“Normalde uzun süredir beklenen şeyler için bu heyecanlı girişi yaparız ama bugün kısa sürede herkesin dikkatini çekmeyi başaran “Yukarı Dövüşü”nün ilk arenası için buradayız ve bu bence heyecanlı bir giriş yapmamız için fazlası ile yeterli.” diye bağıran platformun üzerindeki sunucu ile kalabalıktan onaylayan veya onaylamayan yüksek sesli çığlıklar yükseldi.
Yukarı Dövüşü denilen şey Kraliçe Valeria’nın kısa süre önce gazeteler aracılığı ile tüm dünyaya duyurduğu bir çeşit savaş ilanıydı. Ülkenin en güçlü on şövalyesi ve ejderhaların en güçlü on savaşçısı savaşacaktı. Bu durumda Kraliçe Valeria bu küçük oyunu kazansa da kaybetse de kazanıyordu. Bugün burada olup Yukarı Dövüşü’nün ilk arenası izleyecek olmanın sebebi düşmanlarımı bulmak istiyor oluşumdu. Çünkü evim patladığına, sevdiklerime zarar geldiğine, göre onlar beni çoktan bulmuştu. Patlamadan sonraki anılarım çok bulanıktı. Tekrar kendime geldiğimde etrafta kimse yoktu. Korkmuş ve kaybolmuş gibi hissetmiştim. Tekrardan terk edilmiş gibi. Bu dünyada bir başıma kalmış gibi hissetmiştim.
Herkesin görebileceği yükseklikte üstü kapalı ama gene oldukça büyük olan bir kafeste olacaktı dövüş. Herkes hâlâ bağırıp çağırırken arenaya giren büyük beyaz ejderha ile herkesin nefesi kesildi. Biz yerdeyken yukarıda arenayı uçarak izleyen ejderhalar da beyaz ejderha arenaya çıktığında kükremeyi kesmişlerdi. Ejderhanın karşısına tamamen zırhlı iri yarı bir şövalye çıktığında bahisler çoktan oynamıştı.
Ufak bir analiz yapacak olursak beyaz olan ejderha bir Yıldız Ejderhası. Yıldız Ejderhaları diğerlerinin aksine daha çevik ve asillerdir. Sadece dişi cinleri bulunur çünkü erkek olanlarının adı ve yapısı daha farklıdır. Oldukça eğitimli bir Yıldız Ejderhasının atış limiti çabucak bitmez ama genede daha güçlü olan ejderhalarla karşılaştırıldığı zaman oldukça naif bir ejderha türüdür. Lrya, şu anda arenada olan Yıldız Ejderhasının adı, ejderhalar arasında en hızlı olanıdır. Sen gözünü bile kırpmadan boynunu koparabilir. Gene de orta hızdaki bir iblisle karşılaştırıldığı zaman hızı yavaş kalır.
Şövalyenin elinde olan kılıç ily adındaki nadir bir demirden yapılmıştır. Oldukça güçlüdür ama gene de kly adını verdiğimiz taşla karşılaştırılamaz bile. Kly adındaki taş ejderhaları insan formuna dönüştürme gücüne sahiptir. Genellikle ejderha kraliyet ailesinde bulunurdu. Adı Kly olan taş ejderhalara insan formuna dönüşme gücü verirken aynı zamanda insanlara da çeviklik, hız gibi farklı özellikler sağlardı.
Yüksek kafesin içinde zarif bir şekilde süzülen Lyra, şövalyenin kılıcını kanadına atması ile hızlı bir manevra yaparak demirlerden birine kondu ve kanadını sıyırıp geçmiş olan kılıca baktı. Yıldız ejderhalarının kürkü beyaz olmasına rağmen sinirlendikleri zaman kulaklarının ve pençelerinin içi alev renginde parlar. Lyra sinirli bir şekilde şövalyenin üzerine atladığında şövalye ona kılıç sallamaya devam etti.
Ejderha kuyruğunu şövalyenin boynuna sarıp pençesi ile suratını parçalamaya başladığında kuyruğuna yediği kılıçla acı dolu bir şekilde kükredi ve geri çekildi. Şövalye elini suratına attığında hepimiz dikkatli bir şekilde arenayı izliyorduk. Bir kenarda ejderha dili ile kuyruğunun kesik kısmını yalarken şövalye parçalanmış suratına ve artık görmeyen gözüne rağmen yolunu bulmaya çalışıyordu.
