“Hasta birinin omzunda uyumak…” Vorsius onaylamaz sesler çıkarırken hızla kafamı kaldırdım. Uyuyakalmış olmalıydım. Bir de güya nöbet tutacaktım. Doğrulurken istemesem de ona baktım. Muzip bakışları ve sırıtışıyla beni izliyordu. “Çok rahattı sanırım.”
Kızarırken bakışlarımı kaçırdım. “Hiç rahat değildi. Yorgunluktan uyuyakalmışım.” Gülerek doğruldu. “Yalan söylemeyi beceremediğini biliyor muydun?” Bilmiyordum tabii ki. Daha önce yalan söylememi gerektirecek bir durumun içinde olduğumu hatırlamıyordum. Olduysa da kimsenin anladığını sanmıyordum.
“Şuraya bak, her yerim salya olmuş.” Akşam, üstüne örttüğüm pelerinimi bana uzattığında hızla elinden aldım. Salya olmadığını bilsem de gömleğimin ucuyla omzunu sildim. “Salya falan yok.” Hafifçe gülerek yerdeki gömleğini aldı ve üstüne geçirdi. Bu sırada ben dün onunla ilgilenirken dikkatimi çekmeyen bir şeyi fark etmiştim.
Elimi göğsündeki yaraya götürerek parmak uçlarımla dokundum. “Bunu ben mi yaptım?” Onu buradan bıçaklamıştım. İz kaldığını bilmiyordum. “Her ne kadar bana dokunmanı sevsem de şu an sırası değil.” Elimi tutarak uzaklaştırdıktan sonra gömleğinin düğmelerini iliklemeye başladı. Ona dokunmamdan, ne?
“Ne?” Şaşkınlıkla ona baktığım sırada çoktan ayağa kalkmış, beni kaldırmak için elini uzatmıştı. Elini tutarak kalktığımda bana baktı. “Teşekkür ederim.”
“Rica ederim. Teşekkür edilecek bir şey yapmadım.” Elimi bıraktı ve konuştu. “Beni bırakıp gidebilirdin. Neden gitmedin?” Şüpheli gözlerle bana bakıyordu. Sanki yaptığım şeyi gizli bir neden yüzünden yapmışım gibi.
“Çünkü hastaydın. Seni o şekilde bırakamazdım.” İkna olmuş gibi görünmese de kafasını sallayıp atının yanına ilerledi. Ağaca bağlı tek bir at olduğunu fark ettikten sonra bana döndü. “Senin atın nerede?”
“Kaçtı.” Gözleri büyürken, dudakları hayretle aralanmıştı. “Kaçtı mı? Nasıl?”
“Sen birden atından düşünce aceleyle yanına geldim. O sırda kaçtı.” Atını çözerken kafasını iki yana sallıyordu. Onaylamaz sesler çıkarırken tekrar konuştu. “Önce atını bağlamalıydın.”
Sinirle yanına ilerledim. “Senin hayatını kurtarmakla meşguldüm.” Kadife kahkahası ormanı doldururken atına atladı. “Teşekkürler.” Atının yelelerini okşarken bana baktı. “Ama maalesef geri kalan yolu yürümen gerekecek.”
Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Yürümesi gereken biri varsa o da sensin. Zamanında yarana gereken özeni gösterseydin hasta olmazdın ve ben de atımı kaybetmezdim.” Ormanda yürüyerek yola devam etmemin imkânı yoktu. Daha ne kadar yolumuz kaldığını bile bilmiyorduk.
Ona karşı çıkmam onu eğlendiriyormuş gibi gülerek kafasını yana yatırdı. “Öyle mi?”
“Öyle.” dedim çenemi dikleştirerek. Cevabım üzerine elini bana uzattı. Tuttuğumda hızla çekerek belimden tuttu ve eyerin üstüne oturmama yardım etti. “O zaman bu iyiliğinizi karşılıksız bırakmamalıyım, leydim.” Kulağıma doğru eğilerek konuştuktan sonra yuları eline aldı ve ilerlemeye başladık.
Vücutlarımızın arasında mesafe yaratmaya çalışırken kendimi öne doğru eğiyordum. Atın üstünde uzaklaşmak mümkün olmasa da elimden geleni yapıyordum. Uzaklaşmaya çalıştığım için sırtım onun göğsüne çarpıp duruyordu. Artık biraz sinir bozucu olduğunu bile söyleyebilirdim.
Vorsius yuları tutan bir elini bırakarak beni yavaşça omzumdan itti ve göğsüne yaslanmamı sağladı. “Yolculuğu boşuna zorlaştırıyorsun. Böyle kal.”
Sesimi çıkarmadan göğsüne yaslandım. Böylesi çok daha rahattı. O kadar rahattı ki gözlerimin kapanmasına engel olamıyordum. En sonunda uykuya teslim oldum.
“Göğsümde uyumak alışkanlık oldu herhalde.” Etraftan gelen kalabalık insan sesiyle gözlerimi kırpıştırarak açtım. Gördüğüm manzarayla Vorsius’a cevap yetiştiremeyecek kadar şaşkına dönmüştüm.
Önümde hayat dolu bir yer vardı. Doğrularak etrafıma baktım. Ormanın içinde olduğumuz kesindi ancak ilerledikçe taş döşeli yollar, birbirine bitişik ahşap ve taş evlerle dolu sokaklar önümüze seriliyordu. Evlerin çatılarında güneş ışığı parıldarken, bacalarından ince ince dumanlar yükseliyordu.
“Neredeyiz?” Yanımızdan geçen insanlar tuhaf bir şekilde bize bakıyordu. Tek ata binen bizdik. “Bir çeşit kasabadayız, sanırım.” Kasaba mı? Haritada böyle bir yer görmemiştik. Ayrıca aniden ormanın ortasında böyle bir yere denk gelmemiz tuhaftı. “Ama nasıl?”
“Bilmiyorum. İlerlerken ağaçlar birden sıklaştı ve sonra burası çıktı karşıma.” Eğilerek geldiğimiz yöne baktım. Ağaçlarla kapalı gibi görünüyordu, sanki şimdi oradan gelmemişiz gibi.
