Karadan ayrılalı henüz iki gün geçmişti. Bu kısa süre zarfında Lykoris, Monad’ın uyanacağına dair bir umutla bekleyip duruyordu; onun uzun süredir derin uykuda olması, içini kemiren bir endişeye dönüşmüştü. İki gün boyunca gemideki yolcularla ve mürettebatla mesafeli durmayı tercih etmişti; son zamanlarda yaşadığı olayların yoğunluğu zihnini fazlasıyla yormuştu. Ancak onu asıl huzursuz eden, gemiye adım attığından beri zihninden bir türlü silip atamadığı, açıklayamadığı o dalga sesleriydi. Monad’a duyduğu kaygıları bir kenara bırakmış, sürekli zihninde dolanan, yüzünü bir türlü hatırlayamadığı bir kişiyi düşünüyordu. Yine de ne kadar çabalarsa çabalasın, o kişinin zihninde yankılanan sözlerinden bir türlü kurtulamıyordu. Ve tabi bir de onun üzerindeki o sembol… Anlamını çözemediği bu işaret Lykoris’in aklında belirsizliğini koruyordu. Düşüncelerini toparlamaya çalıştıkça dalga sesleri dikkatini dağıtıyor, odaklanmasını engelliyordu. Zihnini boğan bu sesler, basit bir doğa sesi olmaktan öte, sanki belli bir örüntü içerisindeydi. Hayatında birçok kez deniz yolculuğu yapmıştı, fakat böylesine sinir bozucu bir dalga sesi duymamıştı. Aynı ritimde tekrar eden bu sesler, zihninde bir girdaba dönüşmüştü. Bir noktadan sonra bu durum dayanılmaz bir hal aldı ve Lykoris, sonunda dayanamayarak yanındaki yolculardan birine dönüp sordu: “Bu sesler sizce de rahatsız edici değil mi?” dedi ve eliyle denizi işaret etti. Kadın yolculardan biri sakin bir şekilde denize göz atarak cevap verdi: “Dalga sesleri gayet normal, hatta mürettebatın gürültüsüyle neredeyse hiç fark edilmiyor,” dedi. Lykoris ise kendi algılarını sorgulamaya başladı. Abartıyor muydu yoksa gerçekten bu sesler var mıydı? Zihnini allak bullak eden bu ses, bardağı taşıran son damla olmuştu. Hafif sinirli bir tonda bir kez daha sordu: “Ama sürekli tekrar ediyor, duymuyor musunuz?” Kadının cevabıyla birlikte yanındaki diğer yolcular da bir an duraksayıp dikkat kesildiler. Kısa bir sessizlikten sonra içlerinden biri Lykoris’e tuhaf bir bakış atarak, “Hayır tatlım, belki kulaklarında bir sorun vardır,” dedi. Kadınların kendisine olan bakışları rahatsız ediciydi, fakat asıl rahatsız edici olan, onların bu sesleri duymadığını öğrenmek olmuştu. Yavaşça onlardan uzaklaşıp boş korkuluklara yöneldi. Korkuluklara yaslanarak gözlerini ufka dikti, zihninde dolanan o sürekli tekrar eden sesi anlamlandırmaya çalışıyordu. Bu tekdüze, gizemli ses, sinirlerinin üzerine kurulan bir tür ağırlık gibiydi. Kendi kendine sorgulamaya devam ederken, eli farkında olmadan Noraoth çiçeğinin taşlaşmış yapraklarına uzandı. Yaprakları nazikçe okşarken, başını kaldırıp gökyüzüne baktı.
Denizden geldiğine emin olduğu garip sesin dışında, aynı tonda ama bu kez yakından gelen başka bir ses daha duymaya başlamıştı Lykoris. Bu ses, denizin değil, geminin derinliklerinden yükseliyordu. Sesin kaynağına doğru adımlarını sessizce hızlandırarak kamaralardan birine yaklaştı ve kapıyı hafifçe ittirerek açtı. İçeride mürettebattan biri, elindeki bir cihazla uğraşıyordu. Adamın ne yaptığını anlaması yalnızca birkaç saniyesini aldı; adam bir telgrafla meşguldü, belli ki bir mesaj göndermeye çalışıyordu. Dalgın bir şekilde çalışmasına devam eden adam, işi bitene kadar Lykoris’e bakmadı bile. Sonunda, telgrafı tamamlayıp başını kaldırarak Lykoris’e dönüp sordu: “Yardımcı olabilir miyim?”