Şövalye eline bir kalkan alıp kendini korumak için önüne koyduğu an bunun yaptığı en iyi hamle olduğu konusunda herkes edindi çünkü Lyra tam o anda atış halklarından birini kullanmış ve ona buz atağı yapmıştı. Ejderhaların arasında buna buz atağı mı yoksa başka bir şey mi dediklerini bilmiyorum ama ben ona bir ad verecek olsaydım bu adı verirdim.
Şövalye, ejderhanın atağı yüzünde hızla donan ver kırılan kalkanı hızla soluna attığına ejderha kükredi ve onun bunu yapışından sonra üstümüzde uçan tüm ejderhalar belli bir daire düzeninde uçarak kükremeye başlamıştı. Hiçbir şey göremiyorduk ve duyduğumuz tek şey her seferinde daha fazla ejderha kükremesiydi. Bir anda tüm insanlar sığınacak bir yer bulmak için koşuşturmaya başlanmıştı. Ejderha bir hamle yapacaktı da insanların bundan haberi olmasını istemiyorlar mıydı? Bunu görmem gerekiyordu!
Herkesin koştuğu yönün aksine bir şekilde, arenaya doğru, koşmaya başladım. Karşıma çıkan herkese çarpıyordum. Bir kaç kere ezilme tehlikesi atlatsam ve kulağım sağır olacak dereceye gelse de sonunda arenaya yaklaşabilmiş olmanın mutluluğu ile sessize arenanının platformunun yanına saklandım. Hepsi yüksekte olduğu için neredeyse platformla birleşmiş olan beni görmeleri çok zordu.
Kraliçe Valeria’nın sesini duyduğumda kanım dondu. “Kurallarına göre oyna Serena.” Serena diye seslendiği kişi Ejderha Kraliçesi Serena Nolan mıydı? Kulağıma ulaşan kıkırtıyla Kraliçe Serena’nın da insan formunda olduğunu anladım. Üzerimde uçan ejderhaların hepsi hâlâ yüksek sesle kükrediği için konuşmalarını tam olarak duyamıyordum.
“Çocuk ne oldu?” diye soran kalın bir ses işitiyorum ama devamını duymak oldukça zor. “Kadın konuşmuyor. İşimiz oldukça zor.” diyen başka kalın bir ses duyduğumda duyduğum seslerin artık başka bir konuşmaya ait olduğunu anladım. Şövalyeler konuşuyordu! Kraliçe Valeria’nın şeytani planı hakkında yanlışlıkla önemli bilgiler elde etmiş olabilirdim. Bu iyi bir şeyde olabilirdi kötü bir şeyde çünkü hâlâ kimin benim düşmanım olduğunu bilmiyordum.
Ben düşüncelerim arasında kaybolmuşken bir ses duydum ve düşüncelerimden sıyrılmak zorunda kaldım. “Roi, eğil! Hemen!” Aldığım komutu uygulayamadan bir ejderhanın tepeme konması ile olduğum yere çakıldım. Farkıma varmışlardı! Duyduğum ses Olivier’a aitti. Bunun da bana kattığı affalamışlıkla hareket edememiştim. Ejderha pençesini kaldırıp yüzüme vurmaya hazırlandığı anda Olivier bir anda elimden tutarak beni çekiştirmeye başladı. Onun tarafından koşturulduğumu anlamam bu şaşkınlığımın arasında en az birkaç saniye sürmüştü.
“Roi, kendine gel. Hemen!” diye bağıran Olivier ile bilincim tamamen açıldı ve onun hızına yetiştim. Onun ne işi vardı burada? Bulanık gören gözlerim önce elimden tutup çekiştiren Olivier’ı fark etti. Ardından koşan bedenimi hissettim ve bedenimin kontrolünü ele aldım. Korkunun bedenimi ele geçirmesine izin vermemeye çalışırken bir yandan daha fazla ejderha bizi fark etmesin diye uğraşıyordum. Nerede olduğumuzu bile bilmiyordum artık. Kırmızı saçlarım rüzgardan yüzüme yağışırken görüş açıma giren merdivenleri tırmanmaya ve Olivier’ı da peşimden sürüklemeye başladım.
