Bölüm 8

48 0 24 Eylül 2024

Yatağımı kaldırdığım sırada gece gördüğüm anımı düşündüm. İlkokul anılarımdan biriydi. Kendimi savunamadığım için zorbalar tüm zalimlikleriyle üstüme gelmekten çekinmiyorlardı. Hepimiz küçük olmamıza rağmen nasıl o kadar acımasız olabiliyorlardı? 

Onların ailelerini eskiden hep merak ederdim. Nasıl bir ailede büyüdüklerini, neden bu kadar kötü olduklarını merak eder dururdum. Annelerinin bir cadıya benzediğini, babalarının da bir trol olduğunu hayal ederdim. Ancak kötü varlıklar böyle kötü çocuklar yetiştirebilirlerdi. Ama ne anneleri bir cadının çirkinliğine sahipti, ne de babaları bir trolün korkunçluğuna. 

Hepsi normal insanlardı, sevecen insanlardı. Benim ailemin aksine her toplantıya, etkinliklerin hepsine katılırlardı. Okuldan sonra bazen kızlarını alarak onlara sürpriz yaparlardı. Belki bizim kadar paraları yoktu ama bir bakıma benim ailemden daha iyilerdi.

Zorbalarım ailelerinin yanında hep uslu çocuk gibi görünürlerdi; Mutlu, sevecen, kimseyi incitmeyen normal çocuklar gibi. Ama ben gerçeği bilirdim. Çocuklarının ne kadar kötü olduğunu bilirdim. Yanlarına gidip onlara söylemek istesem de korkumdan söylemezdim. Bana inanmayacaklarından korkardım. Kim kendi çocuğundansa bir yetime güvenirdi ki zaten?

Gerçi artık önemli değildi. Büyüdükçe asıl meselenin yetim olmam olmadığını anlamıştım. Asıl mesele ailemin arkamda durmamasıydı. Zorbalarım bile destek görürken kurban olan ben, her zaman hor görülüyordum. Her ne kadar bunun için onlara kızmak istesem de kızamıyordum. Sahip olduklarıma şükretmem gerektiği zamanında kafamın içine kazınmıştı.

Elimden yatağımın alınmasıyla kendime geldim. “Bir süredir aynı şekilde duruyorsun.” Vorsius yatağımı atıma yerleştiriyordu. “Zorlayıcı bir anı gördün sanırım.” 

“Evet.” diye mırıldandım. Zorlayıcıydı gerçekten. Ne zaman kolay olmuştu gerçi. Bunların hepsini zaten yaşamıştım. Şimdi tekrar görüyor olmak beni bu kadar etkilememeliydi. Tekrar aynı şeylere üzülerek acı çekmeme izin vermemeliydim. Zamanında yeterince üzülmüştüm zaten.

Atımın yanına geçtim. Vorsius belimden tutarak binmeme yardımcı olurken duyduğum ufak bir inlemeyle bakışlarımı ona çevirdim. Kaşlarını acıyla kırıştırmıştı. Yüzü çok solgun görünüyordu ve yorgun olduğu her halinden belliydi. Sadece uyumadığı için bu kadar kötü görünemezdi. Başka bir şey olmalıydı. 

“Vorsius.” derken çoktan vücudunu gözlerimle tarıyordum. “Sen iyi misin?” Kafasını onaylarcasına salladığı sırada kolundaki pençe izini gördüm. Yaralanmıştı. Gözlerim büyürken “Değilsin!” dedim. “Yaralısın. Üstelik yaranı sarmamışsın bile.” Atımdan inmeye yeltendim ama beni durdurdu. “Önemli değil. İyileşir.”

Önemli değil miydi? Kendinin farkında bile değildi. Ne kadar kötü göründüğünden haberi yoktu. “En azından saralım. Daha kötü olmasın.” Israr ederek atımdan inmeye çalıştım. 

“Gerek yok dedim.” Bana arkasını dönüp atına ilerledi. “İnersen bir daha binemezsin.” dedikten sonra atına binip ilerlemeye başladı. Evet, bir daha binemezdim gerçekten. Zaten ilerlemeye başladığı için de başka çarem yoktu. 

Normalde yaralarımız uyuyup uyandığımızda iyileşiyordu. Onun yarası neden iyileşmemişti? Acaba uyumadığı için miydi? Yoksa ormanla bir alakası var mıydı? Geldiğimizden beri dinlenemiyorduk. Evet, sanırım ormanla alakalıydı. Evimdeki yatağımda yattığım zaman ertesi sabaha öncesinden çok daha iyi hissederek kalkardım. Ama burada ilk geldiğimiz gün hariç, bir daha huzurlu bir uyku çekememiştim. Uykuda anılarla uğraşmak zaten yorucuyken bir de nöbet tutmamız gerekiyordu. Dinlenmemiz için vaktimiz yok gibiydi.

Tekrar sessizlik içindeki yolculuğumuza başlamıştık. Acıktığımı hissedince heybemden bir elma alarak yemeye başladım. Kahvaltımızı at sırtındayken yapınca zaman kaybetmemiş oluyorduk.

Vorsius henüz bir şey yememişti. “Bir şeyler yemelisin.” diye seslendim. Zaten hasta görünüyordu iyice kötüleşirse yola devam etmemiz zor olurdu. Üstelik kurtlarla tek başına savaştığı için biraz suçlu da hissediyordum. 

Cevap vermeden elini ‘iyiyim’ masasında salladı. İyi değildi işte. Yalan söylüyordu. Gözlerimi devirerek elimdeki biten elmamın çöpüne baktım. Ormanın içine doğru atacakken aklıma gelen fikirle Vorsius’a atmaya karar verdim. Dikkatini çekebilirsem yemek yemesini de sağlayabilirdim belki. 

Elma çöpünü sırtına atarken gülümsememi bastıramıyordum. Bana sinir olacaktı. Çöpün tam kafasının arkasına isabet etmesiyle kıkırdadım. Hiçbir zaman istediğim yeri tutturamıyordum. Herhangi bir tepki vermesini beklerken o sadece ilerlemeye devam ediyordu. Ardından hiç beklemediğim bir şey oldu. Yavaşça kayarak atından düştü. 

İsmini bağırırken aceleyle atımdan indim. Belki çığlığımdan, belki de başka bir şeyden korkan atım aniden geldiğimiz yöne doğru dörtnala koşmaya başladı. Arkasından koşsam da çabucak gözden kaybolmuştu. Neye şaşıracağımı bilemeden Dessa’ya koştum. Yularından tutarak en yakındaki ağaca bağladım. En azından o kaçmamıştı. 

Hızla yerdeki Vorsius’un yanına gelerek nabzını kontrol ettim. Kalbi atıyordu, ölmemişti. Yüzü ve dudakları bembeyazdı. Elimi alnına koyarak ateşine baktım. Yanıyordu. Yarasından dolayı olmalıydı. Ne yapmalıydım? Soğuk suyla düşürebilirdim ateşini belki. 

