bilmediğimi fark etmemi sağladı. Baş ağrımı ve uykumu bir kenara bırakıp etrafa bakmaya başlayınca oldukça rahat ve lüks bir at arabasının içinde oturduğumu fark ettim.
Yanımda oturan zümrüt yeşil elbisesinin içinde oturan genç kıza baktım. Hafif uzun sarı saçlarının uzunluğu omzundan dökülecek uzunluktaydı. Hafif uzun sarı perçemleri arasından görünen, elbisesi ile uyumlu olan yeşil gözleri heyecan ve neşe karışımı bir duyguda parlıyordu. Saçlarını boynunda doğru ayrmış ve iki yanından doğru dökülmesine izin vermişti. Boynunda bulunan sarı saçlarının ortasındaki zümrüt taşlarının kullanıldığı, altın zincirlere sahip kolyeleri at arabasının içine gelen yoğun günışığı ile parlıyordu. Ellerini zümrüt yeşili elbisesinin kenarında bulunan beyaz ve altın renkli parlayan işlemelerde gezdirdi. Ardından bana bakıp gülümsedi ve konuşmaya başladı.
“Her gözlerini kapattığında kendini bilmediğin bir yerde buluyorsun değil mi? Ben olsam gözlerimi bir daha kapatmazdım.” Onun sözlerinden sonra gözlerimi kırpıştırdım. “Sen de kimsin?” diye sormaktan kendimi alıkoyamadım. Uykuya dalmadan hemen önce bodrumun birinde ellerimin bağlı olduğunu hatırlıyordum ama şimdi bambaşka bir yerde, bambaşka bir haldeydim! O ise benim sorumu es geçip tek eli ile zarif bir şekilde sarı saçlarını omzunun arkasında doğru attığında konuşmaya devam etmişti. “Hayatı sen olarak yaşamak oldukça zor olmalı.” Yapmacık bir acıma duygusuyla iç çektiğinde bu kızı sevmeyeceğimi söylüyordu içimden bir ses.
Ben olarak yaşamak mı? O benim hakkımda ne bildiğini düşünüyordu? “Beni tanımıyorsun.” dedim tehlikeli bir sakinlikle. Kelimelerim onun dudaklarına muzip bir gülümseme oluşmasına sebep olmuştu anlaşılan. “Tanıt kendini.” Baskın bir ses tonu ile verdiği bu emir damarlarımda sıcak bir şey akıyormuş gibi hissetmeme sebep oldu. Sanki bu kızla konuştuğum her saniye benim üzerimde bir baskınlık kurmaya çalışıyormuş gibi hissediyordum ve bu beni sinir ediyordu.
At arabası ile yanlarından son sürat geçtiğimiz tarlalar, evler, insanlar anlık bir silüet olup kaybolurken kendimi akıp geçen zamanın içinde kaybolmuş gibi hissettim. Oturduğum yerin hemen önündeki camın kenarına ilişmiş olan kenarları altın işlemeli olan krem rengi perde bana garip hisler çağrıştırıyordu. Açık olam pencereden esen rüzgarla hafif hafif dalgalanmaya başladığında gözlerimi bile ayırmadan perdeyi izliyordum. Perdenin yanından gözüken ve birkaç saniye sonra yok olan her şeyi değil de o perdeyi izlemek her zaman yaptığım bir şeydi. Hayatın karmaşasından, olup bitenden, kaçıp kendimi kandırmak.
Konuşmayacağımı anlamış olan sarışın daha yeni reşit olmuş gibi görünen soylu kız sanki konuşmayışım bile onun planının bir parçasıymış gibi hiç bozulmadan benim aksime pencereye döndü ve dudaklarındaki gülümseme ile geçip giden her şeyi izlemeye başladı. Onunla benim aramdaki fark buydu galiba. Ben gerçeklerden kaçıyordum ama o kaçmıyordu. Kendimi tutamadım ve ağzımı açtım. Sanki bu kelimeleri söyleyip söylememenin iradesi bende değilmiş gibi hissediyordum. “Sen kaçmıyorsun.” O an neden bilmiyorum ama neyden bahsettiğimi anlayacağından eminim. O ise hiç beklemediğim bir şey yaptı. Sadece dört kelime ile hayatımı bir anda hem anlamlı hem anlamsız kıldı. “Ama sen kaçmakta haklısın.”