Bir mahzene benzeyen koridorlardan geçerken arkamızdan gelen ejderhanın sesini duyabiliyorum. Koridorun sonundaki demir kapıyı görünce var gücümle koşmaya başladım. En başta bileğimden tutan Olivier’ın bileğini bu sefer ben tutuyordum. Diğer elimle kapıyı ittiğimde açılmadı. Eğer korkum nesneleşebilseydi bu yaşadığımız dünyanın her yerinden görünürdü büyük ihtimalle. Beynim birkaç saniye içerisinde olabilecek tüm olasılıkları sıralarken olacak olanı aklıma getirmek bile istememişti.
Demir kapının arkasının arenaya açıldığını fark ettiğimde arenadaki şövalye, Yıldız ejderhasını öldürmüştü…
Onu parçalara ayırmış ve vücudunun içinden çıkardığı kalbi havaya kaldırmıştı. Yerde oluşan kan gölü giderek büyüyordu. Demir kapının altından sızıp ayaklarıma yaklaşan kan, tüylerimi diken diken ederken elimin altından giden bilekle beraber kendime geldim. Hızla arkamı dönündüm ama kimseyi göremedim. Ejderha eğer Olivier’ı aldıysa onu tek bir yere götürebilirdi. Ejderha Sarayına…
O gün ben bir şey öğrenmiştim. Ejderhalar, benim düşmanımdı.
Kraliçe Valeria yüzünde gururlu bir ifade ile şövalyenin yanına geldiğinde arenanın etrafında dönen ejderhaların çığlıkları insanın kulaklarını kanatacak yükseklikteydi. Hiç olması gereken bir şey olduğunu düşünmediğim bir şekilde Kraliçe Serena keskin bakışları ile Kraliçe Valeria’ya baktı ve ejderha formuna dönüşmeye başladı. İnsanların ten renginin aksine derisi gökyüzü mavisi rengine gönüşürken normal gözleri yerini çekik büyük siyah gözlere bıraktı. Kenarlarına sarı ve beyaz renginde çizgiler olan mavi rengindeki kanatları zarif bir şekilde ortaya çıkarken kükredi ve kanatlarını iki kere çırparak havalandı.
Bu türü iyi bilmezdim. Ölüm Ejderhaları çok sık görülen bir ejderha türü değildir. Onlar daha çok nadire yakındır.
Ejderhalar da kraliçelerini takip ederek hızla uzaklaşmaya başladıklarında görüşüm açılmış ve daha iyi duymaya başlamıştı. Kraliçe Valeria’nın varlığı hâlâ beni tetikte tutarken hızla merdivenlerden aşağıya indim ve koşmaya başladım. Olivier olmadan kendimi kaybolmuş gibi hissetmekten alıkoyamazdım. Yalnızdım ve Olivier olmadığı zaman bunu daha da çok hissediyordum. Onu bulmak zorundaydım. Ayaklarımın beni götürdüğü yere kadar gidecektim. Ayaklarımın beni Olivier’a götürmesini istedim belki de, bilemiyorum… Sadece hayatımda ilk defa hiçbir şeyi sorgulamadım, tedbir almadım. Neden koşuyordum, nereye koşuyordum, ne olacaktı? Tüm bu soruları kafamdan attım ve acının bana getirdiği özgürlükten zevk almamdan nefret ettim.
Uzun bir süre daha nereye gittiğimi bile bilmeden sadece uzaklaşmak istediğim için durmadan koştum. Gözlerimden akan yaşlar yüzünden bulanıklaşan görüşüm ve giderek soğuyan hava sebebi ile titreyen ellerimin hissizleşmesi de bana pek yardımcı olmuyordu. Bir süre daha koştuktan sonra bir köye vardığımı gecenin sonsuz karanlığında yanan birkaç meşalenin görüş açıma girmesi ile anladım.
Evlerin arasından sıyrılarak meşaleleri daha net görmek için meydan olduğunu düşündüğüm yere doğru ilerlemeye başladım. Meydanda hareket etmeye hazırlanan bir at arabası gördüğümde bunun benim için bir işaret olabileceğini düşündüm. İki tane adam ellerinde meşalelerle at arabasının etrafında dönüyor ve bir sorun olup olmadığını kontrol ediyorlardı.