Havanın kararmasına hayret ederek gökyüzüne baktım. Çok mu çabuk kararmaya başlamıştı bana mı öyle geliyordu? Bu odun toplayıp ateş yakmam gerektiği anlamına geliyordu. Neyse ki ağaçların sık olduğu bir yerde durmuştuk. Vorsius’u bırakarak yakınımda bulduğum tüm odunları topladım. 

Tekrar eski yerime gelerek odunların hepsini yere yığdım. Tamam, şimdi ateş yakmalıydım. Ama nasıl? Ben ateş yakmayı bilmiyordum ki. Aptallığıma lanet ederek odunları bir kenara ittim. Boşuna bir sürü odun toplamıştım ve şimdi hava kararmıştı bile. Artık tek sahip olduğumuz ay ışığıydı. 

Vorsius’un pelerininin kancasını açtıktan sonra üstündeki gömleğin düğmelerini açmaya başladım. Akşam orman serinliği ateşini düşürmeye yardım edebilirdi. Her ne kadar uyanınca bana sapık muamelesi yapacak olsa da güç bela gömleğini çıkardım. Vücudu ateş gibiydi.

Atın üstündeki heybeyi alarak içinden matarayı buldum. Suyun birazını Vorsius’a içirdikten sonra kalanıyla görebildiğim kadar yarasını temizlemeye çalıştım. Ardından heybeden bandaj ya da ilk yardıma ait bir şeyler bulmaya çalıştım ama nafileydi. Hiçbir şey getirmemişti. 

Gözlerimi devirerek ona baktım. Nasıl bu kadar emindi yaralanmayacağından. Keşke kaçan at onunki olsaydı. Benimkinde bolca yardım malzemeleri vardı. Her ihtimale karşı koydurtmuştum.

Pelerinimi çıkararak uzunca yırtmaya çalıştım. Yırtılmayınca hançerimi çıkarıp uzunca bir bandaj şeklinde kestim. Gece gece nasıl kestiğimi görebildiğim söylenemezdi. Bandajı nazikçe yarasına sardım.

Yapılabilecek her şeyi yaptığımdan emin olduktan sonra arkamı bir ağaca yasladım ve derin bir nefes verdim. Vorsius’la ilgilenirken epey yorulmuştum. Daha önce hasta biriyle ilgilenmemiştim. Ben hasta olduğumda da hizmetliler benimle gizlice ilgilenirlerdi. Annem benimle ilgilenen hizmetlileri kovduktan sonra kimse bir daha buna cüret edememişti gerçi. Ben de zamanla hasta olmamayı öğrenmiştim. Kendi başımın çaresine bakmayı.

Çok uykum olsa da uyuyamazdım. Tüm gece nöbet tutmalıydım. Vorsius uyurken herhangi bir saldırıya daha uğrayabilirdik. Bu sefer bizi koruma görevi bendeydi. Elimi belimdeki hançerime koydum. Hazır olmak en iyisiydi.

Hava biraz fazla serinleyince bacaklarıma örttüğüm pelerinimi alarak Vorsius’un üstüne örttüm. Daha da hasta olması riskini göze alamazdım. Yorgunlukla kafamı göğsüne koydum. Yarın uyanmazsa ne yapacaktım? Onu burada bırakıp gidemezdim. Orman kim bilir nasıl tehlikelerle doluydu. Tek başıma yolculuk yapmak benim için de tehlikeli olurdu. 

“Özür dilerim, anne.” Vorsius’un fısıltılarıyla göğsünden kalkarak yüzüne baktım. Yine anılarından birini görüyor olmalıydı. Bu sefer de annesinden özür diliyordu. Bu kadar özür dilenecek ne yapmıştı ki?

“Yapamam. Yapamam.” Küçük bir çocuk gibi ağlıyordu. Omuzlarından tuttum. Vücudu kaskatı kesilmişti. “Sadece bir anı.” diye onu teskin etmeye çalışırken ağlaması hıçkırıklara dönüşmüştü. Onu ilk defa böyle görüyordum. O sert ve umursamaz kişiliğinin altında üzücü bir geçmiş yatıyor olmalıydı. 

“Sadece bir anı.” demeye devam ettim. “Şu an buradasın. Yanımdasın.” Söylediklerim ona ulaşamıyordu. Ellerimi omuzlarından çekerek ter ve gözyaşlarıyla ıslanmış olan yüzünü kavradım. “Uyandığın zaman geçmiş olacak.” Geçmeyecekti. Uyandığında her şey tekrar geçmişte kalmış olacaktı ama asla geçmeyecekti. İnsan geçmişinden kaçamazdı. Yine de ona yalan söylemeye devam ettim. Her ne yaşıyorsa tekrar acı çekmesine gerek yoktu.

“Güvendesin.” Yüzünü bırakarak elini tuttum. “Güvendesin. İyi olacaksın.” Özürleri ve yakarışları birer fısıltılara dönüşürken sakinleşmeye başlamıştı. “İyisin.” İyisin. İyisin. İyisin. Bunları artık kime söylediğimi, kimi yatıştırmaya çalıştığımı bilmiyordum. 

******

Küçük çocuk ailesiyle kamp yapmaya geldiği için sevinçten havalara uçmak üzereydi. Uzun süredir babası evde olmadığı için ailecek vakit geçirememişlerdi. Bugün onun için çok önemliydi. Kıpır kıpırdı, yerinde duramıyordu. Annesi onun bu haline gülerken babası ona çok önemli bir görev vermişti; odun toplamak. “Anne, hadi. Gitmem gerek.” Annesi kıkırdarken oğlunun montunun fermuarını yukarı çekiyordu. “Tamam oğlum. Odunlar bir yere kaçmıyor ya.” Küçük çocuk oflayarak büyük gri gözlerini devirdi. 

Büyük ve uzun ağaçlarla dolu bir ormana gelmişlerdi bu soğuk aralık ayında. Ağaçların daha seyrek olduğu bir alan bulup karavanlarını oraya park etmişlerdi. Ardından masalarını, sandalyelerini çıkararak yemek hazırlıklarına başlamışlardı. Babası masada yiyeceklerle ilgilenirken oğlunun odun toplamasını bekliyordu. 

Son olarak da atkısını bağladıktan sonra, sevimli oğlu odunları toplamak için hazırdı. Parlak siyah saçlarını karıştırarak burnuna öpücük kondurdu. “Hadi git bakalım.” Küçük çocuk kıkırtıları eşliğinde uzun ağaçlarla dolu ormanın içine daldı. “Dikkat et, Vorsius.” Annesi endişeyle seslendi arkasından.