Sen kaçmakta haklısın da ne demekti? Ben kimdim ki hayatım kaçmama değerdi? “Kim olduğunu bilmediğini biliyorum Roi ama artık kaçmana gerek yok. Ben zaten kaçtığın şeylerin sana ulaşmasına izin vermeyeceğim.” dediğinde bunun güvenden çok korku vermesi beni ürkütmüştü. Sanki kaçtığım şeylerden çok yanımdaki kız düşmanımmış gibi hissediyordum ama neden?
Korku ve endişe ile dolup taşarken bir anda tüylerim diken diken oldu. Kalbime giren ağrı ve soğuk rüzgarın direkt olarak yüzüme esmesiyle nefes alamaz hale geldim. Gözlerim saniyeler içinde acı yaşları ile doldu. Sanki vücudumun her santimi yanıyormuş gibi hissediyordum. Sanki canımdan can gidiyordu. Neler oluyordu hiçbir fikrim yoktu ama en son annem öldüğünde böyle hissettiğimi hatırlıyordum. Yanımdaki kıza döndüğümde endişe ile bana baktığını gördüm. “Arabadan inmem lazım!”
Kalbimdeki ağrı ile at arabasından indiğimde, soylu sarışın kızda beni takip ediyordu. Güneş daha yeni yeni kendini göstermeye başlamıştı. Gökyüzü kızıl renginin güzel tonlarına bürünmüştü. Etrafında kimsenin bulunmadığı tarlanın çitine doğru yaklaşıp yaslandım. Kızın yüzündeki endişeli ifadenin yerini keyifli bir gülüş alırken sağ ayağımın büyük bir acı ile uyuşmaya başladığını hissettim. “Hissediyor musun?” diye sordu kızın keyfi kelimelerinden bile hissediliyordu.
Genelde soğuğa aldırmayan vücudumdan soğuk bir esintiyle geçen bir titreme kalbimin daha da sıkışmasından başka bir işe yaramadı. Ona cevap vermeyeceğimi anlayan kız, elbisesi tek eli ile zümrüt yeşili elbisesini yerlere sürünmesin diye tutarken konuşmaya devam etti. “Bu kim olduğunla ilgili.” Kim olduğum mu? Anlamıyordum neden herkes sürekli her şeyin benim kim olduğumla ilgili olduğunu söylüyordu özellikle de ben hiçbir şeyken. Sıkışan kalbim ve nefes bile almama izin vermeyen boğazıma rağmen ağzımı açık konuşmaya başladım. “Kimim ben?” Ben bu iki kelimeyi söylediğimde kızın gözlerinden bir parıltı geçtiğine şahit oldum.
Ben onun soruma cevap vermesini beklerken bize uzak bir yerde bir hawaii fişek atıldığının sesini duydum. Bize yakın olmamasına rağmen çok gürültülüydü. Ama sanki ben duymam gerekenden birkaç kat daha gürültülü duyuyormuşuz gibi hissediyordum. Bu sesten sonra kalbimin hızlı hızlı attığını hissetmeye başladım. Kalbim boynumda, bileğimde vücudumun her yerinde hissediyordum. O sırada kız cevap verdi. “Şimdilik benim oyunumun bir piyonu.”
Güçlükle konuşmaya başladım. “Piyon?” Söyleyecek çok sözüm vardı ama hiçbir kelime ağzımdan çıkmıyordu. Kız bana iyice yaklaştığında dudaklarında gülümseme bir an bile silinmedi. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum Roi. Bu savaşı durdurabileceğini düşünüyorsun. Ama gerçek gücün kimde olduğunu fark ettiğin zaman, neler yapabileceğini de anlayacaksın.” Kalbimdeki ağrı her saniye artarken, kurumuş boğazımı birazcık bile olsa ıslatmak amacıyla yutkundum. ”Neler yapabilirim ki?” diye sorarken bir yandan bu kızın bir düşman mı yoksa bir dost mu olduğunu çözmeye çalışıyordum. “Hiçbir şey.” dedikten sonraki kıkırtısı sadece sinir bozucuydu.