Lykoris tereddüt etmeden sordu: “Mors alfabesiyle gelen bir mesajı çözebilir misiniz?”
Adam, aleti eliyle hafifçe vurarak başını onaylarcasına salladı: “Tabii ki, en iyi yaptığım iş. Nerede bu mesaj?” dedi. Lykoris, telgrafa doğru eğildi ve zihninde yankılanan o rahatsız edici seslerin birebir aynısını, hafif vuruşlarla cihazın üzerine aktardı. Adam dikkatle dinledikten sonra telgraftan çıkan küçük bir kağıt parçasını aldı ve Lykoris’e uzattı. O sırada merakla ekledi: “Bu mesaj gemiyle ilgili değil, değil mi?”. Lykoris kağıdı alırken başını salladı, bir yandan da düşüncelerini yüksek sesle dile getirdi: “Nereden geldiğine dair en ufak bir fikrim yok…” O an fark etmese de zihnindeki rahatsız edici sesler çoktan yok olup gitmişti. Kağıdı dikkatle açtı ve üzerinde yazan cümleleri okumaya başladı:
“Kalrani’nin kalbine, Djaajet’e git mirvari bekçi. Sakın kalbi rahatsız etme.”
Djaajet’in ne olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. “Kalrani’nin kalbi” olarak geçen şey de muammaydı. Bu sözler nesnel bir kalpten mi bahsediyordu? Öyleyse Djaajet, bu kalbin bulunduğu yer olmalıydı. Ancak mesajın derin anlamını çözmek zor görünüyordu. Yine de, mesajın gizemi onu, bu sözlerin Isihlahla veya kendisine telepatik yolla konuşan bilinmeyen varlıkla bir ilgisi olduğuna inandırıyordu. Bu mesajın sahibini bilmediği gibi ona güvenip güvenemeyeceğini de kestiremiyordu. Ama elindeki tek ipucu buydu; limanda Isihlahla’nın ne olduğunu sorarak bir sonuca varamadığı gibi bu gizemi de başka türlü çözemezdi. Notu bir kenara bırakıp adama döndü ve merakla sordu: “Kalrani’nin kalbi nerede? Ya Djaajet?” Adam fazla düşünmeden bir haritaya doğru eğildi, parmağıyla bir yeri işaret ederken cevap verdi: “Djaajet nedir bilmem, ama Kalrani’nin kalbi olarak bilinen bölge burada. Macera arıyorsun galiba, çünkü orası tehlikeli bir yer.” Adamın bu sözleri üzerine Lykoris bir süre haritaya bakıp planını kafasında kurdu. Sonra kendinden emin bir şekilde sordu: “Oraya gitmem gerek. Gemiyle oraya ulaşmamız mümkün mü?” Adam başını iki yana salladı, cevabı pek de iç açıcı değildi: “Delilik bu. Ama rotamız yakınından geçiyor; en fazla sana bir sal verip küreklerle gitmeni sağlayabiliriz. Yine de delilik bu…” Lykoris, adamın söylediklerini düşünerek başını salladı: “Yaklaştığımızda kayıkla devam ederiz. Başka seçeneğim yok…” Ancak Monad’ı yanına alıp almamak konusunda kararsızdı. Bu yerin ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyordu ve onu riske atmak istemiyordu. Adamı nazikçe teşekkür ederek uğurladıktan sonra, kendilerine ayrılan odaya döndü. İçeri girdiğinde, Monad’ın uyanmış olduğunu gördü; gözlerini ovuşturan Monad, yatakta doğrulmuş, hala uykunun etkisindeydi. Lykoris, yatağın kenarına oturarak ona gülümsedi. “Günaydın~ İki gündür uyuyordun, sanırım iyi dinlenmişsindir.” dedi hafif bir neşeyle. Monad şaşkın bir halde başını salladı ve sordu: “İki gündür mü? Ama neden bu kadar