Ama annesinin endişelenmesine gerek yoktu. Çünkü Vorsius artık 9 yaşındaydı. Dokuzuna gireli henüz bir hafta olmuş olsa da artık o büyümüştü. Önceleri babasıyla topladıkları odunları kendi başına toplayacak kadar büyümüştü. 

Büyüdüğünü çoktan biliyordu zaten. Babası son iki senedir iş için uzaklara giderken annesini ona emanet ediyordu. Bunu hiç sesli olarak söylememiş olsa da babasının bakışlarından anlıyordu. O da, zaten çok sağlıklı olmayan annesini üzmemek için elinden geleni yapıyordu. 

Babasının evde olduğu zamanlar çok azdı. Pek paralarının olmadığını ve babasının çok çalışmak zorunda olduğunu biliyordu ama yine de üzülmesine engel olamıyordu. Daha çok vakit geçirebilmeleri için hızlıca büyüyüp ailesini iyi şartlarda yaşatmak istiyordu.

“İşte!” derken kolları bir yığın odunla doluydu Vorsius’un. “Getirdim baba.” Babası akşam yiyecekleri etleri hazırlıyordu. Oğluna sevecenlikle baktı. Ne çabuk büyümüştü. Ona işlerinde yardım eder hale gelmişti birden. Oğlunun saçlarını karıştırarak konuştu. “Aferin oğluma. Şimdi de ateş yakabilir misin?” Oğlunun gözleri heyecanla parlarken ona verdiği görevin fazla olmasından korktu. “Yapabilirsin değil mi Vorsius?”

Vorsius çoktan arkasını dönmüş, yemek yiyecekleri masanın yakınındaki ateşi yakacakları yere ilerlemeye başlamıştı. “Yapamazsan beni çağır!” diye seslendi arkasından babası. Yapamasa da, çağırmayacağını biliyordu oğlunun. Büyümeye fazla hevesliydi ama babası onun çocukluğunu yaşamasını istiyordu. Her şeyi yavaş yavaş yapmalıydı. Acele etmesine gerek yoktu. 

Vorsius çoktan, daha çabuk yanacak ince dalları, ateş yakacakları yere dizmişti. Kalanlardan nispeten daha güçlü olan iki tanesini seçerek birbirilerine sürtmeye başladı. İlk defa kendi başına ateş yakacaktı. Babasını sayısız kes izlemişti. Bunu başarabilirdi.

Sonunda çubukların dibinden çıkan dumanla başarıya ulaştığını anladı. Epey uzun sürmüş olsa da başarmıştı. Nazikçe üfleyerek ateşi büyüttü ve büyük odunları ekleyerek uzun süre yanacağından emin oldu. Babası onunla gurur duyacaktı. 

Koşarak babasının yanına geri döndü. “Baba bak! Yaktım. Tıpkı bana öğrettiğin gibi!” Sevincinden yerinde duramıyordu. Babası oğluna gururla baktı. “Yapabileceğini biliyordum oğlum.” Bu gülümsemeyi her gün görebilmek için yapamayacağı şey yoktu. 

Annesi arkasından yaklaşarak oğlunu kollarının arasına aldı. “Oğlum ne zaman bu kadar büyüdü?” Meira, gülümsese de gözlerinde hüzün vardı. Yaşıtlarına göre çok olgundu. Ev işlerine yardım ediyor, onun haricinde de ders çalışıyordu. Arkadaşları olduğundan bile emin değildi. Bu kadar hızlı büyümesi onu üzüyordu.

Eşinin gözlerindeki hüznü yakalayan Ruven ona sarılarak öptü. Eşinin endişelerini anlıyordu. Aynı endişelerden kendisinde de vardı. Aralarında kalan oğulları sevgilerinin ortasında sıkışmıştı. “Boğulacağım!” diyen Vorsius’un kıkırtıları yüzünden ne söylediği anlaşılmıyordu. 

“Ben de boğulmak istiyorum!” Kız kardeşi onlara doğru koşuyordu. Vorsius’u sevgiyle boğan kollar açılarak Rava’yı da sarmaladılar. Rava’nın gülücükleri tüm ormanı dolduruyordu. Babası hepsini teker teker öptükten sonra bıraktı. “Kimler acıktı bakayım? Elleri göreyim.”

Vorsius ve Rava zıplarlarken ellerini kaldırıyorlardı. Annesi ikisinin de kafalarını sevdikten sonra tüm itirazlarına rağmen Rava’nın elinden tutarak ödev yapmaları için karavana götürdü. Vorsius, babasıyla kalarak yemek hazırlıklarına yardım etti. O çoktan ödevlerini bitirmişti.

Pişen etleri karavanın hemen yanındaki masaya koyarken babası da annesi ve kardeşine sesleniyordu. . Dikdörtgen masanın bir tarafına Rava ve annesi, diğer tarafına da babasıyla Vorsius oturdu.  Hava kararmıştı ve onlar anca yemek yiyebiliyorlardı. Ama sorun değildi çünkü aile yemekleri hep çok keyifliydi. 

“Okul nasıl gidiyor bakalım?” Babası bir parça eti ağzına attı. “Çok iyi gidiyor babacığım.” Vorsius heyecanla yanıtladı babasının sorusunu. 

“Oğlumuz sınıf birincisi hayatım.” Annesi gururla gülümsüyordu. “İşte benim oğlum.” Oğlunun başını okşarken konuştu babası.

Vorsius çenesini dikleştirmiş, yan bakışıyla kardeşine bakıyordu. “Rava’nın aksine.” Kardeşinden hoşlanmıyordu. O geldiğinden beri babası daha çok çalışmak zorunda kalmıştı. Annesi de hastalanmıştı. 

Rava tabağından bir parça eti abisine attı. Söylediği şey hoşuna gitmemişti. “Ben de resim yapabiliyorum.” Rava çok güzel resim yapıyordu. Bu konuda yeteneğinin olduğu kesindi. 

“Evet, benim kızım çok yetenekli.” Babası hızla oğlunun yüzündeki yağı siliyordu. Rava’yla kavga edebilmek için babasının yüzünü silmesinin bitmesini bekliyordu. Babası oğlunun gergin teninden amacını çoktan anlamıştı. Kardeşiyle kavga etmelerini istemiyordu. Vorsius her ne kadar olgun olsa da kardeşiyle iyi geçinemiyordu. Ne zaman anlaşabileceklerini merak ediyordu.

“Peki ya basketbol?” Konuyu değiştirmek için oğlunun basketbol tutkusunu kullandı babası. Vorsius’un gözlerindeki sinir uçup giderken yerini heyecan parıltıları almıştı bile. “Önümüzdeki hafta turnuvalara gideceğiz. Yenersek yarı finale çıkacağız baba. Yarı finale!” Oğlunun coşkulu tavrına gülerken konuştu. “Basketbolcu mu olacakmış benim oğlum?”