Aniden hissettiğim soğuk bir rüzgar ve vücudumdan geçen elektrik dalgası ile acı dağıldı. Tam o sırada kızın eteğini tutan eli bulunduğu yerden havalandı ve omzuma kondu. Elini omzuma koyduğunda elbisesinin bilek kısmı biraz gerildi ve bileğini açıkta bıraktı. Görüş açıma giren bileklikle nefes alış verişim düzensizleşti. Omzumdaki elinden kaçınmak için geriye doğru bir adım attığımda bir anda onun kim olduğunun farkına vardım. “Sen…” diyebildim sadece. Ama o benim onun kim olduğunu anladığımı anlamıştı. “Evet, benim Ophelia. Hakkım olanı almaya geldim.” Yüzündeki alaycı gülümsemenin yerini ciddi bir ifade aldığında dişlerimi sıktım.
“Neye ihtiyacım olduğunu çok iyi biliyorsun Roi ve bu sefer beni engellemene izin vermeyeceğim.” dediğinde sinirle ona baktım. “Sen aklını kaçırmışsın! Sahip olmak istediğin şeyin gerçekten var olma ihtimali bile yok. Ama gene de gerçekten varsa bile sen onun yakınına bile yaklaşamazsın.” diye bağırdım.
Normal bir iblis kanının pek çok hastalığı iyileştirdiği bilinen bir gerçekti. Özellikle daha genç iblislerin kanları daha taze olduğu için genç iblislerin kanı daha çok etki ederdi. Ama bunların hiçbiri ölümcül bir hastalık olan “riviera”ya çare değildi. Riviera insanın kalbinden tüm vücuduna yayılan, insanı her geçen saniye daha fazla yaşayan bir ruha çeviren çok nadir bir hastalıktı. Ama bazı rivayetlere göre genç iblis prenslerinin kanları bu hastalığı iyileştirebiliyordu. Sinirle konuşmaya başladı. “Bunu bilemezsin! Rivayet, kırmızı saçlı bir çocuğun iblis prensini bulabileceğini söylüyor. Bana yardım etmeyeceksen de yoluma çıkmana izin vermeyeceğim.”
Ophelia’nın bu hastalığa sahip olmadığı kesindi. O zaman kimi kurtarmaya çalışıyordu? “2. Arena’yı izlemek istiyorsun değil mi?” diye sorduğunda ne yapmaya çalıştığını anlamayarak gözlerine baktım. Derin bir nefes aldı ve konuşmaya devam etti. “Sadece senin canın acımıyor Roi.” Birkaç saniye ne yapacağımı bilemeyerek öylece durdum. Ardından konuşmaya başladım. “Gidelim.” Biz beraberce geri at arabasına döndüğümüzde Ophelia elbisenin eteklerinden tutarak koltuğuna yerleşti.
Araba yavaşça ilerlemeye başladığı sırada Ophelia’ya döndüm. “Beni neden engel olarak görüyorsun? Ben İblis Prensi’ni tanımıyorum bile.” dedim. “Şimdi tanımıyorsun ama onu tanıyınca bana engel olmak isteyeceksin.” Aramızda geçen kısa süreli bir bakışmadan sonra onun beni omzumdan sıkıca tutarak yönlendirmesiyle hâlâ ağrıyan kalbimle at arabasına doğru ilerlemek zorunda kaldım. Sanki her yutkunduğumda boğazımdan geçen şey asitti ve geçtiği yerleri yakıyordu.
Ophelia ile bir zamanlar bahar festivalinde taşmıştık bu genelde küçük köylerin kendi içlerinde baharın gelişini kutladığı bir festivaldir. O zamanlar Ophelia daha çok küçüktü. Sadece yedi veya sekiz yaşında anca olabilirdi. Bu da aslında benim yaşlanmadığımı anladığını da gösteriyor. At arabasına binip kadife koltuklardan birine oturunca ona doğru döndüm. “Biliyorsun değil mi?” Sorumun üzerine bir süre düşündü. Derince yutkunduğunu gördüm. Herkes gibi onun da zaafları vardı. “Neyi bilip bilmediğimi merak ediyorsun bilmiyorum ama tahmin edebileceğinden daha çok şey biliyorum. Senin kendin hakkında bilmediğin bazı şeyler de biliyorum.” dedi ve ardından kızıl saçlarıma bakıp kıkırdadı.