uzun süre uyudum ki?” Bir yandan da yaralanıp yaralanmadığını kontrol ediyordu, sanki bir darbe sonucu bayılmış olabileceğini düşündü. Ancak bunun sebebi başka bir şeydi. Monad, altın sarısı gözlerini Lykoris’e çevirerek ondan bir açıklama bekledi. Lykoris, ona her şeyi anlatmayı planlasa da nereden başlayacağını bilemiyordu. Sessizce ayağa kalkıp masanın üzerindeki yemek tepsisini alarak Monad’a uzattı ve yeniden yatağın kenarına oturdu. “Aç olmalısın, önce yemeğini ye. Bilmediğin bir güç kullandın ve ardından bayıldın. Sonrasında gemiye bindik, sallantıları hissetmiş olmalısın.” dedi. Monad, şimdilik daha fazla soru sormak yerine yemeğine odaklandı. Geminin hafifçe sallanması ona huzur veriyordu. Yemeğini bitirene kadar sessiz kaldı, ardından Lykoris’in ona limandan aldığı sağlam kıyafetleri denemeye başladı.
Saatler geçmiş ve güneşin ilk ışıkları ufku aydınlatmaya başlamıştı. Kapının nazikçe tıklatılmasıyla birlikte Lykoris doğrulup kapıya yöneldi. Mürettebattan biri karşısında duruyordu, neden geldiklerini hemen kavramıştı. Yalnızca başını sallayıp, “Anladım, geliyorum,” anlamında işaret etti. Ardından Monad’a dönüp, duvara yasladığı kılıcını beline takarken konuştu: “Yolculuğumuzun ikinci aşaması başlıyor, Monad. Hadi, yola çıkıyoruz.” Sırtına çantasını geçirip kamaradan ayrıldı. Lykoris’in daha önce anlattığına göre bu, gemiyle yaptıkları son yolculuktu; kalan yolu bir sal ile aşacaklardı. Monad için böylesi bir deneyim fazlasıyla yeniydi, bu yüzden içinde büyüyen heyecanla kamaradan dışarıya fırladı. Dışarı çıktığında, Lykoris ve mürettebatın, salı suya indirirken hummalı bir çalışmaya koyulduklarını gördü. Yanlarına vardığında, Lykoris ona dönüp yumuşak bir sesle, “Yavaşça sala in.” dedi. Monad, Lykoris’in yardımıyla ilk olarak sala geçti, ardından Lykoris birkaç parça erzak ve küreklerle yanına indi. Ellindeki neredeyse tüm birikimi bu küçük sal için harcamış olmanın burukluğu Lykoris’in yüzüne yansımıştı. Yine de bir kese khu’yu mürettebata doğru fırlattı. İçlerinden biri keseyi yakalayıp, başıyla Lykoris’e selam verdi. Gemi, sessizce yön değiştirip uzaklaşırken, Lykoris kürekleri kavrayıp yavaşça çekmeye başladı. Monad, Lykoris’i izlerken, ufukta beliren küçük adayı fark etti. Sessizliğin uzayıp gitmesini istemediğinden, konuşmaya karar verdi ama ne hakkında konuşacağına bir türlü karar veremiyordu. İki gün önce yaşananları sorabilirdi belki; hayatı boyunca hiç güce sahip olmamış ya da bunun farkında olmamıştı. Ancak bu konuşmanın keyifli olmayacağını düşündü. Bunun yerine Lykoris’e dair kişisel bir soru sormayı daha uygun buldu. Hafifçe başını yana eğip sordu, “Lykoris, sen kaç yaşındasın?”