“Hayır.” Vorsius’un gözlerindeki heyecan hızla yerini ciddiyete bıraktı. “Pilot olacağım.” Babası gelen ani cevapla şaşırarak eşine baktı. O da şaşkın görünüyordu. “Pilot mu?” Henüz geçen seneye kadar basketbolcu olmaya kararlıydı. Birden neden fikrini değiştirmişti. Oğlunun istediği her şeyi desteklemeye hazır olsa da sebebini merak etti. “O da nereden çıktı?” 

“Harika bir pilot olup size dünyayı gezdirmek istiyorum. Görmediğiniz hiçbir yer kalmayacak.” Gururla konuşuyordu. “Annem bir daha ailesini görmeye gidemediği için ağlamayacak. Sen de uzaklara giderek, bizim için çalışmak zorunda kalmayacaksın.”

Babası şaşkınlıkla oğlunu izliyordu. Yeterince iyi bir baba olamamış mıydı ki şimdiden bunları düşünmek zorunda kalıyordu oğlu? Annesinin gözleri dolarken oğlunu yanına çağırdı. “Buraya gel, Vorsius.” Yanına gelen oğluna sıkıca sarıldı. Henüz 9 yaşındaydı. Ne ara bunları düşünmüştü? Ne ara bu kadar büyümüştü?

“Ben de uçmak istiyorum!” Rava heyecanla ellerini çırpıyordu. Vorsius annesine daha sıkı sarılarak kardeşine dil çıkardı. “Sen gelmeyeceksin Rava. Çok istiyorsan kendin pilot ol.” 

Rava gözleri dolarken annesine baktı. “Abim beni sevmiyor.” Ağlamaya başlamıştı işte. Kardeşinin gözyaşlarını sevmiyordu Vorsius. Annesi hafifçe gülerek diğer koluyla kızını sarmaladı. “Abin seni çok seviyor.” Ardından sadece onun duyabileceği bir şekilde kulağına doğru eğilerek fısıldadı. “Seni o kadar çok seviyor ki sevgisini nasıl ifade etmesi gerektiğini bilmiyor o yüzden böyle konuşuyor seninle.”

Rava gözyaşlarını silerken annesinin doğru söylediğini biliyordu. Kaba konuşsa da abisi ona hep yardım ediyordu. Anneleri hasta olduğunda hep onunla ilgileniyordu. Ödevlerini yapmasına yardım ediyor, onun için yiyecekler hazırlıyordu. 

“Biraz yürüyelim mi oğlum?” Oğlunun, annesini ve kardeşini kıskançlıkla izlediğini gören babası masadan kalkarak elini oğluna uzattı. Odağı hızla değişen Vorsius oturduğu yerden kalkarak babasının elini tuttu. 

Baba oğul ormanın içinde ilerlerken sessizliği bozan babası oldu. “Kardeşine daha kibar davranmalısın Vory.” Oğlunu anlıyordu. Hissettiklerine hak veriyordu. Ama şimdi vakitleri varken bu konuşmayı yapmalıydı. 

Küçük çocuk umursamazca omuzlarını silkti. “İstemiyorum.” O doğduğundan beri hayatları zorlaşmıştı. “Vory.” Babasının sakin sesini duyunca dayanamadı. “Annemi hasta etti o!” Gözleri dolmuştu. “O doğduğundan beri sen de daha çok çalışıyorsun. Eskiden bu kadar ayrı kalmıyorduk.”

Babası kalbinde sızı hissetti. “Bunların onunla ilgisi yok oğlum. Üstelik annen ve ben ikinizi de çok seviyoruz. Hem Rava’ya kaba davrandığında annen üzülüyor.” Oğlunun omuzlarını tuttu. “Anneni seviyorsun değil mi?” Vorsius babasının bunu sormasına bile şaşırarak ona baktı. “Evet. Hem de çok.” Babası kafasını salladı. Şimdi bir süredir düşündüğü planını uygulama vaktiydi.

Burnunun ucunu kaşırken konuştu. “Aslında annen sana bunu söylememi istemedi ama sanırım artık söylemeliyim.” Oğlunun gözlerindeki merak neredeyse gülmesine sebep olacaktı ama kendini tuttu. “Aslında sen ve Rava birbirinize görünmez bir bağla bağlısınız. Bu bağ sayesinde birbirinizin duygularını hissedebilirsiniz.”

Vorsius gözlerini devirdi. Babası hikâyeler uydurmayı seviyordu. “Yalan söylüyorsun.” Babası ciddiyetle konuşmasına devam etti. “Hayır, yalan değil. Rava üzgünken sen de üzgün hissetmiyor musun?”

“Hayır.” Oğlunun bu kadar hızlı cevap vermesi komiğine gitmişti ama bir kere gülerse onu bir daha doğru söylediğine inandıramazdı. Gözlerine bakarak hafifçe kafasını eğdi. Bu numara genelde işe yarardı. Vorsius bir süre sonra konuştu. “Şey, belki biraz.”

Babası hızla kafasını salladı. “Tabii. Şimdilik biraz olması çok doğal. Sonuçta henüz çok küçüksünüz.” Oğlunun gözlerindeki şüpheden kurtulamayınca biraz daha ileri gitmeye karar verdi. “Bu bağ, aslında büyülü bir bağ. Herkese verilmeyen çok özel bir bağ.”

“İyi de ben böyle bir bağ istemedim ki.” Oğlu somurturken çok sevimli görünüyordu. “Bağ senin ne kadar iyi bir abi olacağını hissetmiş olmalı.”

“Koparmanın bir yolu yok mu?” Hala kabullenmek istemiyordu. Babası kafasını iki yana salladı. “Bildiğim kadarıyla yok.” 

Somurtuşu derinleşirken gözlerini babasından kaçırdı. “Rava geldiğinden beri sorunlarım bitmiyor. Annemi çaldığı yetmiyormuş gibi bir de bana sormadan benimle bağlanmış.” Babasına inanmıyordu. Bunları kardeşini sevmesi için söylediğini biliyordu ama belki de doğruları söylüyor olabileceği aklının bir köşesini işgal ediyordu.

“Oğlum, aslında o bağ sayesinde annen sevgisini ikinize eşit dağıtabiliyor.” Bu son söylediğiyle çizgiyi geçmişti. “Bazen nerede durman gerektiğini bilmiyorsun, baba.” Oğlu omuzlarındaki ellerinden kurtularak geldikleri yöne doğru ilerlemeye başladı. 

Oğlunun küçük sırtına bakarken derince iç çekti. Haklıydı. Durması gereken yeri kaçırmıştı. Gülerek ayağa kalktı. Oğluna yetişerek elinden tuttu. Vorsius’un düşünceli yüzüne baktı. İnanmıyormuş gibi yapsa da inandığına emindi. Birkaç gün sindirmesi gerekiyordu sadece.

“Abarttığımı biliyorum oğlum ama Rava’nın sana bizden daha çok ihtiyacı var. Seni sürekli takip etmesinin, yaptıklarını yapmasının bir nedeni var. Seni kahramanı olarak görüyor.” 