İçimde Olivier için kötü hisler vardı ama umursamamaya çalışarak dışarıyı izlemeye başladım. Yaklaşık iki saat ikimizde hiç konuşmadık. Nefes almak ve göz kırpmak dışında hiçbir şey yapmadan dışarıyı izlediğim saatlerin sonunda arabanın durması ile bakışlarımı Ophelia’ya çevirdim. O ise bana gülümsedi ve açılan kapıdan indi. Onun ardından ben de indim ve geldiğimiz yerin geniş bahçesine baktım. Arından da anlamaz bakışlarımı Ophelia’ya yönelttim. Neredeydik biz? “Seni öldüreceğimi düşündüğüne inanamıyorum. Bu olacaksa da bunu yapan ben olmayacağım.” dediğine kaçacak bir yer ararmış gibi etrafıma bakındım ama her yerde zırhlı muhafızlar vardı. Bu kadar korunaklı olan bu yer neresiydi?
“Kaçmayı aklından bile geçirme Roi.” dedi ve gülümseyerek yürümeye başladı. Ben de onu takip ederek ihtişamlı büyük binaya doğru yürümeye başladım. Kapının önüne geldiğimizde adam Ophelia’ya birkaç soru sordu ve bana döndü. Bana keskin bir bakış atıp tekrar önüne döndüğünde Ophelia’nın çoktan ilerlediğini farkedip hızlı adımlarla onu yakaladım. Buralarda çok sevilmiyordum galiba.
Son saatlerde olduğu gibi karnıma bir ağrı girdiğinde hafifçe sızlandım. Aslında havaifişekler patladığında geçirdiğim kriz kadar kötü hissettirmiyordu ama bir anda felç olmuş gibi hissettim, sanki attığım adım boşluğa düşmüş gibi oldum ve kendimi öylece yere yuvarlanmış halde buldum. Benim kadar arkasını dönüp bana bakan Ophelia da şaşırmıştı. O sırada bir adam bize doğru ilerledi ve direkt olarak Ophelia’ya döndü ve elini uzattı. O ikisi el sıkıştıktan sonra Ophelia sarı saçlarını son bir kez savurarak binanın çıkış kapısına doğru ilerledi. Ben de siyah saçlarında beyazlar çıkmaya başlamış, uzun boylu adamla göz göze gelmiştim. “Adını çok duydum Roi.” dedi ve arından ekledi. “Sen o deneylerden bir kalıntıya sahip son taşıyıcısın.”
Sonrasında duyduğum bir çığlıkla bacaklarımı kendime çekip gözlerimi kapadım. Canım öyle kötü yanıyordu ki… Sanki kemiklerim kırılıyor ve sonra hepsi yeniden birleşiyor gibi hissediyordum. Gözlerimin önü bulanıklaştı önce. Gördüğüm manzara değişti. Arena’nın içerisindeydim ama kendi bedenimde değildim. Üzerime doğru savrulan kılıçla yana doğru atılmaya çalıştım ama bu beden bana ait değildi. Ben sadece onun güzlerinden gören bir ziyaretçiydim. Peki kimi bedenindeydim? Bu bugünkü Arenaydı… Karşımda duran şövalye Arthur William onu herkes tanır. Koyu kahverengi saçları ve açık mavi gözleri ile herkesi etkileyecek türden bir adam o.
O zaman benim gözünden izlediğim kişi bir ejderhaydı. Bu olanlar gerçek miydi yoksa bir çeşit hayal miydi? Neredeydim ve neden buradaydım? Sonra yükseldiğimi hissettim. Gözünden izlediğim ejderhanın kanatları görüş açıma girdi. Gördüğüm kanatlar dünya üzerinde gördüğüm en güzel şeydi. Siyah kanatlarının ortalarında kemiklerinin geçtiği yer griydi ve parlıyordu ayrıca kanatları diğer ejderhalardan farklı bir şekildeydi. Yana doğru açılırken biraz da yukarı doğru kalkıyordu ve kat izlerinin olduğu yerden yavaş yavaş kanatları açılıyordu. Üst üste katlanarak kapandığı yerde altın ve beyaz renginde çok ince çizgiler vardı bu çizgiler damarlarının üstünden de geçiyordu.