. Bu soruya Lykoris bir an kürek çekmeyi bırakarak karşılık verdi, ama çok geçmeden yeniden küreklere asılıp cevapladı: “Çok fazla… Öyle ki, neredeyse evimi unutacak kadar.” Sözleri her ne kadar böyle olsa da, içten içe biliyordu; evini asla unutamazdı. Yıllar önce bir ley hattının akıntısına kapılmış, o yolculukta pek çok anısını yitirmişti. Ley hatlarında yapılan her yolculuğun bir bedeli vardı; hatıralardan feda ederek yola çıkardın. Monad, bu cevaptan tatmin olmamıştı. “Çok fazla” sayısal bir değere sahip değildi sonuçta. Kendi yaşını düşündü, ardından gülümseyerek yanıt verdi, “Ben de çok fazla! Kısa göründüğüme bakma!”, Lykoris bu söze kahkahayla karşılık verdi, ve Monad’ın utangaçlığı bu gülüşe karıştı. Lykoris, gülüşü hafifleyip yüzünden çekilirken konuştu: “Eminim. Ama şimdilik küçük Monad’ım olarak kalacaksın.” Bu söz, Monad’ın hoşuna gitmişti ve yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. Güneşin doğduğu sabah, şimdi ufkun ardında kaybolmaya başlamış, yerini kızıllığa bırakmıştı. Monad, yaklaştıkları adayı olabildiğince dikkatle incelemeye koyuldu. Saatlerdir durmaksızın kürek çeken Lykoris, madenlerde geçirdiği günlerden ötürü bu yorgunluğa alışıktı ve tempoyu hiç bozmadan ilerlemeyi sürdürüyordu. Güneş, son ışıklarını adaya düşürürken, Monad ayağını adanın toprağına ilk basan kişi oldu. Lykoris, salı kıyıya çekmeye çalışırken, Monad ise dikkatle etrafı gözlemliyordu. Gün batımının son ışıkları kızıl çimlerin üzerine vuruyor, ortaya büyüleyici bir manzara çıkarıyordu. Etrafı keşfetmek istiyordu ama Lykoris olmadan bunu yapacak cesareti bulamıyordu.
Lykoris, sırtındaki çantayı düzelterek Monad’a doğru ilerledi. “Enerjin yerinde görünüyor,” dedi, yorulmuş olduğu her halinden belli olmasına rağmen. “Ama ateş yakmalıyız. Geceye devam edemeyiz. Benim için biraz çalı çırpı toplar mısın?”. Monad, Lykoris’in yorgun olduğunu bilerek başıyla onayladı ve hiç tereddüt etmeden etrafta kuru dal parçaları aramaya koyuldu. Lykoris ise kumlara serilip dinlenmeye başladı, gözleri hâlâ Monad’ın üzerindeydi. Lykoris dinlenirken, gözlerini kısa bir süre Monad’dan ayırıp gökyüzüne çevirdi. Bulutsuz gökyüzünde parlayan Ay, bir inci tanesi kadar güzeldi. Kalrani’de geçirdiği geceler boyunca hiçbir zaman yalnız bırakmamıştı onu. Yolculuk ettiği diğer gezegenlerin uyduları, hiçbir zaman bu kadar etkileyici görünmemişti gözüne. Yüzüne hafif bir tebessüm yerleşti, Corallym’da her gece onu yalnız bırakmayan Ay’ı hatırladı. Anılar, günün son ışıklarıyla birlikte zihnine hücum ederken, Ay yavaş yavaş gökyüzündeki yerini almaya başlamıştı. Ancak Monad henüz geri dönmemişti ve Lykoris’in bunun farkına varması neredeyse yarım saatini aldı. Endişelenerek ayağa kalktı, yerdeki çantasını sırtına geçirip tek eli kılıcında Monad’a seslendi, “Monad, neredesin? Monad?”. Sessizlik, cevapsız kalan bir çağrı gibiydi. Lykoris, son olarak onu gördüğü yöne doğru adım attı. Gecenin karanlığı işini zorlaştırsa da Ay’ın solgun ışığı yolunu bulmasına yardımcı oluyordu. Kılıcının kabzasını sıkıca kavradı ve bir yandan dikkatle etrafı tarayarak ilerlerken, diğer yandan Monad’ın adını yankılara karışarak duyurmak için yeniden bağırdı.
Yorumlar