Kahraman mı? diye düşündü Vorsius. Hiçbir şey yapmamıştı ki kahraman olsun. Babası yine abartıyor olmalıydı. “Biliyorum abarttığımı düşünüyorsun ama öyle değil.” Kafasını hızla babasına çevirdi. Nasıl bilmişti?

Ruven gülerek oğluna baktı. Düşünceleri yüzünden okunabiliyordu. “Biliyorum çünkü annen bana, benim yokluğumda onlarla nasıl ilgilendiğini anlattı. Belki senin için büyük bir şey olmayabilir ama kardeşin için büyük bir şey.”

Vorsius cevap vermeden önüne döndü. Böyle küçük şeyler insanı kahraman yapar mıydı gerçekten? “Evet.” Babasının sesiyle tekrar hızla ona döndü. Kocaman gözleriyle ona bakarken babası komik bir şey olmuşçasına gülerek Vorsius’u omuzlarına aldı. Büyümüş gibi davransa da sadece 9 yaşındaki bir çocuktu.

“Nasıl bildin baba?” derken dünyayı daha yukarıdan görmenin tadını çıkarıyordu. “Çünkü babalar bilir.” Omuzlarında oğluyla kamp alanına kadar koşarken ikisinin kahkahaları ormanda yankılanıyordu.

Karavana yaklaştıklarında annesi oturduğu masadan kalkarak yanlarına geldi ve onlara sessiz olmalarını söyledi. Rava çoktan uyumuştu. Babası Vorsius’u kucağından indirerek yatmasını söyledi. Annesiyle birlikte dışarıdaki eşyaları topladıktan sonra onlar da yatacaklardı. 

Anne ve babasından kocaman iyi geceler öpücü aldıktan sonra onaylayarak karavana giden Vorsius pijamalarını giyerek kardeşinin yanına yattı. Belki de o kadar sinir bozucu biri değildi. Hatta belli bir açıdan bakınca sevimli bile olabilirdi. Siyah saçları ve küçük burnuyla tavşana benziyordu. Gözleri annesiyle aynı renkti. Kocaman ela gözleri ona hep hayranlıkla bakıyordu. İkisinin de üstünü güzelce örterek gözlerini kapadı. Belki de gerçekten bir kahramandı. 

Gecenin ilerleyen saatlerinde Vorsius çok sıkıştığını hissederek uyandı. Kardeşini uyandırmadan yataktan kalktı ve montunu giyerek karavandan çıktı. Karavanın dışına kurdukları portatif tuvaleti kullandıktan sonra ellerini yıkayıp çıktı. 

Uzaktan gelen sesler duyunca merakına yenik düşerek tekrar yatmadan önce sesleri kontrol etmek istedi. Hava çok soğuktu. Montunu giymesine rağmen üşüyordu. Karavana tekrar sessizce girip atkısını aldı ve çıktı. Atkıyı boynuna dolarken seslerin kaynağına doğru yürümeye başladı.

Yürürken botlarının karı eziş sesini duymayı seviyordu. Bir arabanın farlarının aydınlattığı yeri görünce durdu ve çalıların arkasına gizlendi. Dört siyah giyimli adam vardı. Yerde beyaz elbiseli bir kadın yatıyordu. Hareket etmiyordu. Adamlardan bir tanesi yere düşmüş olan ağaçlardan birine oturmuştu. Buğday tenli ve siyah saçlıydı. Kirli sakallıydı ve sigarasını içerken diğer adamları izliyordu. Bir şekilde lider gibi görünüyordu.

 Diğer adamlar ayaktaydı. Biri kenarda sigara içiyordu. Kolundaki saati uzakta olmasına rağmen parlıyordu. Diğer ikisi ellerindeki küreklerle toprağı kazıyorlardı. Biri diğerinden daha kiloluydu ve diğeri de… en gençleri o gibi görünüyordu. 

İstedikleri kadar kazmış olacaklar ki durup yerde yatan kadını taşıyarak çukura attılar. Vorsius gördüklerini yeni idrak edebiliyordu. Bu adamlar tehlikeliydi. Buradan gitmeliydi. 

Aniden arkasından gelen bir sesle lider gibi görünen adam Vorsius’un olduğu tarafa baktı. Neyse ki zamanında eğilerek kardeşini de kendiyle birlikte çekmişti. Elini sıkıca kardeşinin dudaklarına bastırıyordu. Ona neden onu takip ettiğini sormak istese de yüksek sesle konuşacağından korktuğu için sormadı. Onu yerine parmağını dudaklarına götürerek sessiz olmasını işaret etti ve elini ağzından çekti. 

Hafifçe kafasını çıkararak adamlara tekrar baktı. Hepsi işlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Onları görmüşe benzemiyorlardı. Vorsius derin bir nefes vererek ayağa kalktı ve kardeşini de kaldırarak elinden tuttu. Rava’nın ayak uydurabileceği bir hızla koşmaya çalışıyordu. 

Ailesini uyandırmalıydı. Buradan gitmelilerdi. Görülmemiş olsalar da adamların daha sonradan onları fark etmeyecekleri kesin değildi. Belki karavanlarının ışığını görmüşlerdi. Belki sıra onlardaydı.

Olması gerekenden çok daha fazla bir süre yürüdükten sonra paniklemeye başladı. Bu kadar yürümemeleri gerekiyordu. Karavandan bu kadar uzaklaşmamıştı. Kaybolmuşlardı. Bulamıyordu karavanı. Ailesini vaktinde uyaramayacaktı. Kalbi gerginlikle çarparken gözleri yanmaya başladı.

“Abi?” Rava’nın sesiyle kendine gelerek kardeşine baktı. “Sorun yok.” derken hem kardeşini hem de kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Babasının dediklerini hatırlayarak etrafına bakındı; işaretleri okumayı biliyorsan kaybolmazdın. Yolu bulabilirdi. Kaybolmamışlardı.

Bulundukları yerin, akşam yemeğinden sonra babasıyla yürüyüş yaptıkları yer olduğunu fark etti. Buradan karavanı kolaylıkla bulabilirdi. Rahatlayarak tekrar koşmaya başladı. Kardeşiyle birlikte koşmak çok zordu ama sonunda karavanı görebiliyordu. Başarmışlardı. 

Henüz biraz yaklaşmışlardı ki karavanın etrafında dolanan siyah giyimli adamları gördü. Ne zaman… ne zaman gelmişlerdi? Onları görmemiş olduklarını sanıyordu. Hatta bundan emindi. O halde nasıl şimdi buradalardı?