Kasabanın içine doğru ilerlerken önüme döndüm. Rengarenk pazar tezgahlarında sergilenen meyveler, sebzeler, otlar, çeşitli kumaşlar ve otantik mücevherlerin yanından ilerliyorduk. Tezgahların arkasında çalışan kasabalılar, müşterilerle koyu muhabbetlere dalmışlardı.
“Fırsatını bulmuşken burada dinlenelim.” Şaşırarak arkamı dönerek yüzüne bakmaya çalıştım ama aniden çok yakın olunca hızla önüme döndüm. Bir şey demesine izin vermeden konuştum. “Kalacak mıyız?”
Arkamda omzunu silktiğini hissettim. “İstemiyorsan kalmayız. Bir gece olsun yatakta uyuyup, sıcak bir şeyler yeriz diye düşündüm.” Ah, yumuşak bir yatak ve sıcak kap dolusu yemek, nasıl da istiyordum. Ormanda yolculuk yapmak çok zordu. “Zaten gizemli kapının da bir yere gittiği yok”
“Olur.” dedim ona katılarak. Biraz dinlenmek harika olurdu. Biraz daha ilerledikten sonra büyük, içinden gülüşme seslerinin geldiği bir evin önünde durduk. Kapının önündeki tabeladan bir han olduğunu anladım. Büyük görünse de epey sadeydi. Çoğunlukla ahşaptan yapılmış gibiydi ve muhtemelen en fazla üç katlıydı.
Vorsius attan inmeme yardımcı olduktan sonra, hanın yanındaki ahırdan çıkıp bize doğru yürüyen adama Dessa’nın yularını uzattı. Ardından hanın kapısını açarak girdi ve benim de girmem için tuttu. Bara doğru ilerlerken etrafı inceliyordum.
İçerisi de dışarısı gibi ahşap yoğunlukla döşenmişti. Etrafta bolca masa ve sandalye vardı. Barın iki tarafından üst kata doğru merdiven uzanıyordu. İki kat vardı ve uzun koridordaki odaların kapıları aşağıdan bakıldığında görünebiliyordu. İçerinin aydınlatması duvarlara asılmış, içinde mum olan fenerlerle yapılmıştı.
“İki oda istiyorum.” Vorsius’un sesini olması gerekenden net duyunca bakışlarımı fenerlerden çektim ve müşterilere baktım. Biz girmeden önceki gülüşmelerden ve sohbet seslerinden eser kalmamıştı. Hepsi bizi izliyorlardı.
“Hiç odamız kalmadı. Doluyuz.” Barın arkasındaki orta yaşlı, kilolu kadın bizden rahatsız olmuş bir şekilde bakıyordu. Açık kahverengi saçlarını özensizce topuz yapmıştı. Kısık, kehribar rengi gözleriyle bizi süzüyordu. Vorsius cebinden bir kese çıkardı, ardından içindeki altınlardan birazını barın üstüne koydu. Kadının kısık gözlerine bir anlığına açgözlü bir parıldama yakaladım.
Ellerini üstündeki kirli önlüğe sildikten sonra paraları sayarak aldı ve cebine koydu. “Bir tane odam var.” Vorsius keseden birkaç altın daha çıkararak bara koydu. “Bence bir tane daha odan vardır.”
Kadının gözleri iştahla parlarken kafasını iki yana salladı. “Gerçekten bir tane odam var.” Ardından paraları almak için elini uzattı ama Vorsius ondan hızlıydı. Altınları geri alarak keseye koydu. “Bir oda için fazla bile verdim.” Ardından bana döndü ve beni masalardan birine doğru yönlendirdi. “Burada bekle. Ben diğer hanlara bakacağım.”
Kafamı onaylarcasına salladım ve bir masaya geçerek oturdum. Ellerimi masaya yasladığımda Vorsius bir elimi tutarak hançerimin kabzasına koydu. “Bir şey olursa, kullanmaktan çekinme.” Ciddiyetle gözlerime bakarken kendimi gergin hissetmeye başladım. Neden bir anda böyle bir uyarı yaptığını anlamayarak sormak için ağzımı açtığımda “Tedbir amaçlı söyledim” diyerek beni susturdu ve handan çıktı.
Bir elim hançerimin kabzasında, diğer elim masada gergin bir şekilde oturuyordum. Tanımadığım bir yerde, tanımadığım bunca insanla bir arada olmak beni rahatsız etse de rahatlamaya çalışarak nefes verdim. Bir şey olmazdı, muhtemelen. Yani, ormanın içinde birden beliren bir kasaba kötü ne olabilirdi ki? Hiçbir şey.
“İçecek bir şeyler alır mısın tatlım?”
Masamın hemen yanı başında dikilen orta yaşlı, göbekli ama yapılı adama baktım. Esmer teni ve koyu renkli gözleri vardı. Elinde iki tane bardak tutuyordu. Tekin birine benzemiyordu. Kafamı sallayarak reddettim. “Hayır, teşekkürler.”
İç çektikten sonra bardakları masama bırakıp karşıma oturdu. “Birlikte geldiğin adam sevgilin mi?” Şaşkınlıkla adama baktım. Neden masama birden oturmuştu ve bana soru soruyordu? Bunun onu ilgilendirmeyeceğini söyleyecek gibi olduysam da sustum. Vorsius’la sevgili olduğumuzu düşünmesi komik olmayan bir şakaya benziyordu. Onunla biz bir çeşit yol arkadaşıydık. Sanırım. Ne olduğumuzun pek de bir önemi yoktu aslında.
“Cevap vermediğine göre aranızda bir şey yok.” Gözlerimi devirdim. Bu sonuca nasıl ulaştığını sormaya gerek bile duymadım. “Tehlikeli birine benziyor. İstersen seni koruyabilirim.” İçkisinden bir yudum aldıktan sonra konuştu. Sakalından akan içkiyi koluyla silerken kel kafası parlıyordu.
Bu söylediğine neredeyse kahkaha atacaktım. Sen daha tehlikeli görünüyorsun demek istedim ama “Gerek yok.” demekle yetindim. Daha fazla konuşmak istemiyordum. Vorsius’u dışarıda da bekleyebilirdim. Ayağa kalkıp sandalyemi geri ittirdim.
Çıkışa yöneldiğim sırada kaba bir el kolumu tuttu. “Ne güzel sohbet ediyorduk.” Elimi çekmeye çalışırken çirkin yüzüne baktım. Tek taraflı soru sormaya ne zamandır sohbet deniyordu? “Bırak.”