Uzun elbisesi içerisinde genç bir kadın, bir eli ile kafasındaki yeşil şapkayı düzeltirken diğer eliyle de uzunluğu yüzünden koyu yeşil rengindeki yürümesini engelleyen elbisesini tutuyordu. Bu genç kadının hemen yanında duran genç adam da en az genç kadın kadar şık gözüküyordu ve onun gözlerinin içine bakıyordu. Onların birer soylu olduğunu anlamak için düşünmeme gerek bile yoktu. Peki ama onlar gibi soylu ve varlıklı insanlar nasıl olurdu da böyle alt tabaka insanların yaşadığı bir köye gelirdi?
Kafamdaki tüm soruları bir kenara bırakıp at arabasının etrafında artık kimsenin olmamasının ve gecenin karanlığının da bana getirdiği avantajla at arabasının arka kısmına doğru ilerledim ve orada bulunan küçük bir kapağı kaldırıp at arabasının içine girdim. Zaten güneşimin batışı ile kararan dünyam, bulunduğum yerin etrafımdaki meşalelerin ışığını da kesmesi yüzünden daha da karanlığa büründüğünde ben de her zaman yaptığım gibi sessizliğe ayak uydurdum ve susutum. Uyanıklıkla uyku arasında bir yerde uyuyormuş taklidi yapıyordum. Düşüncelerimin her biri kendi yollarında uçan özgür birer kuştu.
Bir süre sonra at arabası ağır hareketlerle ilerlemeye başladığında bulunduğum yerde kıpırdanarak olduğum yere iyice yerleştim. Uzun bir yolculuk olacağını söylüyordu içimden bir ses. Düşünürken aklıma Emily geldi. Belki ben annemi erken kaybetmiştim ama o bana bir anne gibi davranmıştı hep. Çekindiğimde elimden tutar, beni sakinleştirir, teselli ederdi. Uzun süre yemek yemediğimde, geç uyuduğumda, eve geç geldiğimde endişelenirdi. Kaden ve Kai benim için ihtiyacım olan erkek kardeşlerdi. Onlar yanımdayken daha güçlüydüm sanki… Karen benim hiç var olmamış olan ablam gibiydi. Yüzüm gülsün diye her şeyi yapabilecek, eğlenceli ve başına buyruk ablamdı o benim.
Peki tüm bunların yanına, Olivier benim için neydi? Bir baba mıydı? Sanmam, babamı hiç tanımadım ve annemden de onunla ilgili elle tutulur şeyler öğrendiğim söylenemez. O benim için bir abi miydi? Ona bir kere bile düşünmeden sırtımı dayardım ama sanki yanımda durup beni desteklerken bana bir abi gibi hissettirmiyordu. Ona erkek kardeşim de diyemem, ona bakarken Kai veya Kaden’e bakıyormuşum gibi hissetmiyordum.
Arabanın aniden durması ile olduğum yerde öne doğru düşerek kafamı kapağa çarpmıştım. Elimi yüzüme götürdüğümde burnumdan gelen sıcaklıkla burnumun kanadığını anlamıştım. Kimseye görünmeden at arabasından çıkarak bulduğumuz yere bakınca Barış Şehri’ne geldiğimi fark ettim ve dudaklarıma bir gülümseme yayıldı. Buradan Ejderha Sarayı’na gitmek kolaydı işte. Elimi cebime atıp eski bir parça bezi çıkarıp burnuma götürdüm ve kanamayı durdurmaya çalıştım.
Üstümdeki bol paçası kirden iki kat koyulmamış kot pantolonum ve koyu gri rengindeki kazağın kollarının elimin ortasına kadar uzamasını sorun etmeden yürümeye devam ettim. Bir başka darbede parçalanacakmış gibi duran ayakkabılarımla inadına yere daha da sert basarak birkaç büyük adımda meyhaneye benzeyen bir yere girdim. Rüzgardan hafifçe uçuşan kırmızı saçlarımla içeriye girdiğime adamın biri bana döndü ve konuşmaya başladı.