Yavaş adımlarla çalıların bol olduğu yere doğru geri çekildi ve adamları izledi. Şişko olan karavanın yanındaydı. Camlardan içeri bakmaya çalışıyordu. Genç olan ise karavanın diğer tarafındaydı ama incelemesini bitirmiş gibi sigarasını elinde tutan, parlak saatlinin yanına doğru ilerliyordu. Üç. Üç kişilerdi. Dördüncü adam neredeydi? Yanlış mı saymıştı? İlk gördüğünde üç mü vardı, dört mü? Hatırlayamıyordu.

Ailesine haber vermeliydi. Bir şekilde babasını uyandırabilirse bu adamlardan kurtulabileceklerinden emindi. Yavaşça çalıların içinden çıkmaya yeltenmişken elini tutan ufaklığı hatırladı. 

Rava sadece pijamasıyla onu takip etmişti. Soğuktan titriyordu. Nasıl fark etmemişti daha önce? Hızla montunu çıkarıp titreyen elleriyle kardeşine giydirdi. “Ben sana söyleyene kadar burada kal, tamam mı?”

Küçük kız kafasını salladı. “Ben de gelmek istiyorum.” Yine huysuzluk yapıyordu. Vorsius sıkıntıyla iç çekti. Sonra aklına gelen bir fikirle tekrar şansını denedi. “Bir oyun oynayalım mı Rava?”

Rava heyecanla kafasını salladı. Oyunlara bayılırdı. “Ben şimdi saklanacağım. Sen içinden bine kadar say ve sonra gözlerini aç. Sakın binden önce açma. Tamam mı?”

“Tamam.” Boynundan atkısını çıkararak kardeşinin boynuna doladı. “Atkıyı gözlerine doğru çekeceğim ki bakmadığından emin olayım.” derken atkının bir kısmıyla gözlerini kapattı. Rava’nın sessizce saymaya başlamasıyla rahatladı. Bir sorunu çözmüştü.

Tekrar kamp alanına baktı. Parlak saati olan ve genç olan kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Şişko olanın nerede olduğunu göremiyordu. Sessiz adımlarla, adamlara görünmeden karavana yaklaştı. Ailesi etrafı toparlarken yemek yedikleri masayı bırakmışlardı. Buna şükrederek masanın üstüne çıktı. En yakınındaki camı açmaya uğraştı. Açılmıyordu. Babası yatmadan önce kilitlemiş olmalıydı. 

Masadan aşağı inerek karavanın arkasına geçti. Karavanla birleşik olan merdivenden yukarı çıkarak üstteki kapağı zorladı. Biraz daha zorlarsa açılacağını biliyordu. Bu camın gizli bir özelliği vardı. Babası acil durumlarda karavana dışarıdan ulaşılabilmesi için yapmıştı. 

Gizli mandalı çektiği zaman kapak açılmış olacaktı. Biraz daha uğraştıktan sonra sonunda gizli mandalı bulup, çekebilmeyi başardı. Kapağı kenara ittirerek kendini içeri doğru saldı. Ufak masanın üstüne indi. 

Masadan yere inerken yan tarafında bir varlık hissetmesiyle hızla o tarafa baktı. Göremediği şişko adam, karavanlarının içindeydi. Göz göze geldikleri an birinin gözleri korkuyla açıldı, diğeri ise bu korkudan beslendi. 

Adam onu pijamasından tutup dışarı fırlattı. Yere sertçe düşen Vorsius acıyla çığlık attı. Çocuklarının çığlığına uyanan anne baba, karşılarında gördükleri pis sırıtışlı adamla, ne yapacaklarını bilemediler. Annesi endişeyle “Vorsius!” diye çığlık atarken silah zoruyla dışarı çıkarılmıştı. Yerde yatan oğlunu görüp ona doğru koşmaya çalıştığı sırada saçlarından çekilerek kafasına silah dayandı.

Kocası hemen yan tarafında silah zoruyla yere çöktürülmüştü. Yerde yatan oğlunun ise başında silahla bekleyen bir adam vardı. “Rava?” diye haykırdı annesi. “Vorsius, kardeşin nerede?” Gözyaşları durmaksızın süzülüyordu. 

Vorsius, babasıyla göz göze geldi. İkisi de her zaman gözleriyle anlaşmayı bilirdi. Bir şekilde, babasının ona Rava’yı sorduğunu anladı. Sessizce başını salladı, ‘güvende’ dercesine. Kardeşi emniyetteydi. 

“Bizim tek çocuğumuz var Meira. Kendine gel.” Karısıyla konuşurken gözlerinin içine baktı. Anlaması gerekiyordu. Şu an pot kıramazlardı. Meira şiddetle kafasını salladı. Bir şey söyleyemeyecek kadar fazla ağlıyordu. 

Ruven onu sakinleştirmek istedi. Yanına gitmek istedi ama yapamazdı. Saydığı kadarıyla 3 adam vardı. Hepsine bir kişi düşüyordu. Kendi arkasındakini halletse bile eşi ve oğlunu tehlikeye atan pislikler ondan önce davranabilirlerdi.

“Bizden ne istiyorsunuz? Para mı? Sahip olduğumuz her şey karavanda. Hepsini alın. Bizi bırakın.” Arkasındaki şişko adam, babasına gülerek sırtına tekmesini geçirdi. “Paraya ihtiyacımız yok, aptal herif.” Babası düştüğü yerden kalkarak tekrar dizlerinin üstüne çöktü.

“Neden buradayız, biliyor musunuz?” dedi Vorsius’a silahını doğrultan parlak saatli adam. “Çünkü oğlunuz çok meraklı. Başkalarının işine burnunu sokuyor.”

“Özür dileriz.” dedi babası hızla. “Vorsius özür dile oğlum.” Herhangi bir şekilde bu durumdan kurtulabileceklerse kurtulmalılardı. 

Vorsius şaşırarak babasına baktı. Bu iğrenç adamlardan özür dilemek istemiyordu. İğrenç bir kahkaha kulaklarında yankılandı. “Hadi özür dile Vorsius.” İsmini bu iğrenç adamdan duymak midesini bulandırmıştı. 

“Özür dilerim.” Gururunu inciten bir özürden sonra aldığı karşılık, bir diğer iğrenç kahkahaydı. “Aptal velet. Görmemen gereken bir şeyi gördükten sonra bile düzgün özür dileyemiyorsun.” Ardından yüksek sesle devam etti. “Buraya sizi öldürmeye geldik. Ne söylerseniz söyleyin, ne yaparsanız yapın, sizi öldüreceğiz.” Vorsius’a baktı. “Ve seni en sonra saklayacağım meraklı.”

Adamın korkunç gözleri, söylediklerinden daha korkunç şeyleri çok kez yaptığını anlatıyordu. Bir anda bu duruma nasıl düştüklerini düşündü. Ailecek uzun zaman sonra tekrar bir aradaydılar. O, karavandan çıkıp işleri mahvedene kadar da çok mutluydular.