“Hadi ama, yapma böyle.” İğrenç bir sırıtışı yüzüne yayılırken ekledi. “Parayı dert ediyorsan hiç sorun değil. Başka şekilde halledebiliriz.” Aniden beni kendine doğru çekti. Kokuşmuş nefesi şimdi tüm burnumun içine dolmuştu. Kendimi geri çekmeye çalışsam da benden fazlasıyla güçlüydü.
Gözlerim belindeki bıçağa takılında Vorsius’un söyledikleri aklıma geldi. Vakit kaybetmeden boşta kalan elimle hançerimi çıkararak omzuna sapladım. Acıyla inlerken beni sertçe bıraktı. Geriye doğru sendelerken bir kol tarafından düşmekten kurtulmuştum. Tanıdık bir kokuyla beni tutan kişiye baktım. Vorsius.
Bana bakarken alayla konuştu. “Öldürme dürtüne karşı gelemiyorsun, değil mi?” Öldürme dürtüsü mü? Hayatımda bir kişiyi öldürmüştüm o da ölümden dönüp beni öldürmüştü. Sadece seni öldürdüm bir kere demek üzere ağzımı açmıştım ki bakışlarını benden çekip karşımızdaki adama odakladı.
Adam omzundaki hançeri çıkarıp elinde tutarken öfkeyle bana bakıyordu. “Buraya gel seni-“ aniden kulaklarımın kapanmasıyla adamın cümlesinin devamını duyamamıştım. Vorsius ellerini kulaklarımdan çekerken bu sefer onun sesini duydum. “Leydilerle böyle konuşulmaz.”
“Leydi mi? Hangi leydi bir adamı bıçaklar söylesene?” Bir eliyle omzunu tutarken tükürükler saçarak konuştu. Vorsius hafifçe güldü. “İşte buradaki leydi. Kendisi kötüleri cezalandırmakla ünlüdür.” Bana manalı bir bakış attıktan sonra devam etti. “Seni öldürmediği için şanslısın.”
Adam elindeki hançerle üstüme doğru gelirken Vorsius beni hızla arkasına aldı. Göremediğim kısacık anda hançerimin hanın ortasına doğru fırladığını gördüm. Masalardaki herkes pür dikkat bizi izliyordu.
Acı dolu bir inlemeyle tekrar önüme döndüm. Kel adam, burnu kanarken yerde yatıyordu. Etraf dağılmıştı ve yer yer kan lekeleriyle kaplanmıştı. Vorsius onun hemen yanında, bıçakladığım yere ayakkabısıyla bastırıyordu. Adam acıyla kıvranarak kalkmaya çalışsa da kalkamıyordu. Gözlerinden yaşlar gelirken özür dilemeye başladı. Bu haliyle çok acınası görünüyordu.
Bardaki kadın aniden gelerek Vorsius’un omzuna dokundu. Duyamadığım bir şeyler söyledikten sonra Vorsius’la göz göze geldik. Ardından tekrar kadına baktı ve kafası salladı. Ayağını yerde yatan adamın omzundan çektikten sonra yanıma geldi.
Nazikçe kolumdan tutarak beni, hanın diğer köşesine doğru yönlendirdi. Sıkıntıyla nefes verdikten sonra bana baktı. “Pekâlâ, durum şu ki çevrede burası hariç sadece bir tane han var ve o da dolu. Üstelik rüşvet de işe yaramadı.” Yani mecbur burada kalacaktık. Bir odayı paylaşmaktan başka çaremiz yoktu. “Burada kalabiliriz ama Maylin’in bir şartı var.”
Kaşımı kaldırarak ona baktım. “Maylin?”
“Ah, şu barda konuştuğum kadın.” Arkama kısa bir bakış attı. Bakışlarını takip ettim ve tartıştığımız adamın omzunu tutarak handan çıktığını gördüm. “Her neyse.” Tekrar ona döndüm. “Sorun çıkardığımız için yaptığımız dağınıklığı temizlememizi istiyor.” Emin olamayarak bana baktı. Bir şey daha söyleyecekti ama söylemiyordu. “Ne?” dedim sabırsızca.
“Bir de gece boyu müşterilerle ilgilenmemiz gerek.” İç çektim. Zaten çok yorgundum bir de müşterilerle ilgilenmek istemiyordum. Buradan çıkıp tekrar yola koyulup ormanda uyumak her zaman bir seçenekti ancak ormanda uyuma fikri hiç cazip gelmiyordu.
İstemeyerek kafamı salladım. “Tamam.” Yatakta uyumak için burayı temizleyip müşterilerle ilgilenmem gerekiyorsa bunu yapabilirdim. Gelen adım sesleriyle arkama döndüm. Maylin yanımıza gelmişti. Ellerini beline koyarak “Ee? Yapacak mısınız?” diye sordu.
“Evet.” Vorsius kafasını sallayarak konuştu. Maylin beni baştan aşağı süzdükten sonra tekrar ona döndü. “Onun da yapabileceğine emin misin? Epey cılız görünüyor.” Kaşlarımı çatarak ona baktım. Cılız değildim, normal bir kilodaydım. Cevap vermek için ağzımı açtığımda Vorsius bir kolunu omzuma attı. “Tabii ki yapabilir. O herifi nasıl bıçakladığını görmedin mi?” Ardından kadına doğru eğildi. “Birini bile öldürebilir.”
Maylin bize inanmayan gözlerle baksa da kafasını olumlu anlamda salladı. “Malzemeler kilerde, barın yanındaki oda.” Ardından bize son bir bakış atıp arkasını döndü. O bara doğru ilerlerken omuzlarımı silkerek Vorsius’un kolundan kurtuldum. “Neden öyle dedin kadına?”
“Yalan mı? Bugün de birini öldürüyordun neredeyse.” Benimle eğleniyordu resmen. Bu gece neden bu kadar ölümden bahsediyordu, anlamıyordum. Gözlerimi devirdim. Bu gece temizlememiz ve ilgilenmemiz gerek koca bir salon vardı, bunlarla yormazdım kendimi.