“Burası reşitler için çocuk.” dediği şey ile gözlerimi devirdim. “Kaç yaşında olduğumu bilmek istemezsin.” diye cevap verdiğimde gözlerimin için bakarak güldü ve alayla konuşmaya başladı. “Kaç yaşındasın, on yedi buçuk mu?” diyerek güldüğünde mekandan çoğu kişi ona katılarak, büyük ihtimalle ne söylediğinden bile bir haber olmalarına rağmen, güldüler. Ben de onlarla güldüm ve sonra cevapladım. “Yüz yetmiş sekiz.” Herkes sırayla gülmeyi bıraktığında tamamen siyahlar içindeki genç ama bir o kadar da tecrübesi varmış gibi duran bir adam masaların arasından bana doğru yaklaştı.
Ellerini yeni çıkmış sakallarının üzerinde gezdirdi ve gözündeki güneş gözlüğünü çıkarıp yakasına taktı. Tek elini arka cebinde bulunan telsize attı ve bakışlarını direkt olarak benim siyah gözlerime diktiğinde beynim bunun resmen bir tehlike olduğunu bana hissettiriyordu. Bana temkinli bir şekilde yaklaştı. “Sen Roi mısın?” diye sorduğunda geriye doğru güvenli bir adım attım ve sorusunu cevapladım. “Evet?”
Bunun üzerine adam belindeki telsizi açıp konuştu. “Onu buldum.” Bu sözler kafamın için yankılanmaya başladığında hızlı adımlarla mekandan çıktım ve şaşkın bir şekilde koşmaya başladım. Arkamdan geldiğini duyabiliyordum ve attığım her adımda sanki bana daha çok yaklaşıyormuş gibi hissettiğim için dönüp arkama bakamıyordum. Bir köşeyi döndüğümde pek çok kişinin bağırdığını gördüm. Barış Şehri üç türün de barış içinde yaşadığı bir yer olduğu için burada yaşayanların Yukarı Dövüşü’nü desteklememeleri oldukça doğaldı.
Kyl taşının enerjisi ile canlı bir şekilde olanların izlenebildiği bir çeşit ekran yaratılıyordu. Barış Şehri’nin vatandaşları ise son birkaç gündür bu ekrandan izledikleri her şeye sinirleniyorlardı. Özellikle de Yukarı Dövüşü’nün 2. Arenası başlamışsa eğer bu sinirleri daha net görülebilirdi.
2. Arena başlamadan önce diğer arenadan önce de yaptığı gibi konuşmaya sunucu konuşmaya başlamıştı. Büyük ihtimalle birkaç dakika içinde kraliçeler de konuşmalarını yapardı ve arından dövüş başlardı. Ben düşüncelerimin içinde kaybolurken yakama dolanan bir elle düşüncelerim bir anda yok oldu. Zihnim berraklaştı ardından ben korku veya endişe gibi duyguları hissedemeden bir yere sürüklenmeye başladım.
Zorla bir binanın bodrumuna getirildiğimde adamın bir eli hala yakamdayken diğer eli ağzımı kapatıyordu. Zaten çığlık bile atamayacak kadar şokun etkisindeydim ama o bunun riskini alamayacak durumdaydı anlaşılan. Beni sürükleyerek soktuğu bodrumda ellerimi duvara ve birbirine etsy adını verdiğimiz kırılmasının neredeyse imkansız olduğu bir demirden yapılmış bir zincirle bağladı. O daha ağzımı kapamadan şoktan çıktım ve alayla konuşmaya başladım. “Bu kadar önleme ne gerek var. Neyim ben ejderha prensi falan mı?” dedim ve ardından hafifçe kıkırdadım.
Bir süre bana baktı. Saçları hafifçe alnına dökülüyordu. Bir insan olmadığı belliydi. İnsan formundaki bir ejderha veya bir iblis olabilirdi. Terlediği parlayan teni üzerine dökülen saçlarından ellerini geçirdi. Ciddiyetle ve gergince bir şey düşünüyor gibiydi. Onun sorunu neydi? Gerçekten ejderha prensi olduğumu falan düşünmüyordu değil mi? Derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı. “Ejderha prensi olan sen değilsin.”