Sonra bir anda görüşüm kesildi. Her şey tekrar bulanıklaştı ve yer yüzünden kaydığımı hissettim. Bu his nasıl açıklanırdı bilmiyorum ama sanki saatlerdir kendi etrafınızda dönmüşsünüz de mideniz ağzınıza gelmiş ve hiçbir şeyi net göremiyorsunuz gibi bir duyguydu. Biz küçükken Olivier o kadar heyecanlı bir çocuktu ki beni sürekli elimden tutup oraya buraya çekiştirirdi. Annem, Olivier’ı hep çok severdi ama hep farkındaydım bundan daha fazlası vardı. Onu sadece sevmiyordu, ona acıyordu da…
Görüşüm tekrar geldiğinde kendimi küçük bir odada buldum. Ellerim ve ayaklarım çok güçlü bir zincirle bağlanmıştı. Kıpırdayamıyordum bile. Sonra demir kapı otomatik olarak açıldı ve içeri beyaz önlüklü bir adam girdi. Elinde bir dosya vardı. Gözleri yeşilin çok koyu bir tonundaydı. Onu daha önce hiç görmemiştim. Bir doktora benziyordu. Bana iyice yaklaştığında istemsizce kendimi geriye doğru çektim. Gözlerinin içine baktım. Kıkırdadı ve konuşmaya başladı. “Saçlarını ondan almışsın.”
Ben ona anlamaz gözlerle bakmaya devam ederken adam bana doğru bir adım daha attı ve benimle aynı boya gelebilmek için eğildi ve devam etti. “Senin annen çok zeki bir kadındı. Bakalım sen de annen kadar zeki misin.” Olduğum yerde dururken, zaten istesem de birkaç santimden fazla kıpırdayamıyorum, odayı incelemeye başladım. Her yerde son teknoloji kameralar, aletler, makinalar vardı ve hepsinin üzerinde küçük mavi iki harf yazıyordu: XC.
Siyah saçları hafifçe alnından dökülürken direkt olarak gözlerimin içine bakıyordu. Sonra usulca gülümsedi. Sanki yıllarca bu anı beklemiş gibi gülümsemişti. “İlk soruyla başlıyorum. Hazır mısın?” dediğinde vereceğim cevabın bir etkisi olmayacağının bilincinde olduğumdan hiçbir tepki bile vermeden bana bakan yeşil gözlerine bakmaya devam ettim. O da benden bir cevap beklemeden konuşmaya devam etti. “Bunca zaman hep Olivier’ı hayatta tutanın sen olduğunu düşündün değil mi? Çünkü ölümsüz olması gereken sen gibi gelmiştin ikinize de. Neden kırmızı saçların kralınkilerle aynı renk diye mi?” Kelimeler onun ağzından artarsa çıkarken titrek bir nefes aldım.
“Sen, ne ima etmeye çalışıyorsun?” diye sorduğumda ben bile ne ima ettiğini düşünüyordum. Bu bir hesap sorma gibi değil de meraktı. O, hangi kraldan bahsediyordu? “Hiçbir şey ima etmiyorum Roi. Sadece soruyorum o mu seni hayatta tutuyor yoksa sen mi onu hayatta tutuyorsun.” Onun söylediği her sözcükte düşüncelerim karışıyor, ellerim titriyordu. Sinirle kaşlarımı çattım. “Ben nerden bilebilirim? Bir şey biliyorsan söyle!” diye bağırdığımda hiçbir şey söylemedi ve odadan çıktı. Ben ise burdan çıkana kadar arenalarla ilgili haber alamayacağımı anlamıştım.
Bana doğru bir adım attı. Bir saniye için bana değil de cebine baktı. “Sakin ol. Merak etme, acıtmayacak.” dedikten hemen sonra ben tepki vermeye bile fırsat bulamadan cebinden çıkardığı iğneyi koluma sapladı ve içindeki parıldayan, gümüş sıvıyı kanıma karıştırdı ve bu gerçekten acıtıyordu.
Yorumlar