“Her neyse. Başlayalım artık.” derken pelerinimi çıkarıyordum. O da kendi pelerinini çıkardıktan sonra arkamızdaki askılığa astı. “Tamam. Malzemeleri getireyim.” Kilere doğru giderken ben de elimdeki pelerinimi askılığa astım. Biraz sonra Vorsius elinde kovalar ve bezlerle yanımdaydı. Böylece temizliğe başladık.
Ben dağılmış sandalyeleri düzeltip masaları silerken Vorsius elindeki uzun bir sopanın ucuna bağlanmış bezle yerdeki kanları siliyordu. Kanların çıkmadığını gören Maylin, elinde küçük bir fırçayla yanına geldi. Bir şeyler söyledikten sonra fırçayı verdi ve sopayı aldı. Vorsius arkasını dönene kadar ona yapmacık bir şekilde gülümsüyordu. Maylin arkasını döner dönmez gülüşü yüzünden silindi ve benimle göz göze geldi. Onu sinir etmek için yapmacık bir gülümseme gönderip işime devam ettim.
Boş masaların hepsini sildikten sonra müşterilerin kalktıkları masalardaki boş tabak ve bardakları alarak mutfağa götürmeye başladım. Bu sırada Vorsius hala kanları çıkarmakla uğraşıyordu. Maylin’e benim hakkımda söylediği şeyler aklıma gelince masadaki yarısı dolu bardağı alarak ona doğru ilerlemeye başladım. Yanından geçerken bardak elimden kayıp yere düştü. Yapmacık bir şekilde gülümseyerek ona baktım ve bardağı yerden aldım. “Pardon.”
Vorsius bana sinirli gözlerle baksa da bu beni eğlendirmekten başka bir işe yaramamıştı. Durumdan fazlasıyla keyif alarak mutfağa yöneldim. Elimdekileri bıraktıktan sonra işimin başına geri döndüm. Saat ilerlerken yorgunluğum katlanarak artıyordu. Bugün yatakta yatacağım aklıma geldikçe motive olmaya devam etsem de daha fazla bu işleri yapmak istemiyordum.
Boşalan başka bir masayı gördüm ve temizlemek için oraya yöneldim. Yarısı yenmiş tabakları alırken arkamdan birinin çarpmasıyla elimdekiler masanın üstüne döküldü. Sinirle arkamı döndüğümde kimseyi göremedim. Etrafıma bakınınca elindeki kova ve bezlerle Vorsius’un kilerin kapısında bana baktığını gördüm. Yapmacık bir şekilde gülümsedi ve dudaklarını yavaşça oynattı. “Pardon.”
Gözlerimi devirdim ve masayı temizlemeye başladım. Her şeyin karşılığını vermek zorunda değildi. Dökülen tabakları tekrar alarak mutfağa götürürken barın yanında Maylin’in Vorisus’a yeni bir görev verdiğini duydum: servis yapmasını söylüyordu. Elimdekileri mutfağa bırakırken Maylin’in ona önlük bağladığını gördüm.
Vorsius belinden dizlerine kadar uzanan önlüğe bir bakış attıktan sonra gömleğinin kollarını katladı ve barın üstündeki içki dolu tepsiyi alarak gülüşmelerin bol olduğu bir masaya yöneldi. Onu izlemeyi bırakıp kendi işime döndüm.
Akşamın ilerleyen saatlerinde masaları temizlemekten yorulmuş, masalardan birinde oturuyordum. Vorsius ise servis yapmaya devam etse de genelde müşterilerle eğleniyordu. Bazı masalarda oturup kart oyunları oynuyordu, bazılarında ise bilek güreşi yapıyordu. Etrafı genelde kadınlar çevrili olsa da, onlarla flört ettiğini görmemiştim.
Yorgun olduğu her halinden anlaşılıyordu ama yine de bir masaya oturmuş karşısındaki adamla bilek güreşi yapıyordu. Dirseklerimi masaya koyarak çenemi elime yasladım. Onun hep sinir bozucu biri olduğunu düşünmüştüm ama insanların yanında epey canlı görünüyordu. Belki de gösterdiğinden daha sevilesi biriydi. Onun farklı yönlerini görmek nedensizce hoşuma gitmişti.
Birden yenilen rakibi masanın üstünden ona uzanarak yakasından tuttu. Oturuşumu dikleştirdim. Kavga başlarsa bir şeyler yapmam gerekebilirdi. Gerçi ne yapabilirdim bilmiyordum. Benim aksime Vorsius adamdan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Yüzünde genişçe bir sırıtış yayılmışken eğilerek adamın kulağına bir şeyler fısıldadı. Uzakta olduğum için duyamasam da sözlerinin adamın üstünde bıraktığı etkiyi görebilmiştim.
Adamın yüzü aniden kireç kesilirken Vorsius’un yakalarını bıraktı. Masaya birkaç gümüş bırakıp hızla kapıdan çıktı. Adamın çıkışıyla kadınlar etrafında toplanırken aniden göz göze geldik. Yüzünden silmediği sırıtışıyla bana baktı ve göz kırptı. Ardından çevresindeki kadınların arasından çıkarak Maylin’in yanına gitti. Kısaca bir şeyler söyledikten sonra önlüğünü bara bıraktı mutfağa girdi. Elinde iki koca kaseyle yanıma geldi. “Acıkmış olmalısın.”
Hem de nasıl acıkmıştım. Vorsius kaseleri masaya koyup karşıma oturduğunda, çorbanın kokusu beni daha da acıktırmıştı. Kaşığı elime aldım ve iştahla çorbamı içmeye başladım. Belki bir süredir sıcak yemek yemediğimden, belki de çorbanın gerçekten lezzetli oluşundan mı bilmediğim bir şekilde nefis bir yemek yiyormuşum gibi hissediyordum.
Çorbalarımız bittiğinde Vorsius kaseleri eline aldı. “Artık yatalım.” Dedikten sonra elindekileri mutfağa bırakmaya gitti. Henüz müşteriler olmasına rağmen sesimi çıkarmadan masadan kalktım. Askılıktan ikimizin de pelerinimizi aldıktan sonra merdivenlerin yanında beni bekleyen Vorsius’un yanına geldim. Birlikte merdivenlerden çıktık ve odamızı bulduk.