Bu beş kelimeden ne anlamam gerekiyordu çok sonra anlayacaktım. Aslında bu cümlenin üç tane anlamı vardı. Ama bunlar başka bölümün konusu. Bugün konumuz şu: Ejderha prensi kimdi?
Karşımdaki adam parlayan tehlikeli yeşil gözleriyle bana doğru adımladığında bilinçsiz ve çaresizce ellerimi hareket ettirmeye çalıştığımda bileklerimin etrafındaki soğuk demir bulunduğu yeri daha sert kesmeye başladı. Adam benden uzun olmasının ona getirdiği avantajla bana yukarıdan bir bakış atarak konuşmaya başladığında yutkundum ve gözlerimi sımsıkı kapadım. “Gözlerini aç, Roi.” Buraya bunları konuşmaya mı gelmiştik?
Kulağa ulaşan yağmur damlalarının sert sesi ve gök gürültüsü ile dışarıda yağmur yağdığını anlamıştım. Ne demeye çalışıyordu? Gözlerimi hafifçe aralayarak onun direkt bana bakan gözlerini ile bakışlarımı buluşturdum. “Şimdi bana baktığın gibi gerçeklere de bak ufaklık.” dedi ve derin bir nefes alarak geriye doğru birkaç adım attı ve benden uzaklaştı. O benim gözlerimin içine bakarken ben de onun az önce söylediği kelimeleri düşünüyordum.
Ben düşüncelerimin içinde kaybolmuşken o bodrumun kapısına doğru ilerleyerek bodrumdan çıktı. Sonsuz düşüncemin arasından seçebildiğim tek bir tanesi vardı. O da bu adamın bana ufaklık demiş olması ile alakalıydı. Bu adam benim kaç yaşında olduğumu bilmiyor muydu? Aslında her şey ben yaşımı söyledikten sonra olduğu için yaşımı bildiğini biliyordum. Ellerimdeki soğuk zincirin hissi geçmezken ağırlaşmış göz kapaklarımı sert yağmur damlalarının taş kaldırımlara düşüşünün sesi ile kapattım.
Aklımda sadece bundan sonra ne olacağı vardı. Korkuyordum belki ama benim aklımda olan kişi kendim değil de hayatım boyunca yanımda olan can yoldaşım Olivier’dı. Bu soğuk bodrumun nemli ve rutubetli havasına rağmen üşümemi sağlaması yüzünden buz kesmiş ellerimi ısıtmak için kapalı gözlerime rağmen onları refleksle kendime doğru çektiğimde keskin zincirler bileklerime iyice battı. Artık hissettiğim acıyı görmezden gelemezdim. Kapalı gözlerimden akan birkaç damla gözyaşları acıdan ve soğuktan kızarmış pembe rengindeki yanağımdan akarak yere ulaştığında bodrumun zeminine ulaşan tek damla gözyaşımın sesi dışarıda büyük bir gürültü ile yağan yağmurun sesi arasında kaybolmuştu.
Tek isteğim bu bodrumdan çıkmak, Barış Şehri’nin özgür sokaklarında bulabileceğim bir at arabasına binip Ejderha Sarayı’na gitmek ve Olivier’ı kurtarmakken, tek yapabildiğim soğuğun beni ele geçirdiği bu bodrumun umutlarımı da ele geçirmesine izin vermekten başka bir şey değildi. O an kendimi annem gibi hissettim. Sürekli özgür olduğunu iddia eden ve beni de istediğim her şeyi yapabileceğimi söyleyerek büyüten annem gibi. Annemi kaybetmeden kısa bir süre öncesinde aslında annemin ne kadar tutsak olduğunu fark etmiştim. Annem beni özgür yetiştirmek istemişti çünkü en büyük korkular yaşanmışlıklara dayanırdı.
Gök gürültüsü bir kez daha kulaklarıma ulaşırken dışarıda bir fırtına olduğuna ve 2. Arena’nın iptal edildiğine artık emin olmuştum. Bu sayede bugün kimsenin ölmeyeceği ve hiçbir tarafın savaş başlatma ihtimali olmadığı bilincinde huzurlu olacağını düşündüğüm bir uykunun beni kollarına almasına ve sarmasına izin verdim. Korkunun bana sağladığı derin uyku beni rüyamda korumayı vaadediyordu resmen.
Yorumlar