Gözlerim yavaşça aralanırken, odanın içine dolan keskin gün ışığı, zihnimdeki sis perdelerini zorla açıyordu. Sanki derin bir rüyadan uyanır gibi hissediyordum. Düşüncelerim henüz berraklaşmamıştı, yavaş yavaş şekillenmeye başlıyordu.
İlk başta nerede olduğumu hatırlayamasam da yumuşacık yatağımın tanıdık hissi ve odanın içinde duyduğum sessiz ayak sesleri, bana tanıdıklık hissini aşılıyordu. Göz kapaklarımı açmak istemesem de uykunun beni sarmalayan o büyülü dünyasından çıkmak zorundaydım. Gerçeklik ağır ağır kendini hissettiriyordu.
Dün yaşananlar hızla zihnime akın etmeye başlarken sadece anılarım değil, hislerim de geri geliyordu. Uykunun güvenli kollarında çok daha uzun kalmayı isterdim, ancak bu mümkün görünmüyordu. Kalbim ve zihnim ağırlaşırken sonsuza kadar yatağımın içinde kimseyle konuşmadan yatmak istedim. Mümkün olsaydı kalırdım da ama değildi. Dina çoktan başımda bekliyordu.
Üzerimdeki örtüyü kenara itip yataktan kalktım. Özellikle ona bakmamaya çalışıyordum. Gözlerindeki bakışla yüzleşmeye hazır değildim. Üstümdekileri çıkarırken banyoya geçtim. Her yerim kan olmuştu. Sıcacık suyla dolu bir küvet beni bekliyordu. İçine girip bileklerime baktım, hiçbir iz yoktu.
Hızlı bir duşun ardından Dina, zarif bir tasarıma sahip açık pembe tonlarındaki bir elbiseyi giymeme yardım etti. Elbise omuzlarımı açıkta bırakıyordu ve geniş bir yakası vardı. Yaka kısmı ince ve zarif işlemelerle süslenmiş, hafif bir dantel eklenmişti. Uzun ve dökümlü kolları, hareket etmediğim sürece ellerimi gizliyordu. Elbisenin korsaj kısmı vücuduma otururken, etek kısmı akıcı bir şekilde aşağıya doğru iniyordu. Etek boyunca yer alan ince çiçek motifleri, elbiseyi olduğundan çok daha zarif gösterip, peri masalından çıkmış gibi bir hava katıyordu. Ayaklarıma da beyaza yakın bir pembelikte, sivri uçlu, kısa topuklu ayakkabıları giyip hazırlığın tamamlanması için aynalı masaya geçtim.
Oturduğum gibi, Dina arkama geçip, nazikçe saçlarımı yapmaya başladı. Arkada kalan kısımların hepsini toplayarak bir topuz yaptı ve önden biraz saçımı çıkarıp omuzlarımın üstüne düşmelerini sağladı. Zarif ve hoş görünüyordu.
Kulaklarıma ve boynuma ince takılar taktıktan sonra kapıya doğru ilerledi ve benim için açtı. Henüz ikimiz de hiçbir şey söylememiştik. Benim konuşacak kadar yüzüm, onun da benimle muhatap olma isteği yoktu.
Kapıda duran Noben’e de bakmadan içeri geçtim ve yemek odasına ilerledim. Kapılar yine benim için açılıp arkamdan kapandı ve sandalyem yine benim için çekildi. Her zamanki gibi önümde çok güzel bir sofra vardı ancak dünkü iştahımdan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Ağzıma birkaç lokma bir şey atıp masadan kalktım.
Hızla kapıya doğru ilerleyip Dina’nın açmasını beklemeden kendim açtım ve koşar adımlarla kütüphaneye doğru ilerlemeye başladım. Noben ve Dina’nın beni arkamdan izlediklerini hissedebiliyordum ve bu beni geriyordu.
Olabildiğince hızlı yürümeye çalışsam da yol normalden daha da uzamıştı sanki. Kendimi bir an önce kütüphanenin güvenli kollarına atmak istiyordum. Sonsuzluk gibi hissettiren bir yoldan sonra sonunda kütüphaneye varıp aceleyle kapıları açtım ve içeri girdim. Sırtımı kapıya yaslayıp birkaç saniye soluklandım.
Kendimi yumuşak koltuklardan birine atarak rahatlamaya çalıştım, ancak beceremedim. Dina muhtemelen dün gece söylediklerimi tüm ev halkına anlatmıştı. Normalde senaryoya göre şu sıralarda Vorsius’un gelmesi gerekiyordu ama gelmeyecekti.
Herkesin benim, Vorsius’u öldürdüğümden haberdar olması ihtimali nedensizce beni rahatsız ediyordu.
Ayağa kalktım ve kütüphanenin rafları arasında dolaşarak okumak için bir şeyler bulmaya çalıştım. Kırmızı ciltli, nispeten ilgi çekici görünen bir kitap alarak tekrar koltuğa geçtim. Ne hakkında olduğuna bakmamıştım, çünkü önemli değildi. Önemli olan zihnimi biraz meşgul etmesiydi.
İncelemek için kapağını açar açmaz içinden bir kâğıt düştü. Eğilip düştüğü yerden aldım ve epeyce katlanmasına rağmen açıp incelemeye başladım. Bu bir haritaydı. Sol kısmında şu an yaşadığımız yer vardı. Kırmızı çatılı olan benim evimdi, biraz uzağında Vorsius’un evi vardı. Kraliyet sarayı, pazar yeri, her şey çiziliydi. Büyük, şehir kapıları ardında ise kocaman bir orman vardı.
Bu ormana Yalnız Orman deniliyordu. İçine girenler bir daha çıkamadığından ormanın içinde yalnız ölüyorlarmış. Bu şekilde de bu ismi almış. Yalnız Ormanın bitişinde ise Kurak Topraklar vardı. Daha önce şehirden hiç çıkmasam da daha önce Yalnız Orman ve Kurak Topraklardan bahsedildiğini duymuştum.
Şu ana kadar tuhaf olan bir şey yoktu. Tuhaf olan Kurak Toprakların içinde kapıya benzer bir şey olmasıydı. Bunun hakkında daha önce hiçbir şey duymamıştım. Üstelik daha önce herhangi bir haritada buna benzer bir işaret de görmemiştim. Ne olabileceğini düşünürken kapının tıklatılmasıyla elimdeki haritayı yanımdaki kahve masasına bırakıp ayağa kalktım.
Dina gelmişti.
Attığım her adımda içimdeki gerginlik artarken kalbim sanki güçlü bir el tarafından sıkılıyordu, daralmıştım. Midem bulanıyor ve kramplar giriyordu. Dina her zamanki gibi zehir getirmişti ve ben onu içmek istemiyordum. Ama mecburdum.
Olabildiğince yavaş yürümeye çalışsam da kapı ile koltuk arasında pek fazla mesafe yoktu. İstediğimden çok daha hızlı bir şekilde kapıya ulaşmıştım. Yavaşça kapıyı açtım. Dina ve Noben kapıdaydı, her zamanki gibi. Dina’nın sabahtan beri cesaret edemediğim gözlerine baktığımda, buz gibi bir soğukluk beni bekliyordu.
Bakışlarının soğukluğu altında bedenim buz kesti ve hafif bir titremenin esiri oldum. Gözlerimi biraz yukarı kaydırarak Noben’e baktığımda gördüğüm şey çok farklı olmasa da Dina’ kadar acımasız bakmıyordu. Hatta birazcık acıma var bile diyebilirdim.
Dina sakince elindeki tepsiyi bana doğru uzattı. İçinde her zamankinden farklı olarak çay yoktu; ufak, beşgen şeklinde kırmızı bir kutu vardı. Yüzeyi zarif bir şekilde parıldıyor; üzerindeki parlak kaplama, ışığı yansıtıyordu. Kutuyu elime alarak kafa karışıklığıyla Dina’ya baktım. Gözlerinde sakin bir soğukluk vardı. Bakışları beni okyanusun derinliklerine çekiyordu. Ürpermemi engel olamayıp birkaç adım geri çekildim, ardından kapıyı kapattım.
Bu kutu da neyin nesi? diye düşünürken kilit sesi duydum. Avcumun içindeki kutu daha önemliydi benim için şu an o yüzden önemsemedim ve kutuyu incelemeye başladım. Epey hoş bir kutuydu, değerli bir takılar saklamak için idealdi.
Kutuyu incelerken yanlışlıkla ufak bir tuşa dokunmamla ufak bir ses çıktı. Ardından hızlıca odanın içine doğru ince bir duman yavaşça yayılmaya başladı. Duman sanki kutunun içindeki bir gizemden bahsetmek istercesine bana doğru ilerliyordu. Burnumun dibine kadar geldiğinde onu içime çekmeden edemedim. Bir anda içime nüfuz eden duman burnumun içini ve tüm nefes borumu yakmaya başladı.
Öksürmeye başladım ve kutu elimden kayıp yere düştü. Düşünce kapağı daha da açılarak, içindeki beyaz dumanı kusmaya başladı. Kutuyu yerden alıp kapamaya çalıştım ama bu sadece dumanın akışını hızlandırdı. Daha fazla solumamak için odanın diğer tarafına doğru fırlattım. Dumanlar daha da yayılmadan bu odadan çıkmalıydım.
Kapının kulplarını zorlarken bir yandan da Dina’ya seslendim. Beni buradan çıkarmak zorundaydı. Bir yandan kapıya vururken diğer yandan da Dina’nın ismini haykırıyordum. Duman beklediğimden çok daha hızlı yayılıyordu. “Dina!” diye haykırdım, cevap gelmesi uzun sürmedi.
“Efendim Leydim.” dedi soğukkanlılıkla. Ne? Ne leydimi? Ne diyor bu? Kafamı karıştırmasına izin vermemeliydim. “Aç şu kapıyı Dina.” Dumanı daha fazla soludukça bedenimdeki yanma hissi artıyordu. “Hangi kapıyı Leydim?” diye sordu alaycı bir tonda. Hah. Benimle dalga geçiyordu.
“Hangi kapıyı olacak, bu kapıyı Dina.” derken bir yandan da kollarımı kaşıyordum. Bir anda her yerim kaşınmaya başlamıştı. “Çabuk ol, çıkar beni buradan.”
“Üzgünüm Leydim ama kapınızın anahtarını yanlışlıkla bahçeye attım.” Boynum, sırtım her yerim kaşınıyordu. Delicesine kaşımaktan her yerim kıpkırmızı olmuştu. “Ama isterseniz hemen aramaya başlayabilirim.” Dina’nın alaycı sesini duydukça daha da kaşınıyordum sanki.
“Evet, evet. Hemen başla.” Artık her kaşıma hareketimde kanlar akıyordu. Derim sanki ince ince yüzülüyordu.
Duman artık odanın her yerinde yayılmıştı ve konuştuğum süre boyunca çoğunu içime çekmiştim bile. Bir yandan öksürüp bir yandan da kendimi kaşımaya devam ediyordum. Kollarımda artık derim görünmüyordu, hepsini yüzmüştüm.
Akan gözyaşlarımı silmeye çalışırken bazıları koluma denk geldi ve daha önce hiçbir şeyi yakmadığı kadar canımı yaktı. Çığlık atarken bir yandan da dumanı solumaya devam ediyordum ve artık vücudumun her yeri acıyordu. Sanki her bir gözeneğime iğneler saplanıyor gibiydi.
Midem dumanla dolmuştu sanki, kusup hepsini dışarı atmalıydım. Yere çöküp midemdeki her şeyi boşaltmaya çalıştım. Zaten içinde pek bir şey olmadığı için bu durumu daha da kötüleştirdi. Gözlerim dumanın yüzünden zaten acıyorken artık kusmanın etkisiyle görüşümü engelleyecek kadar bulanıklaşmıştı.
Kapıdan destek alarak ayağa kalkmaya çalıştım. Zar zor dayanarak ellerimi kapıya vurdum. Ardından daha fazla dayanamayarak dizlerimin üstüne düştüm. “Dina! Dina, çıkar beni buradan.” Gözyaşlarım delicesine akarken tüm gücümle, çığlık çığlığa tekrar yalvardım. “Dina yalvarırım, ne olursun çıkar beni. Özür dilerim. Ne olursun çıkar. Özür dilerim.” Sesim sonlara doğru fısıltıdan öteye gidememişti.
Kafamı kapıya yaslayıp beklemeye devam ettim. Dina geldiği zaman hemen çıkabilmem için kapıdan uzaklaşmamalıydım. Gelecekti çünkü. Emindim. Dina benden hoşlanmıyor olabilirdi ama kötü biri değildi. Biraz cezamı çektikten sonra çıkaracaktı beni buradan.
Çıkarmak zorundaydı.
Ben beklemeye devam ettikçe kollarımda derisi olmaya yerler dumanı uzun zamandır bu anı bekliyormuş gibi içine çekiyor ve bedenimde istediği gibi dolaşmasına izin veriyordu. Duman derimin altlarında ilerlerken kaslarımın ve damarlarımın içine girerek yakabildiği kadar yeri yakıyordu. Hücrelerimi sırayla yok edip yerlerine kendi yerleşiyordu.
Dina nerede kalmıştı? Onu beklerken sanki zaman durmuştu. Dina’nın o buz gibi sesini duymak için bir umutla kulak kesildim, ama o alaycı tonu ya da herhangi bir ses gelmedi.
Ani bir farkındalıkla acı bir şekilde gülümsedim. Gelmeyecekti. Kapının kuplarından tutunarak ayağa kalkmaya çalıştım ama bacaklarım beni taşımadı ve tekrar yere düştüm. Dina muhtemelen anahtarı arka bahçeye atmıştı, ormanın içine.
Saatlerce arasalar belki bulabilirlerdi.
Dizlerimin üstünde, koltuğun olduğu yere doğru emekledim. Yedek bir anahtar olmalıydı. Kütüphaneye giremedikleri için daha önce kilitlemek aklıma hiç gelmemişti ama bir anahtar olmalıydı. Yakınımdaki kahve masasının üstüne ellerimle yokladım, hiçbir şey yoktu. Elime geçen tek şey acıydı. Hem duman yüzünden hem de sürekli olarak ağlamaktan hiçbir şey göremiyordum.
Koltuğun kol kısmına tutup kalkmaya çalıştım ama elim kaydı ve yere düştüm. Düşmenin etkisiyle yere çarpan avcumda ahşap döşemelerin her bir zerresini hissettim. Çığlığım boğazımda tıkanırken elimi gözlerime yakınlaştırarak ne olduğunu görmeye çalıştım ama tek görebildiğim kırmızılıktı. Gözyaşlarımı silip tekrar bakmaya çalıştım ama tuzlu suyun elimi yakmasıyla avcumdaki derinin de artık yerinde olmadığını anladım.
Acı o kadar derinlere işlemişti ki, zihnimde yankılanan tek şey ağrının kollarında boğulurken hissettiğim çaresizlikti. Anahtar varsa bile ben bulamayacaktım. Başka bir şekilde kurtulmalıydım.
Odayı dolduran dumanı solumaktan başka çarem yoktu. Dayanacak gücüm kalmamıştı. Artık bu acıya daha fazla katlanamıyordum.
Dayanamıyordum artık. Vücudum titremelerle sarsılmaya başladı, sanki damarlarımda akan kan bile yanıyor gibiydi.
Ölmeliydim.
Ölmek istiyordum.
Bir şeye ihtiyacım vardı. Keskin bir şeye… Ama ne? Gücümü zorlayarak ayağa kalktım. Çalışma masama gidebilirsem bir şeyler bulabileceğime emindim. Başım dönüyor, adımlarımı zor atıyordum. Her adım atışımda derim daha da soyuluyor, kaslarım alev alev yanıyordu. Derimin altında ilerleyen duman beni adeta içeriden tüketiyordu.
Çekmeceleri karıştırmaya başladım ama sadece kâğıtlar ve kalemler vardı. Bir mektup açacağı bile yoktu. Acılar dayanılmaz hale gelmişti, ölmek istiyordum. İçimde sürekli dolaşan ve geçtiği her yeri yakan bir duman vardı; dışarıda ise aynı duman, derimi asit gibi eritiyordu.
Birden aklıma camı açmak geldi. Neden daha önce düşünmemiştim ki? Pencerenin kulplarını tutup açmaya çalıştım, ama ellerim kayıyordu, derisi soyulmuş ellerim acıdan ve kandan kavrayamıyordu. Açamayacaktım, belli olmuştu.
Son çare olarak aklıma gelen fikirle geriye birkaç adım attım, son gücümü topladım ve hızla koşarak sırtımı cama çevirdim, ardından kendimi dışarı bıraktım. Temiz hava ciğerlerime doldu ama bu bile acı veriyordu artık. Gerçi bu önemli değildi. Yere çarptığımda ölecektim, en azından öyle umuyordum.
Ama öyle olmadı.
Sırtüstü bahçenin sert zeminine düştüğümde bilincim yerindeydi. Hâlâ nefes alabiliyor ve kırılan kaburgalarımı hissedebiliyordum. Öksürüklerle birlikte ağzımdan kan gelmeye başladı, hareket edemiyordum. Bir anda malikânenin çalışanları etrafımda toplandı. Hepsi beni bir hayvanat bahçesinde nadir bir tür görmüş gibi izliyordu. En azından birilerinin günü ilginç geçiyor, diye geçirdim içimden.
Gözlerimle insanları tarayarak Dina’yı buldum. Beklediğimin aksine yüzünde bir zafer ifadesi yoktu. Daha çok korkuyla karışık bir tiksinti bakışlarına hâkimdi. Ellerini göğsünün üstünde birleştirmiş, bir anahtar tutuyordu.
Gözlerimi Dina’nın arkasına kaydırdım ve orada, öldürdüğüm adamı, Vorsius’u, gördüm. Bana yukarıdan bakıyordu, alay etmek için gelmiş gibiydi. Şimdi yukarıdan bakan oydu ve yerde yatan ben. Durumumuza gülmek istedim ama sadece dudağımın kenarını kıpırdatabildim.
Buraya geldiğimden beri içtiğim hiçbir zehir, çektiğim hiçbir acı bu kadar mahvetmemişti beni. Dina sözünü tutmuştu ve beni ölmek için yalvartacak hale getirmişti.
Bir kez daha onlar kazanmıştı ve ben kaybetmiştim.
***********
Gözlerimi açtığımda gördüğüm şey odamın tavanıydı. Hızlıca doğrulup kendimi yataktan attım ve aynaya koştum. Her şeyin çoktan geçtiğini biliyordum ama kendi gözlerimle görmeliydim. Aynada tertemiz, incinmemiş bir ben duruyordum. Hayır, ben değildim bu. Ben bu kadar narin ve hoş değildim. Her yerim yara bere içindeydi benim.
Mahvolmuş bir durumdaydım ama aynadaki Tialina öyle değildi. O hiçbir şey yaşamamış bir prenses gibiydi. Bu iğrenç dünyanın kanlarıyla, kötülükleriyle kaplanmamıştı. Masum ve saftı. Benim aksime. Ben iğrençtim. İğrençtim. İğrenç. İğrenç. İğrenç.
Öfkeyle yumruğumu aynaya geçirdim. Daha fazla onu görmek istemiyordum. İçimdeki çığlıkların dışarı çıkmasını engel olmadım ve yere çökerek başımı ellerimin arasına aldım. Hıçkırıklarımla gözyaşlarım birbirlerine karışıyorlardı.
Neler yaşamıştım? Hayatımda daha önce hiç çekmediğim kadar acı çekmiştim. Buradaki insanlar birer şeytanlardı. Hayır, şeytandan da beterlerdi. Asıl şeytan onlardı. Ne yapmıştım ki bu kadar kötüsünü hak etmiştim, anlamıyordum.
Kapı tıklatılıp açıldı ve ardından kapandı. Başımı ellerimin arasından çıkarıp kırık aynaya baktım. Gözlerim kıpkırmızı olmuştu. Aynanın kırıklığı yüzümü parçalara bölmüştü. Parçalara teker teker baktım. Hangisi gerçek bendim?
Bakışlarımı kenara kaydırınca Dina’yı gördüm, arkamda duruyordu. Yüzünde her zamanki soğuk ifadesi vardı ve bana sanki ‘bugün yaşananları hak ettin der’ gibi bakıyordu.
Hayır, hayır bana böyle bakamazsın. Bana böyle bakamazsın. Artık değil. Artık olmaz.
Kaşlarım derince çatılırken, küçülmüş gözbebeklerimi Dina’ya odakladım. “Ne oldu? Yoksa hediyeni beğenmedin mi katil leydi?” Katil? Evet, ben bir katilim. Bunu hatırlaması ve ona göre davranması gerekiyordu. Hatırlamak istemiyorsa ben hatırlatmalıydım.
Ayağa kalkıp ona doğru döndüm ve gözlerinin içine baktım. “Ne? Neden üstüme doğru geliyorsun?” Bir daha bana böyle bakamayacağından emin olacaktım.
Yavaş adımlarla ona yaklaştım, sonra hızla ilerleyip elimi kaldırdım ve yanağına sert bir tokat attım. Şaşkınlıkla çığlık atarak elini yanağına götürdü. “Sen!-” demeye fırsat bulamadan diğer yanağına da bir tokat indirdim. Kendimi durduramıyordum. İki elimle ona art arda tokatlar atmaya başladım. Dina kendini korumaya çalışırken vuruşlarımın sertliği ile yere yığıldı.
Eğilip yüzüne baktım. Yüzü kıpkırmızıydı, saçı başı dağılmış, dudağından kan sızıyordu. Saçlarından tutarak kafasını yukarı kaldırdım ve yüzümü onunkinin yanına getirdim. “Konuşmaya devam etsene. Başka ne söylemek istiyorsun katil leydine, konuşsana!” Dina’nın gözbebekleri büyümüş, gözleri yaşlarla dolmuştu. “Haklısın Dina, ben bir katilim ve sen bir katile hizmet ediyorsun. Nasıl oldu da bu evin hanımından üstün olduğunu düşündün?”
Tutuşumu sertleştirdim. Acıyla gözlerini kapattı, elleriyle ellerimi çözmeye çalıştı. “Seni de öldürmemi ister misin küçük Dina? Tıpkı Vorsius’ a yaptığım gibi seni de öldürmeliyim belki.” Dina’nın kahve gözleri hızla açılıp yalvarırcasına bana bakmaya başladılar. Aklıma Vorsius’un gelmesiyle kaşlarımı çattım. Demek ki onu öldürememiştim ki sabah bana o şekilde gülebilmişti. “Bu arada bahsi açılmışken, Vorsius nerede?” diye sordum. Ona da haddini bildirmeliydim.
“Ne?” Dina titreyen dudakları arasından şaşkınlıkla sordu. “Sen öldürdün ya onu, biz nereden bilelim nerede olduğunu.”
“Nasıl yani? Sabah buradaydı, camdan atladığımda başıma gelip bana sırıtmıştı, pislik.” Aklınca beni kandırmaya çalışıyordu.
“Hayır. Öldürdüğün günden beri ortalıkta gözükmedi o. Hele malikâneye hiç gelmedi.” Gözlerim kısıldı ve bakışlarım sertleşti. “Beni kandırmaya çalışman senin için hiç iyi olmaz Dina.”
“Hayır, hayır. Yemin ederim ki seni kandırmıyorum. Doğruları söylüyorum, gerçekten.” Gerçekten ölüyse sabah gördüğüm kimdi o zaman? Hayal mi görmüştüm? Kafayı yemek üzereydim. Herifi öldürdüğüm yetmiyordu bir de bana musallat oluyordu. Gerçekten ondan kurtuluş yok gibiydi.
“Sen… İyi misin?”
Dina’nın sesiyle kendime geldim. “Ben iyiyim ama biraz sonra sen iyi olmayacaksın. O yüzden kendin için endişelenmeye başlasan iyi olur.” dedikten sonra gülümsedim.
“Hayır!” Dina aniden çığlık atarak beni irkiltti ve saçlarını tutan ellerimin gevşemesine sebep oldu. “Hayır, yapma. Lütfen. Ölmek istemiyorum.” Ne? Ölmek istemiyor musun? Kendin bunu istemediğin halde bana bunları nasıl yapabildin peki? Hiç mi acımadın, hiç mi üzülmedin benim için? Birazcık bile…
Odanın kapısı tıklatılıp kapı hızla açıldı ve Noben içeri girdi. Şok olmuş bakışlarla bir bana bir Dina’ya bakıyordu. Dina’nın çığlığı onu içeri çekmiş olmalıydı.
“Noben, yardım et! Beni öldürecek, yardım et lütfen!” Noben dizlerinin üzerine çöktü, Dina’nın saçlarını tutan elimi tuttu ve gözlerime baktı.
“Bırak,” dedi. Bırak mı? Kim olduğunu sanıyorsun da bana emir veriyorsun? Dina’nın saçlarını bıraktım, ama ellerimi onun ellerinden kurtararak Noben’in yanağına tokat attım. Şaşkınlıkla başını çevirdi, gözleri kocaman açılmıştı. Ona vurduğuma inanamıyordu. Sonra hızla yüzünü bana döndürdü. Gözleri kısılmıştı, dudakları sinirden büzülmüştü.
“Yerini bil köpek. Kim olduğunu sanıyorsun da bana dokuyorsun, emir vermeye çalışıyorsun?” Çenesinden tutarak gözlerinin içine baktım.
Çenesini elimden kurtardı ve hem şaşkın hem de öfkeli bir ifadeyle konuştu. “Kendine gel, Tialina. Kiminle konuştuğunu unutma.”
Sadece alaycı bir kahkaha attım. “Evet, kendine gel, Tialina. Sen böyle biri değilsin,” dedi Dina. Onun bu sözleri öfkemi daha da körükledi. Yerden kalkıp onun saçlarını daha sertçe kavradım.
“Öyle mi? Sadece sen mi tanıyorsun beni? Bakalım, şimdi ne yapacağımı tahmin edebiliyor musun?”
Yürümeye başladım ve saçlarından sürükleyerek onu da peşimden çekiştirdim. Dina, bir eliyle elimden kurtulmaya çalışırken diğer eliyle emekliyordu. “Doğru tahmin ettin, Dina. Seni öldüreceğim!” Odayı yalvarışları ve çığlıkları doldurdu, dudaklarım bir memnuniyetle kıvrıldı. Dina’nın yakarışları beni hastalıklı bir tatminle dolduruyordu.
Tam o sırada Noben kolumu tuttu ve Dina’yı bırakmak zorunda kaldım. “Kendine gel, saçmalama! Ne öldürmesinden bahsediyorsun?” Artık eskisi kadar korkusuz görünmüyordu.
Onu uyarmıştım. Artık olacaklardan kendisi sorumluydu.
“Diz çök, Noben,” dedim. Kafası karışık bir şekilde tek dizinin üzerine çöktü. Şimdi ona yukarıdan bakıyordum. “Bundan sonra benimle her konuşmak istediğinde, o iğrenç ağzını sadece bu pozisyonda açacaksın.”
“Ne yaptığını sanıyorsun, Tialina? Ne amaçlıyorsun bütün bunlarla?” Noben’in hala bana karşı böyle konuşabiliyor olması tiksintiyle içimi kapladı.
“Bir köpek, köpek gibi davranmalı, değil mi?” Dina’yı bırakarak hafifçe eğildim ve Noben’i çenesinden kavradım. “Hadi, havla.” Gözlerinde tiksinti vardı, ama dediğimi yaptı ve havlamaya başladı. “O arkandaki ne köpekçik? Arkanda sallanan bir şey var yakala onu.”
Ellerini yere koydu ve dizlerinin üstünde var olmayan kuyruğunu kovalamaya başladı. Bana işkence ederken epey eğlenmişti, şimdi de eğlenmek benim hakkımdı.
“Ah, artık durabilirsin Noben. Sadece bir kuyrukmuş.” Bir anda bacaklarımda hissettiğin ellerle aşağı baktım. “Lütfen. Ne olursun acı bize. Ölmek istemiyorum. Lütfen.” Dina yalvarmak için bacaklarıma yapışmıştı.
Kendimi tutamayarak kahkaha patlattım. İşler nasıl da tersine dönmüştü. Ölmek istemiyordu hanımefendi. Ama ben defalarca ölürken hiçbir sorun yoktu. “Hadi ama Dina, yapma böyle.”
Eğilerek çenesinden nazikçe tuttum ve yüzüme bakmasını sağladım. “Ağlama artık. Hadi, toparla kendini.” Gözleri anında umutla dolarken hızla gözyaşlarını sildi. “Biliyordum zaten öldürmeyeceğini. Sen öyle biri değilsin ki.”
Bu haliyle küçük bir çocuk gibiydi aynı. Sanki yaşadığım hiçbir şeyde parmağı yok gibiydi. Masum görünüyordu ama değildi. “İyi tarafından bak, sen en azından sadece bir kez öleceksin.” Umutlu gözlerindeki bakışın yerini acı bir şaşkınlık aldı.
Ayağa kalkarak çığlık çığlığa konuşmaya başladı. “Biz senin gibi değiliz! Biz gerçek insanlarız.” Ellerini saçlarının arasına sertçe sokarken delirmiş gibi kocaman açılmış gözleriyle etrafa bakıyordu.
“Sen sadece buraya gönderilmiş bir kuklasın ama biz gerçeğiz!” Ben bir kuklaydım demek. Uzun zamandır bana işkence edebilmelerinin sebebi buydu belli ki. Beni bir insan olarak görmüyorlardı bile.
Gözlerime bakarak devam etti. “Bize acı çektirmeye hakkın yok. Sen hiç kimsesin. Neden ölmüyorsun ki artık?!” Sona doğru sesi çığlığa dönmüştü. Yere çöküp hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Her şeyi mahvettikleri için onlardan nefret ediyordum, ama bu hikâyenin asıl kötüsü bendim. Onlar için de ben her şeyi mahvetmiştim. Kendince haklıydı ama çektiğim onca acıdan sonra ona sempati duyamayacaktım.
Kendimi açıklamak istedim. Ben de bir insanım, tıpkı sizin gibi etten kemiktenim demek istedim ama bunun için fazlasıyla yorgundum. “İkiniz de beni takip edin.” dedikten sonra bahçeye çıkmak için odadan ayrıldım. Bugün bu iş bitmeliydi. “Herkes bahçeye toplansın.” diye yüksek sesle bağırarak evin kapılarını açtım ve bahçenin ortasına geçtim.
Temiz havayı içime çekerken çıplak ayaklarım zeminin soğukluğunu bana hatırlatıyorlardı. Dina ve Noben arkamdan gelmiş, diğerleri çoktan etrafımıza toplanmışlardı. Hepsinin yüzünde şaşkınlık ve garip bir keyif ifadesi vardı; sanki bir gösteri izlemeye toplanmışlardı. Noben hâlâ dizlerinin üstündeydi, Dina ise ölmemek için yalvarıyordu. Savunma yapmaktan vazgeçmişti belli ki.
“Hepiniz, bugünün özel gösterisine hoş geldiniz!” Sesimi yükselttim. Artık herkesin dikkati üzerimdeydi. “Bugüne kadar benim ölümlerimi izlediniz, hatta bazılarınız bundan hastalıklı bir keyif aldı. Ama bugün başkasının ölümüne tanık olacaksınız.”
Dina’ya doğru ilerledim ve tekrar saçlarından tutup çekiştirerek kalabalığın ortasına attım. “Noben bana kılıcını ver.” Noben yanıma gelerek kılıcını kınından çıkardı ve bana doğru uzattı. Kafasını eğerek gözlerimin içine baktı. “Bunu yapma.” Hala benimle bu şekilde konuşabileceğini sanıyordu. “Sana ayağa kalkmanı söylediğimi hatırlamıyorum.” Tekrar dizlerinin üstüne çökmesini sağladım ve ekledim: “Bundan sonra benimle, bir leydiyle nasıl konuşman gerekiyorsa öyle konuşacaksın. Ne eksik ne fazla.” Ağzını açacak gibi olduysa da arkamı dönerek gözlerimi kalabalığın etrafında gezdirdim.
“Bugün sizleri buraya sevgili Dina’nızın ölümünü izlemeniz için topladım.” Tatlı bir şekilde gülümsedim. “Sizin için keyifli bir gösteri olacağından eminim. Eğer nasıl öldürmem hakkında bir fikriniz varsa lütfen belirtin. Görüşlerinizi dik-“
“Katil!” kalabalığın arasından gelen bağırışla sözlerim kesildi. “Katil mi?” Alaycı bir kahkaha dudaklarımdan çıkıverdi. “Ben katilsem bu sizi ne yapar?” hepsi iğrenç ikiyüzlünün tekiydi.
“Ben bir kişiyi öldürmüşken siz beni defalarca öldürdünüz. Ya da buna seyirci kaldınız.” Kendilerinin çok masum olduklarını düşünüyor olmalıydılar. Hepsinin gözlerine teker teker baktım ve sözlerime devam ettim. “Benim ölümüm sizler için yeterince keyifliydi. Sıra sizlerden birine gelince o kadar da eğlenmiyorsunuz sanırım.”
Dina sürünerek bacaklarıma yapıştı ve tekrar hayatı için yalvarmaya başladı. Bacaklarımı sallayarak onu ittirdim. Sırtüstü yere doğru düştü. Üzerine doğru yürüdüm ve kılıcı iki elimle yukarı doğru kaldırdım.
“Midemi bulandırıyorsunuz.”
Dina’nın çığlıkları tüm bahçeyi doldurmuştu. Kılıcı tüm gücümle aşağı doğru sapladım. Dina gözlerini kapamıştı. Ayakkabımda hissettiğim bir ıslaklıkla arkama baktım. Dina’nın mesanesi görevini yapamamıştı anlaşılan. Hafifçe güldüm. Bu utanç ona ömrü boyunca yeterdi.
Kulağına doğru eğildim. “Seni öldürmeyeceğim Dina. Sadece bundan sonra iplerinin kimin elinde olduğunu unutma.”
Yorumlar