Açık kahverengi ağırlıklı bir odaydı. Neredeyse odanın ortası ama daha çok duvara yakın bir şekilde yerleştirişmiş ve iki tarafında da komodinler olan bir çift kişilik yatak, biraz ilerisinde bir masa ve sandalye vardı. Odanın ortasında orta büyüklükte bir cam ve üstünde krem rengi perdeler vardı. Yerdeki halı odaya hakim olan renkten daha koyu bir kahverengiydi.
İçeri girer girmez Vorsius, kısa bir küfür mırıldandıktan sonra kendini krem örtüleri olan yatağa attı. Odanın ortasında dikilmiş, şaşkınlıkla ona bakıyordum. Nasıl kendini bu şekilde yatağa atabilirdi? Kapattığı gözlerinden birini açarak bana baktı. “Ne? Çok yorgunum. Yerde yatamam.”
“Ben de yorgunum ama bir çözüm bulmalıyız.” Elimdeki pelerinleri kapının yanındaki askılığa astım. Yorgunluktan ağlamak istesem de sakinliğimi koruyordum. Oflayarak diğer gözünü de açtı. “Gel, yanıma yat.”
“Ne?” derken sesim olduğundan yüksek çıkmıştı. Birden kapıyı kapamadığım aklıma gelerek hızla kapadım ve sırtımı yasladım. Hafif bir gülüş odanın içinde dolandı. “Seni yemem.” Gözlerimi devirdim.
“Seninle yatmak istemiyorum.” Başka biriyle uyuyamazdım ki, hele Vorsius’la uyuyabilmemin imkanı yoktu. “Ben de seninle yatmak istemiyorum, Tia.” dedikten sonra doğruldu ve bana baktı. Kapıya yaslanmış halimi görünce kafasını iki yana sallayarak çizmelerini çıkarmaya başladı. “Bunun için fazla yorgunum.” Gömleğini çıkarıp sandalyeye doğru fırlattı. Kılıcını da komodine yasladıktan sonra tekrar yattı. “İster burada yat, ister yerde.” Örtüyü üstüne çekerek gözlerini kapattı. “En azından gömleğini çıkarmasaydın.” dedim sessizce.
Bir süre daha ne yapacağımı bilemeden ayakta durdum. Yerde yatamazdım. Onunla yatakta da yatamazdım ama yerde kesinlikle yatamazdım. Yatağa ihtiyacım vardı. Oflayarak yatağın diğer tarafına geçtim.
Korsemi çıkarıp komodinin üstüne koyduktan sonra yatağa oturup çizmelerimi çıkardım. Yattıktan sonra örtüyü üstüme çektim. Olabildiğince kenara doğru kayarak Vorsius’tan uzaklaştım. Bu şekilde nasıl uyuyacaktım? Bedenim çok gergindi.
Bakışlarımı ona çevirdim. Rahat rahat uyuyordu. Aniden gözlerini açıp bana doğru atıldı. “Ham.” Çığlık atarak zaten ucunda olduğum yataktan düştüm. Gıcık kahkahası odayı doldururken doğrularak bana elini uzattı. “Yemem demiştim.”
Gözlerimi devirerek eline vurdum. “Çok komik.” Ayağa kalkıp tekrar yatağa yattım. Rahat etmeliydim. O şaka yapacak kadar rahatsa ben daha rahat olmalıydım. Bu saçma şakadan sonra o kadar da gergin hissetmiyordum zaten. Başımı çevirerek Vosius’a baktım. Bilerek mi yapmıştı?
Kafasını bana çevirdi. “Kıpraşmayı kes de uyu artık.” Sakince konuştu. Söylemesi kolaydı. Uyuyabilsem uyurdum zaten. “Uyuyamıyorum.” dedim somurtmama engel olamayarak. Hafifçe kaşlarını çattı. “Yorgun olduğunu sanıyordum.”
“Öyleyim.” dedim sesimin mutsuz çıkması isteğim dışında gerçekleşmişti. Öyleydim de. “Ama uyuyamıyorum işte.”
“Sana masal anlatmamı ister misin?” Uykulu sesiyle bir anda beni şaşırtan bir soru sordu. “Masal mı? Gerçekten anlatır mısın?” Ne masalı anlatabileceğini düşünürken birazcık heyecanlandım. Yavaşça kafasını salladı. “Annemin Rava doğduktan sonra uydurduğu bir masal. Sonunu duyamadan uyuyakalırdım hep. Belki sende de işe yarar.”
Böyle bir şeyi paylaşmayı bırak, teklif ettiği için bile çok şaşkındım. Yavaşça kafamı salladım. “Olur, çok isterim.” Bana daha önce kimse masal anlatmamıştı. İlk masalımı Vorsius’tan dinleyecek olmam biraz garip olsa da şikayetçi değildim.
“Bir varmış, bir yokmuş.” Sakin ve uykulu sesiyle masalını anlatmaya başladı. “Dinleyiciler gözlerini kapatmış ki, anlatıcı masalını anlatmaya başlayabilmiş.” Hafifçe gülümseyerek gözlerimi kapattım.
“Büyük, yemyeşil ormanların birinde güçlü bir aslan yaşarmış. Çok güçlü olan bu aslan çevresindekilere hep yardım edermiş. Herkes onu çok severmiş. Ormanın en sevilen hayvanı oymuş ama son zamanlarda etrafta dolaşan neşeli bir tavşanın olduğu duyumunu almış. Ormandaki diğer hayvanlar tavşandan bahsedip duruyorlarmış.
Bir gün kendi bölgesinde dinlenirken etrafında zıplayan beyaz, pofuduk bir şey görmüş. Hemen pençesiyle yakalayarak ne olduğuna bakmış. Bu diğer hayvanların bahsettiği tavşanmış. ‘Burası benim bölgem.’ demiş rahatsızlıkla aslan.
‘Ben de burada yaşamak istiyorum. Harika bir yere benziyor.’ demiş küçük tavşan. Aslan bu durumdan hoşnut olmasa da onu bırakmış. ‘Olmaz. Burası bana ait.’ demiş ve kükremesiyle tavşanı korkutarak kaçmasını sağlamış.
Ertesi sabah çok ilginç bir şey olmuş: tavşan tekrar gelmiş. Aslan çok şaşırmış. Tavşan ondan korkmuyormuş, ama neden? Aslan onu her ne kadar kovsa da tavşan sürekli gelmeye devam ediyormuş. Artık aslan tavşanın varlığına o kadar alışmış ki geldiği zaman onu kovmuyor aksine onunla sohbet ediyormuş. Beklediğinin aksine tavşan göründüğünde n daha akıllıymış.
Aslan her ne kadar istemese de tavşanı sevmeye başlamış. Fark etmeden tavşan onun en iyi dostu olmuş.
Günlerden bir gün tavşan gelmemiş. Aslan tüm gün onu beklemiş ama tavşan ortalıkta yokmuş. Aslan endişelenerek onu tüm ormanda aramaya başlamış. En son tavşanı evinde bulmuş. Hasta bir şekilde yatıyormuş.
Aslan çok üzülmüş ve iyileşmesi için elinden geleni yapmış. Her sabah sağlıklı bitkiler toplayıp tavşana yediriyormuş. Akşama kadar yanında kalıp iyi olduğundan emin oluyormuş.
Aslan çok hasta olan tavşanla özenle ilgilenmiş. Bu kadar özenli olmasına kendi de şaşırmış. Tavşanı sevmeye başladığını daha önce fark etmemiş.”
Vorsius anlatmaya devam ederken yumuşak sesi beni uykunun içine çekmeye başlamıştı. Masalın sonunu merak etsem de daha fazla direnemedim ve bu gece göreceğim anının içine bıraktım kendimi.
**********
Önümde yarısından fazlası çözülmüş bir test kitabı varken elimde kalem tutuyordum. Sorulara baktım, lise sorularına benziyorlardı. Bakışlarım kıyafetlerime kaydı; bej etek üstüne kahverengi süveter, içinde de beyaz gömlek olan okul üniformamı giyiyordum. Üstümde süveterle aynı renk ceketim vardı.
Etrafımı incelemeye başladım. Açık renklerle döşenmiş bir sınıftaydım. Etrafım sohbet den öğrencilerle doluydu. Lisedeydim.
“Titi, yemekhaneye inelim.” Duyduğum sesle yanımda oturan kıza döndüm. Sarı saçları, büyük mavi gözleriyle sıra arkadaşım Elanil bana bakıyordu. Lisedeki en yakın arkadaşımdı. Ayağa kalkıp elimden tuttu ve beni de kaldırdı. “Hadi Titi. Acıktım.”
Elele tutuşarak sınıftan çıkarken bana taktığı lakabı düşünüyordum. Günün birinde bana böyle seslenmeye başlamıştı. Bana biraz evcil hayvanmışım gibi hissettirse de sesimi çıkarmıyordum. Arkadaşlar arasında böyle lakaplar olurdu.
Yemekhaneye indiğimizde tabldotlarımızı alıp istediğimiz yemekleri seçmeye başladık. Elanil sadece salata ve su alırken ben makarna ve su almıştım. Masamıza geçmeden önce mevsim meyvelerinden yapılmış meyve salatasını da alarak tabldotuma koydum.
Karşılıklı masaya oturduğumuzda yemeğimizi yemeye başladık. “Sana çok özeniyorum Titi. İstediğini yiyorsun.” Elanil salatasından bir çatal alırken bana bakmadan konuştu. “Kilonu dert etmiyorsun. Bense ne yersem kilo alıyorum sanki.” Bakışlarımı makarnamdan çektim ve ona baktım. İncecik ve çok güzeldi. Okul başladığından beri aynı kilodaydı. Söylediklerini garipsesem de bir şey demeden gülümsedim ve makarnamı yemeye devam ettim.
“Akşam geliyorsun, değil mi?” Elanil, beni eski okulundan arkadaşlarıyla tanıştırmak için bu akşam onların takıldıkları yere gelmemi istiyordu. Arkadaşlarını daha önce bir kere görmüştüm ve pek… Nasıl söylesem? Tekin insanlara benzemiyorlardı.
“Gelmesem daha iyi olur. Çok ödevim var.” Arkadaşlarıyla tanışmak istemediğimi ona söyleyemezdim. Onun da onlarla takılmaması çok daha iyi olurdu aslında. “Lütfen. Lütfen Titi.” Dramatik bakışlarıyla bana bakıyordu. “Sadece tanışmanızı istiyorum. Sevmezsen kalkarız.” Masanın üstünden uzanıp elimi tuttu. “Söz veriyorum.”
Israrına dayanamayarak kafamı salladım. “Tamam, gelirim.” Elini çekerek heyecanla çırptı. “Harika olacak.” Suyunu içtikten sonra masadan kalktı. “Çıkışta direkt geçeriz, öyleyse.” Kafamı salladım. “Ben sınıfa geçiyorum.”
Şaşırarak ona baktım. Salatasının yarısından fazlası duruyordu. “Biraz daha yeseydin.” dedim onun için endişelenerek. “Sınıfa birlikte çıkardık.”
Yüzünde iğrenmeyle makarnama baktı. “Kusura bakma. Makarnan midemi bulandırıyor, daha fazla yiyemeyeceğim.” Tekrar bana bakarak ekledi. “Sınıfta görüşürüz.” Arkasını dönüp giderken ona baktım. Daha dün bir kafede makarna yemiştik birlikte. Ne zamandan beri makarna midesini bulandırıyordu?
Suyumu içtikten sonra masadan kalktım. Aniden iştahım kaçmıştı. Yemekhaneden çıkıp sınıfımızın olduğu kata çıktım. Sınıfa gitmek yerine lavaboya girdim. Aynada kendime baktıktan sonra, ellerimi yıkamaya başladığım sırada sınıf başkanın içeri girdiğini gördüm. Aynadan göz göze geldiğimizde peçetelikten peçete alıyordum. “Seninle sadece paran için takıldığını biliyorsun, değil mi?”
Elimdeki peçeteyi çöpe attıktan sonra ona döndüm. “Anlamadım?” Benimle konuşuyor olmalıydı çünkü içeride sadece ikimiz vardık. Ama neden birden böyle bir şey söylemişti?
“Elanil’den bahsediyorum. O kıza karşı dikkatli ol. Göründüğü gibi biri değil.” Aynaya bakıp uzun, düz siyah saçlarını düzeltirken konuştu.
Söyleyiş tarzı beni rahatsız etmişti. Arkadaşımdan bahsederken ‘o kız’ diye bahsetmesi hoş değildi. “Elanil öyle biri değil.”
İç çekerek bana baktı. “Bu okuldaki öğrencilerin belirli bir kesimden geldiğini biliyorsun, değil mi?” Kafamı onaylayarak salladım. Elbette biliyordum. Buradaki öğrencilerin aileleri toplumdaki yüksek kesimlerdeki insanlardı. Çok nadir olarak burslu öğrenci alıyorlardı. Ailelerimiz okula yüklü miktarda para ödüyordu, bu okuldan mezun olup da iyi bir üniversiteye gitmeyen yoktu.
“Ve Elanil’in burslu olduğunu biliyorsun?” Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Evet. Ama bununla ne alakası var anlamadım.” Burslu olması benimle param için arkadaş olduğunu göstermezdi. “Bak, beni yanlış anlamanı istemiyorum. Burslu olup olmaması umurumda değil ama bir şekilde senin gözlerini boyamış. Gerçek yüzünü göremiyorsun.”
Bana doğru bir adım attı. “Eski okulunu ve eski arkadaşlarını görmüşsündür. Geçmişinden nasıl kopmadığının farkında mısın? Takıldığı insanlar tehlikeli.” Omzumdan nazikçe tuttu. “Tehlikeli insanlar, tehlikeli insanlarla takılır.”
Elini omzumdan çektim. “Hayır, yanılıyor olmalısın. Elanil gerçekten kötü biri değil. Sadece eski arkadaşlarını seviyor.” Bu yanlış bir şey değildi. Geldiği yer yüzünden onu yargılamamalıydık. Gözlerini devirerek bana baktı. “En sonunda sana zarar verecekler ama o zaman çok geç olacak.”
Aniden neden benimle ilgilendiğini anlamıyordum. Daha önce gerekmedikçe konuşmamıştık bile. “Neden birden benimle ilgilenir oldun?”
Kollarını göğsünde kavuşturdu. “Çünkü sen bizden birisin. O yılan yüzünden zarar görmeni istemiyorum.” İtiraz etmek için ağzımı açtığımda konuşmaya devam etti. “Herhangi birimizle, kendi sınıfından biriyle arkadaş olabilecekken neden o? Neden sana zarar verebilecek birini seçiyorsun?”
“Ben-“
“Sana söyleyeyim nedenini çünkü senin bilmediğin çok açık. Başka biriyle arkadaş olabileceğini düşünmüyorsun. Daha iyilerini hak ettiğini düşünmüyorsun.” İki omzumdan hafifçe kavradı. “Ama ediyorsun. O yüzden görmezden geldiğin işaretleri artık görmezden gelmeyi bırak.” Beni bırakıp kapıya yöneldi.
Arkamı dönerek ona baktım. Çıkmadan önce son bir kere gözlerimiz buluştu. “O kızdaki tuhaflığı sezdiğini biliyorum.” Başka bir şey söylemeden çıktı ve beni düşüncelerimle baş başa bıraktı. Söylediklerini mantığıma fazlasıyla hızlı yatmıştı. Haklı olduğunu biliyordum. Sanırım henüz kabul edecek kadar güçlü değildim sadece.
Elanil ve ben lisenin başından beri arkadaş olsak da bir şekilde o kadar da yakın değildik. Aramızda hep bir soğukluk vardı. Sınıf başkanın söylediklerini düşünmemiş değildim. Ama tıpkı dediği gibi tüm işaretleri göz ardı etmiştim. Görmek istememiştim.
Kafamı sallayarak düşüncelerimden kurtulmaya çalıştım. Elanil bana karşı kötü ya da yanlış bir şey yapmamıştı. Onunla arkadaşlığımı sezgilerime dayanarak bitirmek istemiyordum. Lavabodan çıkıp sınıfa geçtim. Elanil çoktan sırasına kollarını koymuş yatıyordu. Bir süredir dersleri dinlemiyor, hep uyuyordu.
Hocanın sınıfa girmesiyle defterimi çıkardım. Kafam çok dolu olsa da bir şekilde dersi dinlemeye çalıştım. Elanil uyumaya devam ederken dersler hızlıca geçip bitti.
Son ders zili de çalınca eşyalarımı toplayıp Elanil’i uyandırdım. Kendine geldikten sonra eşyalarını topladı ve birlikte okuldan çıktık. Hava yavaşça kararmaya başlarken, gittikçe daha tenha hale gelen sokaklarda yürüyorduk. Bu sokaklarda normal bir yer olduğundan şüpheliydim ama Elanil’i takip etmeye devam ettim.
Sonunda durduğumuzda etrafıma baktım. Henüz tamamlanmamış bir inşaatın önünde duruyorduk. Etrafta kimse yoktu ve ürpertici görünüyordu. Elanil tereddüt etmeden içeri doğru adım attığında kolundan tutarak onu durdurdum. “Burası pek güvenli bir yere benzemiyor.”
Kolunu benden kurtardı. “Korkaklık yapma. Sakin diye burada takılıyoruz. Hadi.” dedikten sonra içeri girip merdivenleri çıkmaya başladı. Arkasından çıkarken korkulukları olmayan merdivenlerden düşmemek için dua ediyordum.
Bir kat çıktıktan sonra Elanil koşarak sarışın bir çocuğa sarıldı. Gerginlikle etrafıma baktım. Duvarlar henüz yapılmamıştı ve her yerde inşaat malzemeleri vardı. Burada olmamıza izin verileceğinden bile şüpheliydim. Her şey ürkünç görünüyordu.
“Önceden karşılaşmıştınız ama sizi tanıştırayım.” Kolunu omzuna atmış olan çocuğun elini tuttu. “Bu Caol.” Yanındaki sarışın çocuktan bahsediyordu. Uzun boylu hoş bir çocuktu. Rahatsız edici gülümsemesini saymazsak normal birine benziyordu.
“Bu Ransid.” Esmer, kahverengi saçlara sahip gözlüklü bir çocuktu. Birkaç çimento torbasının üstüne genişçe oturmuştu. “Bu Mara.” Dipleri koyu renk, uçları sarı saçlı kız bana bir bakış attıktan sonra sakızını çiğnemeye devam ederek telefonuna döndü. Uzun ve düz saçları vardı. Makyajı ve mimikleri bir şekilde Elanil’e benziyordu.
“Morta.” Kıvırcık saçlı, hafif toplu bir çocuktu. Telefonunu yan tutmuş, heyecanlı bir şeklide oyununa odaklamıştı. Telefonundan kısık bir şekilde silah sesleri geliyordu. “Ve son olarak, Amabi.” Diğerlerinin aksine bana tatlı bir şekilde gülümsedi. Gülümsemesine karşılık verirken siyah saçlarının esmer teniyle harika bir uyum halinde olduğunu düşünüyordum. Çok hoş bir kızdı.
“Millet karşınızda Titi.” Gergince gülümseyerek selam verdim. “Merhaba.”
“Titi mi? Köpek ismine benziyor.” Caol alayla konuştu. Onu düzeltmeye çalıştım. “Aslında ismim-“
“Morta, neden Titi ile beraber markete gidip biraz atıştırmalık almıyorsunuz?” Açıklamam Elanil tarafından kesildi. “Kendin git. Oyun oynadığımı görmüyor musun?” Rahatsız olmuş bir şekilde Elanil’e baktı. Caol ayağıyla Mortan’nın bacağına sertçe vurdu. “Kalk.” Morta canı acıdıysa da belli etmeden kalktı ve telefonunu cebine koydu. Ardından bana bakmadan merdivenlere yöneldi. “Gidelim.”
İnşaat alanından çıktığımızda etraf epey karanlıktı. “Aptal sürtük, kendini bir şey sanıyor.” Morta’nın ani sözleri duyduğum şeyi sorgulamama sebep olmuştu. Şaşkınlıkla ona baktım ama o konuşmasına devam etti. “Kim olduğunu sanıyor da bana emir veriyor? Caol olmasaydı bir güzel dersini verirdim ona.”
Neden arkalarından böyle konuşuyordu? Hepsinin arkadaş olduğunu sanıyordum. Birkaç adım kenara kayarak ondan uzaklaştım. Kötü birine benziyordu. Elanil’in bu insanlarla neden takıldığını düşünürken aklıma sınıf başkanıyla yaptığımız konuşma geldi.
Kafamı sallayarak kendime gelmeye çalıştım. Bir olay onu haklı çıkarmazdı. Kötü konuşuyor olabilirdi ama hala iyi bir insan olabilirdi. Yolun geri kalanında konuşmadan ilerledik. Sonunda markete geldiğimizde Morta önden girerek eline bir sepet aldı. Gördüğü şeyleri umursamazca sepete dolduruyordu. Hiçbir şey almadan arkasından onu takip ediyordum.
Yeterli olduğunu düşündüğünde sepeti kasaya bıraktı. “Sen ödersin.” dedikten sonra marketten çıktı. Arkasından bakakaldım. Ödemek sorun değildi ama bu şeklide emrivaki yapmasına gerek yoktu. Kasiyer tüm ürünleri okutup poşetledikten sonra ücreti ödedim ve poşetleri alarak çıktım.
Morta marketin karşısındaki kaldırıma oturmuş telefonundan oyun oynuyordu. Çıktığımı görünce telefonunu cebine koyup yanıma geldi. Elimdeki poşetleri aldı ve konuşmadan Elanil ve arkadaşlarının yanına geri döndük. Ransid ve Mara, Morta’nın elindeki poşetleri alarak içindekileri çıkarmaya başladılar. Ransid cipsleri açıp yere koydu.
Herkes yiyeceklerin etrafına oturdu ve ortadan yemeye başladılar. Yere oturmak istemediğim için birkaç çimento torbasının üstüne oturdum. Şu an canım hiçbir şey yemek istemiyordu. Hatta onlar yedikten sonra Elanil’e kalkmak istediğimi söyleyecektim. Eve gitmek istiyordum.
Onlar atıştırmalıklarını yerken yan tarafımdan ufak bir miyavlama duydum. Turuncu bir kedi üstüne oturduğum torbaların yanına gelmiş sevimli bir şekilde bana bakıyordu. Elimi uzatarak kafasını sevdim. Çok tatlıydı. İlerleyerek bacaklarıma dolandı. Ardından ilgisini ortadaki yiyecekler çekti. Acıkmış olmalıydı.
Hafifçe miyavlayarak atıştırmalıkları koklamaya başladı. Caol onu eliyle kenara itti. “Çekil şuradan.” Kedi itilse de tekrar yaklaşarak yiyeceklerden yemeye çalıştı. Caol onu tekrar ittirdi ama bu sefer sinirlenmiş görünüyordu. Kedi bir kez daha gelince aniden boynundan tutarak sıkmaya başladı. “Sana gitmeni söylemiştim, aptal hayvan.”
Yerimden kalkarak kollarını tutmaya çalıştım. Zavallı hayvandan ne istiyordu? ”Bırak. Öldüreceksin.” derken sesim titriyordu. Korksam da kedinin ölmesine izin veremezdim. Neden birden kediye zarar veriyordu? Kedi ona ne yapmıştı ki? Caol tek eliyle kediyi boğarken boştaki eliyle beni sertçe ittirdi.
Dengemi kaybedip geriye doğru sendeledim. Sırtımı kolonlardan birine çarpmayı beklerden aniden boşluğa düştüğümü hissettim. Bir anda görebildiğim tek şey gökyüzü olmuştu.
Sertçe yere düştüğümde ilginç bir şekilde hiç acı hissetmiyordum. Bedenimi oynatmaya çalıştım ama kontrol bende değildi. Birkaç dakika sonra Elanil ve arkadaşları başımda toplanmış bana bakıyorlardı. “Lanet olsun Caol. Senin yüzünden cüzdanım ölürse bunu telafi etmek zorunda kalırsın.”
Elanil’le bakışlarımız buluştuğunda gözleri şaşkınla doldu. Cüzdanım ölürse, diye düşündüm. Cüzdan bendim. Sınıf başkanı başından beri haklıydı ama ben görmezden gelmiştim. Ve şimdi de söylediği gibi zarar gören ben olmuştum.
Bilincimi daha fazla tutamayacağımı anlayınca kendimi karanlığa teslim etmekten başka çarem yoktu. O yüzden ben de öyle yaptım. Karanlık beni sarmalarken ölmemeyi diledim.
Yorumlar