“En azından oğluma son bir kez sarılmama izin verin. Yalvarırım.” Babasına baktı. Pes mi etmişti? Kurtuluşları gerçekten yok muydu? “Peki.” dedi iğrenç adam. “Aile kavuşmalarının acınasılığından hep zevk almışımdır.” Ardından Vorsius’a baktı. “Git babacığının yanına.”

Vorsius koşarak babasının kucağına atladı. Şimdiye kadar tuttuğu gözyaşları birden akmaya başladı. “Özür dilerim baba. Hepsi benim hatam. Benim yüzümden.” Oğluna sıkıca sarılırken onu sakinleştirmeye çalıştı babası. “Sorun yok oğlum. Senin hatan değil.” Oğlunun hatası değildi. Böyle iğrenç insanlarla karşılaşmak kimsenin hatası olamazdı.  

Oğlunu omuzlarından çekip yüzüne baktı. Bir planı vardı. Riskli olsa da denemek zorundaydı. Oğlunun kızarmış gözlerindeki gözyaşlarını sildi ve gözlerinin içine baktı. “Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın senin hatan değil.” Oğlunun yanaklarını öptü. “Anladın mı oğlum. Senin hatan değil.” 

Aniden oğlunu kenara iterek hızla ona doğrultulan silahı aldı ve ateşledi. Böylesine ‘acınası’ bir aileden bu tarz bir hamle beklemiyorlardı. 2 kişi kalmıştı. Adamların şaşkınlığından faydalanarak karısının arkasındaki adamı da vurdu. 1 kişi kalmıştı. Namluyu son kişiye doğrulttuğunda karşı tarafın namlusu ise oğluna doğrultulmuştu. 

“Silahı bırak. Yoksa oğlunu öldürürüm.” Ruven kararsızlıkla oğluna baktı. Ona kıyamazdı. Diğer yandan silahı bıraktığı an adam hepsini öldürürdü. “Vur onu baba!” Oğlunun sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Ne kolay söylüyordu birini vurmasını. Sanki tehlikede olan onun hayatı değilmiş gibi. Ne kadar çabuk koyuyordu ailesini kendi canının önüne.

Yavaşça ayağa kalktı. Belki bir şekilde adamın dikkatini dağıtabilirse bir şansı olabilir diye düşündü ama şans ondan yana değildi. Bir silah sesi duyuldu. Annesinin çığlığı ormanda yankılandı. Kim vurulmuştu?

Babasının aniden yere düşmesiyle kimin vurulduğunu anlamış oldu. Gözlerine inanamayarak babasının yanına emekledi. Başının arkasından kan sızıyordu ve alnında bir delik vardı. Gözleri hala açık olan babasına seslendi. “Baba?” ölmüş olamazdı. Gözleri açıktı. Gözleri açık insanlar ölü olmazdı.

“Baba?” Sesi titrerken ellerini babasının yanaklarına koydu. Sıcaktı hala. “Baba.” Babasını omuzlarından sarsarak uyandırmaya çalıştı. Gerçekten ölmüş müydü? Onun babası? Ölmüş müydü?

Hayır, hayır. Ölmüş olamazdı. Daha yeni kavuşmuşlardı. Olmazdı. Ölemezdi. Biraz önce onu omuzlarında taşıyordu. Daha biraz önce onu kandırmaya çalışıyordu. Birkaç saat önce olmuştu bunlar, çok değildi ki. Babasıyla görüşeli ne kadar olmuştu ki şimdi ölüyordu.

“Beceriksiz herifler.”

Kim? Kim vurmuştu? Karşısındaki adam silahını ateşlememişti. O zaman kim?

 “Bir işi beceremiyorsunuz.”

Gözleriyle etrafa bakarken onu gördü. Dördüncü adam. Lider. Yanlış saymamıştı. Dört adam vardı ve şimdi dördüncü babasını vurmuştu. Yüzünde iğrenç sırıtışıyla ona bakıyordu. Bir elinde silahını tutarken diğer elinde Rava vardı. Kardeşini saçlarından tutmuştu. Rava ağlayarak adamdan kurtulmaya çalışıyordu. Gözlerine bağladığı atkı boynuna düşmüştü. 

“Yaşamak istiyor musun çocuk?” Vorsius adamın sorusuna cevap vermedi. Tek düşündüğü kardeşini ve annesini nasıl kurtarabileceğiydi. Karşısındaki adamı nasıl öldürebileceğini planlamaya çalışıyordu. Adam silahını beline koyduktan sonra kemerinden bir bıçak çıkararak onun önüne attı. “Al.” 

Vorsius bıçağa baktı ama hareket etmedi. “Al ki, aileni kurtarabilesin.” Acınası bir umutla ayağa kalkıp bıçağı aldı. “Yani en azından birini.” Göz göze geldiler. Gördüğü en iğrenç ve karanlık gözlerdi. Saçlarıyla uyumlu gözleri, iğrenç derecede siyahtılar. 

“Anneni öldür, kardeşin yaşasın. Kardeşini öldür, annen yaşasın. Karar ver. Seçemezsen ben senin yerine seçerim.” Titreyen elleriyle bıçağı tutarken Vorsius, hayatında hiç bu kadar öfkeli hissetmemişti. Bedeninde yanan intikam ateşi kanını kaynatıyordu. Bu adamlar kim olduklarını sanıyorlardı, bir gecede hayatlarını mahvetmişlerdi. Babasını almışlardı elinden. Şimdi de annesi ve kardeşi arasında seçim yapmasını istiyorlardı.

Annesini seçemezdi. Kardeşini de seçemezdi ama annesini… seçemezdi işte. Bıçağı tutuşunu sıkılaştırarak Rava’ya doğru ilerlemeye başladı. Yavaş adımlarını hızlandırarak koşmaya başladı. Onu öldürecekti. 

Yeterince yaklaştığında yönünü değiştirerek lidere bıçağını sapladı. Yani en azından denedi. Karnına yediği tekmeyle daha önce hiç hissetmediği bir acıyı tatmış oldu. Nefesi kesilirken öleceğini düşündü. Elindeki bıçak farklı bir yere savrulmuştu. 

İki büklüm yerde yatarken adamın kardeşini yan tarafa doğru fırlattığını gördü; Ardından kendine doğru ilerlediğini. Saçlarından tutularak adamın yüzüne bakmaya zorlandı. “Bunu tekrar denersen anneni ve kardeşinin derilerini yüzerim ve sana yediririm. Anladın mı beni?” 

Vorsius korkuyordu. Çok korkuyordu. Hayatında daha önce bu kadar korkmamıştı. Onu yemek üzere olan kocaman bir kötülükle karşılaşmış gibi hissediyordu. Adamın karanlık gözlerine daha fazla bakarsa onu yutabileceğinden korkarak gözlerini kapattı. “Anladın mı dedim?!” 

Zorlukla kafasını salladı. Anlamıştı. Başka çaresi de yoktu. “Şimdi bıçağı al. Tekrar deneyelim.” Vorsius’u bırakarak ceketinin cebinden sigarasını çıkardı. Hayatta kalan son adam çoktan liderinin yanına gelmiş çakmağını sigarasını yakmak için ona uzatmıştı. Lider, sigarasından derin bir nefes çekerek yerde yatan çocuğa baktı. 

Yavaşça yerden kalkıp bıçağa yönelmişti. Azimli bir çocuktu. Ailesini uyarmak için çevikçe karavana tırmanışını izlemişti. Ve şimdi de ona sunduğu seçimlerden birini seçmek yerine kendi seçimini yaratmıştı. Hoşuna gitmişti bu hareketi.

Onu yanına alıp büyütecekti. Örgütte çok işine yarayacağına emindi. Onu kontrol etmek için annesi ya da kardeşi yeterli olurdu. İkisinden biri elinde olduğu sürece bu küçük çocuk onun en sadık köpeği olacaktı. 

“Seç artık. Tüm gece seni bekleyemem.” dediği sırada Vorsius bıçağı henüz eline almıştı. Canı o kadar çok yanıyordu ki yürümekte zorlanıyordu. Böyle bir acının var olduğunu bile bilmiyordu öncesinde.  

Rava yerde yatıyor ve ağlıyordu. Saçlarını tutuyordu. Pislik herif canını çok acıtmış olmalıydı. Birden şimdiye kadar ağlamalarından başka bir şey duymadığı annesinin sesini duydu. “Buraya gel Vorsius.” Şok içinde ona döndü. “Buraya gel oğlum.”

Yerde, arkasında ölü bir adamla oturan annesinin pijamaları adamın kanlarıyla kaplanmıştı. “Bacaklarımı hareket ettiremiyorum. Bana gel oğlum.” Soğuktan ve şoktan olmalıydı. 

Annesine doğru adımladı. “Anne… Yapamam.” Bir adım daha. “Seçemem.” Bir adım daha. İlerlemek istemese de annesine sarılmak için ölüyordu. O şekilde kollarını açmış beklerken ona gitmekten başka bir şey yapamazdı. 

“Yapabilirsin oğlum.” Sonunda annesine ulaştığında ona kocaman sarıldı. Artık ağlayamıyordu. Gözyaşları akmıyordu. “Özür dilerim anne.” diyebildi zar zor. “Dileme bebeğim. Sen özür dilenecek bir şey yapmadın.” Oğlunu böyle görmek ona acı veriyordu. Kızına son bir kere sarılamamış olmak onu kahrediyordu.

“Ama yine de ihtiyacın varsa, seni affediyorum tatlım. Hiçbir şey senin suçun olmasa da, seni affediyorum.” Akmayan gözyaşları artık tekrar akar hale gelmişlerdi. Annesi onu çok iyi tanıyordu. 

Oğlunu kendinden uzaklaştırarak omuzlarından tuttu. “Kardeşine iyi bak olur mu?” Bunu yapmak istemese de, iki evladının yaşayacağını bilerek ölebilirdi. Belki bencilceydi onları annesiz bırakmak ama yapmak zorundaydı. Zaten hastaydı. Bundan sonra muhtemelen çok yaşamazdı. Ama çocukları uzun bir ömre sahip olabilirlerdi. Onsuz da devam edebilirlerdi. 

“İstemiyorum. İstemiyorum anne. Yapamam. Sensiz yapamam.” Küçücük oğluna kocaman bir sorumluluk yüklediği için kendinden nefret etti. Ama mecburdu. Harika bir abi olacağından tüm kalbiyle emindi.

“Bundan sonra ikiniz birbirinize sahip çıkmalısınız. Benim hayatım önemli değil. Hastayım ve yeterince yaşadım.” Oğlunun şiddetle kafasını sallaması onu mahvediyordu ama konuşmaya devam etti. “Ama kardeşin daha çok küçük, sen de öyle. Yaşamak zorundasınız. Uzun ve mutlu bir hayatınız olmalı. Sizin için hep böyle hayal ettim.” 

Elini oğlunun yanağına koydu. “Annenin hayalini gerçekleştirir misin oğlum? Bunu yapar mısın, benim için?” Vorsius gözyaşlarıyla onayladı annesini. Annesi çoktan kararını vermişti, bunu biliyordu. Ve bir şeye karar verirse mutlaka yapardı. “Teşekkür ederim oğlum. Sen iyi bir çocuksun. Müthiş bir abi olacağını biliyorum.” 

Annesi son sözlerini söylerken o konuşamıyordu. Kelimeler dudaklarından dökülmüyordu. Dökülseler de bir işe yaramayacaklardı zaten. Annesinin, elinden bıçağı aldığını hissetti. Ardından annesi iki eliyle yüzünü tutarak onu burnundan öptü. “Seni seviyorum oğlum.” Ben de seni seviyorum anne. Hem de çok. Demek istedi çocuk ama konuşamadı.

“Gözlerini kapat Vorsius.” Gözlerini kapattı Vorsius. Annesi oğlunun onu böyle hatırlamasını istemiyordu. Hiçbir çocuk böyle bir şeyi hak etmezdi. Özellikle de kendi bebeği. 

Bıçağı göğsüne saplarken oğluna acımasızca seçim yaptırmaya çalışan adama baktı. “Oğlumu bir katil yapamayacaksın aşağılık herif. İşte! Kendi isteğimle ölüyorum.” Ardından nefesi kesilerek yere düştü. “Kardeşinin yanına git oğlum.”

Hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gözlerini açtı ve kardeşine doğru ilerlemeye başladı. Annesine son bir kez onu sevdiğini bile söyleyemeden onu kaybetmişti. Kendine bu adamları öldürme yemini verdi. Ne olursa olsun onlara aynı acıyı çektirecekti, hatta daha fazlasını. Onlar ölmeden ölmeyecekti.

Annesine son bir kere bile bakmadan kardeşine doğru ilerledi. Artık Rava onun sorumluluğundaydı. Onu korumak zorundaydı. Ona hiç kimsenin zarar vermeyeceğinden ve uzun yıllar yaşadığından emin olmak zorundaydı. Bu annesinin son isteğiydi. Bunu bile yerine getiremeyecekse aynaya nasıl bakardı?

Yerdeki kardeşinin bir anda bir adam tarafından kucaklandığını görünce sinirle onlara doğru koşmaya başladı. “Bırak onu!” Onu bir kere daha incitmelerine izin vermeyecekti. Aniden boğazına dolanan kollarla nefes alamamaya başladı. “Seni sevdim çocuk. Bundan sonra benimsin.” Ne kadar çırpınırsa çırpınsın fayda etmiyordu. Bilincini kaybetmeden önce gördüğü son şey kardeşinin ağlayışıydı. Bırakın onu, diye düşündü. O henüz 6 yaşında.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla