İki yılın ardından olay gününden, gecesinden ve ertesi günden aklımda kala kala, polislerin, fotoğrafçıların ve gazetecilerin durmak bilmeyen ziyaretleriyle Gatsby’nin kapısını aşındırmaları kalmıştı. Meraklıları uzak tutmak adına bahçe kapısının önüne, başında polisin nöbet tuttuğu bir şerit gerilmiş olsa da, çocuklar çok geçmeden benim avlumdan eve geçebildiklerini keşfetmişti. Bu yüzden havuzun başından ağızları açık etrafına bakınan insanlar da eksik olmuyordu. Bir dedektif olduğunu tahmin ettiğim, son derece aklıselim görünen bir adam, o gün Wilson’un cesedine eğilip bakarken ‘deli’ ibaresini kullanmış; ses tonundaki alışılmadık otorite ise bu sözcüğü ertesi günün manşetlerine taşımıştı.
Yazılanların çoğu kabus gibiydi; acayip, alakasız, kışkırtıcı ve uydurma satırlar. Michaelis ifadesinde, Wilson’un karısının sadakatinden kuşkulanmakta olduğunu söyleyince, tüm bu hikayenin en azından bir süre sert ve ateşli eleştirilere malzeme vereceğini düşünmüştüm. Ancak, her şeyianlatabilecek biri olduğunu sandığım Catherine tek kelime olsun etmemişti. Hatta bu konuda şaşırtıcı bir sağduyu sergileyerek; sorgu yargıcına yolunmuş kaşlarının altından kararlı gözlerle bakmış ve ablasının Gatsby’i hiç tanımadığına, kocasıyla son derece mutlu bir evlilikleri olduğuna ve kocasına katiyen ihanet etmemiş olduğuna yemin etmişti. Söylediğine kendisini de inandırmış gibiydi zira böylesi bir iddianın onun dayanma gücünü aştığını gösterircesine, elinde mendiliyle ağlayıp durmuştu. Böylelikle mesele daha fazla kurcalanmadan Wilson, ‘yaşadığı ıstırap nedeniyle akli dengesini yitirmiş’ bir adam olarak damgalanmış ve dava kapanmıştı!
Ancak meselenin bu yönü zaten benim için önemsizdi. Çünkü Gatsby’nin tarafında bir başıma kalakalmıştım. Kara haberi vermek için West Egg’de gerekli gördüğüm kişileri aradıktan sonra, onun üzerindeki bütün şüpheler, cevabı bilinmeyen tüm o sorular bana yöneltilir olmuştu. İlk başta şaşırmış, hatta karmakarışık olmuştum; fakat sonra o evinde nefessiz, kıpırtısız ve sessiz öylece yatarken, her geçen saat üzerimde bir sorumluluk taşıdığımı düşünmeye başlamıştım, çünkü onunla ilgilenen başka kimse yoktu. İlgiyle kastettiğim şey ise, hayatının sonuna geldiğinde her insanın hak ettiği o yoğun kişisel ilgidir.
Onu havuzda bulduktan yarım saat sonra, içgüdüsel olarak hiç düşünmeden Daisy’e telefon açtım. Ancak o gün öğleden sonra Tom’la beraber, yanlarında birkaç valizle evden ayrılmış olduklarını öğrendim
“Adres bırakmadılar mı?”
“Hayır.”
“Ne zaman döneceklerini söylediler mi?
“Hayır.”
“Nerede olduklarını bilmiyor musun? Kendilerine ulaşmam lazım?”
“Bilmiyorum, maalesef.”
Onun için birilerini bulmak istiyordum. Yattığı o odaya gidip; “Merak etme Gatsby. Senin için birilerinin gelmesini sağlayacağım, üzülme. Güven bana, mutlaka birilerini getireceğim,” diyerek onu rahatlatmak istiyordum.
Meyer Wolfsheim’ın adı rehberde yoktu. Uşak bana Broadway’deki bürosunun adresini bulup çıkardı; santralden numarasını öğrendim; ancak numarasına ulaşana kadar saat beşi çoktan geçmiş olduğundan telefonu açan olmadı.
“Bir kez daha arar mısınız?”
“Üç kez aradım.”
“Bu çok mühim.”
“Üzgünüm. Korkarım kimse yok.” Tekrar misafir odasına döndüm; bir an için salonu dolduran tüm bu memurların da, aslında bir bakıma onun ziyaretçileri olduğunu düşündüm. Ancak onlar durmadan üzerindeki çarşafı aralayıp, hareketsiz gözlerle Gatsby’e baktıkça, onun itirazını duyar gibi olmuştum.
“Ahbap; benim için birilerini bulman bulmam şart. Hadi biraz daha gayret! Bu işi yalnız bitirmek istemiyorum.”
Adamın biri yaklaşıp bazı sorular sormaya başlamıştı; güç bela elinden kurtularak üst kata çıktım. Bana hiçbir zaman kesin biçimde, anne ve babasının öldüğünü söylememişti, bir iz bulurum umuduyla çalışma masasının kilitli olmayan çekmecelerini aceleyle karıştırdım fakat odada, karmaşık geçmişinin simgesi olan Dan Cody’nin duvardaki fotoğrafı dışında, geçmişiyle ilgili hiçbir şey yoktu.
Ertesi sabah, uşağın eline Wolfsheim’a yazdığım mektubu tutuşturup onu New Yok’a gönderdim. İlktrenle gelmesini ve beni durumdan haberdar etmesini istiyordum. Gerçi yazarken bu gözüme lüzumsuz görünmüştü; gazeteleri görür görmez mutlaka yola çıkacaktı; ayrıca öğleden önce Daisy’den de bir telgraf geleceğinden emindim. Lakin ne telgraf ne de Bay Wolfsheim geldi; daha çok sayıda polis, fotoğrafçı ve muhabirden başka da gelen olmadı. Uşak, Wolfsheim’ın yanıtını getirdiğinde, içimde bir isyan belirmiş, Gatsby ile aramda hepsini hor gören bir dayanışma olduğu hissi beni sarmıştı.
‘Sayın Bay Carraway,
Bu hayatım boyunca yaşadığım en sarsıcı felaketlerden biri, tüm bunların gerçekleşmiş olmasını aklım almıyor. O adamın yapmış olduğu bu delilik hepimizi düşündürmeli. Şu anda oraya gelmem mümkün değil. Çok mühim işlerim dolayısıyla bir yere kıpırdayamıyor, aranızda olamıyorum. Şayet daha sonra yapabileceğim herhangi bir şey olursa, lütfen bana yazıp Edgar’la gönderin.
İnanın, böylesi hadiseler karşısında perişan oluyorum; bu hadise karşısında da yıkıldım, ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilemez bir vaziyetteyim.
Saygılarımla,
MEYER WOLFSHEIM Mektubun altına ise özensizce şu satırları karalamıştı:
‘Cenaze ve diğer işlemlerle ilgili ihtiyaçları bana iletin. Ailesi hakkında hiçbir bilgim yok.’ O gün Chicago’dan bir telefon geldiğini söylediklerinde, nihayet Daisy’nin aklını başına geldiğini
sanmıştım: fakat bağlantı kurulduğunda derinlerden, cılız bir erkek sesi işitmiştim.
“Ben Slagle.”
“Buyurun,” Bu adı hiç duymamıştım.
“Ne haber ama! Telgrafımı aldın mı?”
“Telgraf falan gelmedi.”
“Genç Parke’ın başı belada” hızlı hızlı konuşuyordu, “Bonoları tezgah üstünden piyasaya sürmesiyle enselenmesi bir olmuş. Meğer beş dakika önce New York’tan, numaraların kayıtlı olduğu bir genelge gitmiş. Buna ne dersin? Şu taşrada başına ne geleceği hiç – ”
“Alo!” diye araya girdim, soluk soluğa, “Dinleyin beni, ben Gatsby değilim, Bay Gatsby öldü.” Hattın diğer ucunda uzun süren bir sessizlik oldu, sonra bir şaşkınlık nidası duyuldu. Peşindense
sinyal ötmeye başladı, kapatmıştı!
•••
Yanılmıyorsam üçüncü günde, bir Minnesota kasabasından, Henry C. Gatz imzalı bir telgraf ulaştı. Gönderen, sadece hemen yola çıkacağını ve cenazenin kendisi gelene kadar bekletilmesini istediğini yazmıştı.
•••
Gelen vakur, şaşkın ve bitkin ihtiyar, Gatsby’nin babasıydı. O ılık Eylül gününde eski ve uzun bir paltoya sarınmıştı. Muhtemelen heyecandan, durmadan gözleri sulanıyordu. Çantasını ve şemsiyesini almamla, seyrek ve kırlaşmış sakalını çekiştirmeye başlamış, dur durak bilmediğinden de paltosunuçıkartmakta epey zorlanmıştım. Bitap görünüyordu, ben de onu müzik odasına götürüp bir koltuğa yerleştirmiş, daha sonra yiyecek bir şeyler göndermiştim. Ancak hiçbir şey yememiş, sütü içmeye niyetlendiğinde ise titrek elleri yüzünden hepsini üzerine dökmüştü.
“Chicago gazetesinde okudum; her şeyi yazmışlar. Derhal yola çıktım” dedi.
“Size nasıl ulaşırım bilemedim.”
Görmeyen gözlerle sürekli etrafına bakınıyordu.
“Deliymiş!” dedi “Tabi deli olmasa hiç bunu yapar mı?”
“Kahve alır mıydınız?” diye sordum.
“Hiçbir şey istemem. Şimdi daha iyiyim Bay — ?”
“Carraway.”
“Evet, böyle gayet iyiyim. Jimmy’i nerede?”
Onu oğlunun yattığı misafir odasına götürdüm ve yanından ayrıldım. Birkaç ufaklık, merdivenin başından merakla antreye bakıyordu. Gelen kişinin kim olduğunu söyledikten sonra isteksizce uzaklaştılar.
Çok geçmeden Bay Gatz kapıyı açarak çıktı; dudakları biraz aralık, yüzü hafif kızarmıştı, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ölümün, artık apansız olmadığı bir yaştaydı. Neden sonra başını kaldırıp ilk kez dikkatle çevreye bakmıştı; salonun yüksekliği ile ihtişamını ve buradan diğer odalara açılan muazzam büyüklükteki odaları gördüğünden, kederine müthiş bir gurur karışmıştı. Üst kattaki yatak odalarından birine çıkarken ona eşlik ettim. O ceketini ve yeleğini çıkarırken, ben de, kendisini beklediğimiz için cenaze hazırlıklarına henüz başlamadığımızı söyledim.
“Nasıl bir tören istediğinizi bilmiyorduk Bay Gatsby.”
“İsmim Gatz.”
“Evet ya, Bay Gatz. Belki de onu Batıya götürmek istersiniz.”
Hayır, manasında başını salladı, “Jimmy Doğuyu tercih ederdi. O arzu ettiği her şeyi burada elde etti. Oğlumun arkadaşı mıydınız Bay –?”
“Yakın arkadaştık.”
“Geleceği çok parlaktı, biliyorsunuz. Daha yaşı neydi ki? Yine de kafası çok iyi çalışırdı,” son cümlesini söylerken elini kıvançla başına götürmüştü. Ben de başımı sallayarak onayladım.
“Yaşasaydı, büyük adam olurdu, mesela James J. Hill gibi. Ülkesini kalkınmasına hizmet edecekti.” “Haklısınız,” dedim çok da inanmadan.
İşlemeli yatak örtüsünü çekiştirmeye başladı, zorlanarak da olsa açtı. Yatağa kaskatı uzandı, hemen ardından uykuya daldı.
O gece, sesinde bir telaş olan bir adam aradı ve kim olduğunu söylemeden önce benim ismimi öğrenmek için ısrar etti. Sonunda:
“Ben Carraway,” dedim
“Ah, öyle mi?” dedi, sesi rahatlamış gibiydi “Ben Klipspringer.” Ben de, sonunda Gatsby’nin cenaze törenine katılmak isteyen bir dostunun çıktığı fikriyle rahatlamıştım. Meraklı kalabalığın toplanmasını önleyebilmek adına tören gününü ve saatini gazetede ilan etmek istememiştim. Bu yüzden de, her ne kadar insanlara ulaşmam hiç kolay olmasa da, kendim sağa sola telefon açarak günü ve saati bildirmeye çalışıyordum.
“Tören yarın,” dedim, “saat on beşte, burada kendi evinde yapılacak; siz de ilgilenenlere iletirseniz sevinirim.”“A, ne demek, tabi,” dedi hemen, “kimseyi göreceğimi pek sanmam ama görürsem söylerim elbet.” Ses tonu beni kuşkulandırmıştı, “Siz geleceksiniz tabi,” dedim.
“Tabi tabi, gelmeye çalışacağım. Ben sizi şey için -”
“Bir dakika” diyerek araya girdim, ‘Önce neden gelip gelmeyeceğini kesin olarak söylemiyorsunuz?”
“Aslına bakarsanız, mesele şu ki, şu anda Greenwich’deki bazı dostlarımın yanındayım. Ve yarın da onlara katılmamı bekliyorlar, piknik ya da onun gibi bir şeyler planlamışlar da. Ancak tabi ki atlatmak için elimden geleni yapacağım.”
Tutamadım kendimi, “Hah!” diyiverdim; sesimi duymuş olmalıydı ki sinirli bir tavırla devam etti: “Aramamın nedeni orada unutmuş olduğum ayakkabılarım, zahmet olmazsa uşakla onları bana gönderirseniz çok memnun olurum. Onlar tenis ayakkabılarım, bilirsiniz, onlar olmadan müşkül duruma düşerim. Adresi veriyorum: B.F. eliyle –“
Ardını duymadım, çünkü telefonu kapatmıştım. Daha sonra aradığım beyefendilerden biri Gatsby’nin hak ettiğini bulduğunu ima edince, Gatsby adına utanç duydum. Ancak hata bendeydi, çünkü içki kaçakçılığına kalkıştığı için Gatsby’i en çok kınayanlardan biriydi, onu aramamam gerektiğini bilmeliydim.
Cenaze gününün sabahında New York’a Meyer Wolfsheim’ı görmeye gittim; ona başka şekilde ulaşamayacakmışım gibi görünüyordu. Asansörcü çocuğun yönlendirdiği kapının üzerinde ‘Swastika Holding’ yazıyordu: kapıyı iterek içeri girdiğimde, kimsenin olmadığını gördüm. Birkaç defa ‘Merhaba’ diye boşuna seslendim, derken bölmelerin arkasından bir takım tartışma sesleri geldiğini fark ettim, hemen ardından da içerdeki odalardan birinden bir Yahudi güzeli çıkıp siyah gözleriyle, düşmanca bir tavırla beni süzdü.
“Kimse yok” dedi. “Bay Wolfsheim Chicago’da.”
Ancak söylediklerinin yalan olduğu hemen ortaya çıkmıştı, çünkü içerden birileri ‘Rosary’ adlı şarkıyı ahenksiz bir ıslıkla çalmaya başlamıştı.
“Kendisine lütfen Bay Carraway’in onu görmek istediğini söyleyin.”
“Onu Chicago’dan getiremem mümkün mü sizce? Tam o sırada kapının ardından biri “Stella” diye seslendi, bunun Wolfsheim’ın sesi olduğu şüphe götürmezdi.
“Kartınızı masaya bırakın, döner dönmez kendisine mutlaka veririm” dedi çabucak.
“Fakat kendisinin içeride olduğunu biliyorum.”
Bir adım yaklaşıp ellerini öfkeyle kaldırdı, hemen sonra kalçalarına dayayıp, “Siz gençler, canınız her istediğinde buraya damlayabileceğinizi sanıyordunuz,” diyerek azarladı, “Artık bıktık usandık! Chicago’da diyorsam, Chicago’dadır.”
Ona Gatsby’den bahsettim.
“A!”
Beni bir kez daha süzdükten sonra, “Bir dakika… İsminiz neydi?”
Ortadan kayboldu. Çok geçmeden Meyer Wolfsheim, yüzünde vakur bir ifadeyle kapıda belirdi, iki elini uzatarak yaklaştı. Elimi ellerinin arasına alarak saygılı bir sesle, bugünlerin hepimiz için kederli ve zor günler olduğunu söyledi, ardından beni ofisine götürüp bir puro ikram etti.
“Onunla ilk tanıştığımız günü hatırlıyorum da” dedi. “Göğsü savaşta kazandığı madalyalarla dolu olan, yeni terhis olmuş, genç bir binbaşıydı. Öyle dardaydı ki, gündelik kıyafete verecek parası olmadığından, üniformayla dolaşırdı. Onu ilk gördüğümde 43’üncü Caddedeki Winebrenner bilardosalonuna iş istemeye gelmişti. İki gündür boğazından tek lokma geçmemişti. ‘Gel birlikte yiyelim,’ demiştim. Dört dolarlık yiyeceği yarım saat içersinde silip süpürmüştü.”
“Onu işe aldınız mı?” diye sordum
“İşe almakla kalmadım! Onu ben yarattım-”
“Ya!’”
“Yoktan var ettim onu, bataktan çekip kurtardım. Aslında iyi görünümlü genç bir centilmen olduğu daha ilk bakışta fark ediliyordu; üstelik Oggsford’da okumuş olduğunu duyunca bana da fayda getireceğinden emin oldum. Onu Amerikan Lejyonuna soktum, orada da kendini göstererek saygınlık kazandı, hemen Albany’den bir müşterimin işini çözdü. Kaynaştık, etle tırnak gibi olduk. İşte böyleydik!” son kelimeyi söylerken iki tombul parmağını birbirine yanaştırıp gösterdi, “anlayacağın, su sızmazdı aramızdan.”
1919 Dünya Kupası’na karıştırılan şikede de ortaklıkları olup olmadığını merak ediyordum. “Artık yaşamıyor,” dedim bir dakika sonra, “Onun en yakın dostu olarak sizin bugün öğleden
sonraki cenaze töreninde bulunacağınızdan eminim.”
“Gelmek isterim“
“Gelin öyleyse.”
Burun deliklerinden fışkıran gür kıllar yine titrer gibi oldu; başını iki yana sallarken de gözlerine yaşlar doldu.
“Yapamam, bu işe karışamam.”
“Karışılacak bir mesele yok ki; her şey bitti artık.”
“Ortada öldürülen bir adam varsa ben o işe katiyen bulaşmak istemem. Uzak dururum. Gençken böyle miydim? O zaman başkaydı tabi: bir arkadaşım öldüğünde iki elim kanda olsa, son yolculuğuna uğurlamak için onun yanında olurdum. Beni fazla duygusal bulabilirsiniz ama sonunda ölüm de olsa yanında olurdum.”
Gelmemesinin kendince nedenleri olduğunu anlamıştım, ayrılmak için ayağa kalktım. “Üniversiteye gittiniz mi?” diye sordu, damdan düşercesine. Bir an onun deyişiyle bir ‘ortaglıg”
önerecek sandım fakat yanılmışım, sadece selam verip elimi sıkmakla yetindi.
“Dostlarımız sağken onlara yakınlık göstermek önemlidir, öldükten sonra değil!” diye ahkam kesti. “Ölümden sonra ben her şeyi öylece olduğu gibi bırakırım.”
Oradan ayrıldığımda gökyüzünde toplanmış olan kara bulutları fark ettim; West Egg’e ulaşmamla da yağmur başladı. Üstümü değiştirip hemen komşumun evine gittim. Bay Gatz’ı salonda bir aşağı bir yukarı yürürken bulmuştum; çok heyecanlıydı. Oğlundan ve oğlunun malvarlığından gitgide daha fazla gurur duyuyordu. Bana bir şey göstermek istediğini söyledi.
“Titrek elleriyle cüzdanından bir fotoğraf çıkardı, “Bunu bana Jimmy göndermişti” dedi, “Bak!” Bu, içinde olduğumuz evin fotoğrafıydı. Kenarları aşınmış, elden ele dolaşmaktan üzeri kirlenmişti.
“Şuna baksana?” diyerek hevesle bana tüm detayları gösteriyor, sonra bana bakıp gözlerimde bir hayranlık belirtisi arıyordu. Bunu o kadar çok kişiye göstermişti ki, onun için bu fotoğrafın evin kendisinden daha gerçek göründüğü izlenimine kapıldım.
“Bunu bana Jimmy yollamıştı. Çok güzel bir fotoğraf değil mi? Nasıl da net gösteriyor her şeyi.’” “Gerçekten güzel. Yakınlarda hiç görüştünüz mü?
“İki yıl önce beni ziyarete geldi ve bana şu an oturduğum evi aldı. Evi terk ettiğinde haliyle bozulmuştu aramız; fakat artık bir nedeni olduğunu görebiliyorum. Önünde parlak bir gelecekolduğunu o zamandan anlamıştı! Başarılı olduktan sonra da bana hep cömert davrandı.”
Fotoğrafı kaldırmaya isteksiz görünüyordu; bir müddet daha, oyalanırcasına onu gözümün önünde tuttu. Yeniden cüzdanına koyduktan sonra, bu defa cebinden Hopalong Cassidy adlı eski bir kitap çıkardı.
“Şuna bir bak, bunu çocukken hiç elinden düşürmezdi. Daha o zamandan belliydi.”
Arka kapağını açtı ve görebilmem için kitabı bana çevirdi; boş olan son sayfada el yazısıyla PROGRAM yazıyordu. Üzerine 12 Eylül 1906 tarihi atılmıştı, altında ise bir çizelge vardı:
Yataktan kalkış 6.00
Ağırlık çalışması ve duvara
tırmanış idmanı 6.15 – 6.30
Elektrik vb üzerine çalışma 7.15 – 8.15
İş 8.30 – 16.30
Beysbol ve spor 16.30 – 17.00
Hitabet, güzel duruş ve
hal tavır çalışması 17.00 – 18.00
Lüzumlu buluşların
incelenmesi 19.00 – 21.00
ALINAN KARARLAR
* Shafters ya da (buradaki isim okunmuyordu) oyalanıp vakit harcamak yok
* Sigara içmek ve çiklet çiğnemek yok
* Gün aşırı banyo yapılacak
* Her hafta iyi bir kitap ya da dergiyi okunacak
* Her hafta 5 bin dolar (bunun üstü çizilmişti) 3 bin dolar biriktilecek
* Anne ve babaya daha iyi davranılacak
•••
“Bu kitabı şans eseri buldum” dedi ihtiyar, “durumu gayet iyi açıklıyor, değil mi?”
“Evet. Açıklıyor.”
“Jımmy’nin hayatta ilerleyeceği kesindi. Her zaman buna benzer kararlar alırdı. Kendini geliştirmek için neler yapmış gördün mü? Hep böyle yapardı Bir keresinde bana bir domuz gibi yemek yediğimi söylemişti de ben de onu dövmüştüm.”
•••
Kitabı kapatmaya pek istekli görünmüyor, her maddeyi yüksek sesle okuduktan sonra yüzüme bakıyordu. Bu listeyi kendim için kullanmak üzere ezberlememi istiyordu sanırım.
Rushing’den çağrılan üç Protestan rahip henüz varmadan, pencerede durup başka otomobillerin gelmesini beklemekten kendimi alamadım. Gatsby’nin babası da aynı şeyi yapıyordu. Zaman ilerledi. Hizmetçiler salona doluşup beklemeye başlayınca Bay Gatz gözlerini kırpıştırmaya, kederli bir sesle ne diyeceğini pek de bilemeden yağmurdan söz etmeye başladı. Bir yandan da sık sık saatine bakıyordu. Onu bir kenara çekip yarım saat daha beklemesini istedim. Gerçi bir yararı olmadı. Kimsegelmemişti.
•••
Akşamüstü beş sularında üç otomobilden oluşan tören alayımız mezarlığın kapısına ulaştı ve çiseleyen ince bir yağmurun altında durdu. En önde simsiyah ve ıslak cenaze aracı, arkasında Bay Gatz, rahip ve benim olduğum limuzin, biraz arkamızda ise iliklerine kadar ıslanmış olan beş altı hizmetli ile West Egg’li posta memurunun bulunduğu Gatsby’nin steyşın arabası vardı. Ana kapıdan geçip mezarlığa doğru yürürken bir arabanın durduğunu, sonra da birinin ardımızdan su birikintilerini sıçratarak geldiğini işittim. Dönüp baktığımda üç ay kadar önce, bir gece Gatsby’nin kütüphanesindeki kitapları hayranlıkla seyrederken gördüğüm baykuş gözlüklü adamı tanıdım.
O geceden sonra onu görmemiştim. Cenazeyi nasıl ve nereden öğrendiğini, hatta onun adını dahi bilmiyordum. Yağmur suları gözlük camlarından akıyordu, Gatsby’nin mezarının üzerine serilmiş branda bezini görebilmek için gözlüklerini çıkartıp sildi. Gatsby’yi düşünmeye çalışıyordum ancak o artık çok uzaklardaydı. Gücenmemiş olsam da aklım Daisy’nin ne bir haber, ne de bir çiçek göndermiş olmasına takılmıştı. Uzaktan birinin ‘Yağmur değen ölüler kutsanmıştır,’ diye mırıldandığını duydum; baykuş gözlüklü adam cesur bir sesle “Amin!” diye seslendi.
Kalabalıktan ayrılıp, sırılsıklam arabalara koşarken, baykuş gözlüklü yanıma geldi. “Eve gelemedim” dedi.
“Aslına bakarsanız kimse gelemedi.”
“Hadi canım!” dedi şaşkın şaşkın, “Ah Tanrım, yüzlercesi o evden çıkmazdı.’’ Tekrar gözlüklerini çıkartıp sildi, bu defa hem içini, hem dışını. “Zavallı hergele!” dedi.
En canlı anılarımdan biri de, üniversitenin hazırlık sınıfındayken, sonra da fakülte yıllarında, Noel zamanlarında Batıya dönüşümdür. Chicago’dan da öteye gidecek olan bizler bir Aralık akşamında saat altıda eski ve karanlık Union İstasyonu’nda toplaşır, tatil havasına çoktan girmiş olan Chicago’lu dostlarımızla alelacele vedalaşırdık.
Kürklerine sarınmış Miss falanca okulundan kızların ağızlarından buhar çıkarak çene çalmalarını, bir tanıdıkla rastlaşınca soğuktan donmuş ellerini hevesle sallayışlarını, “Ordway’lere mi gidiyorsun? Hersey’lere mi? Schuttz’lara mı?” diye oradan oraya seslenişlerini ve eldivenli ellerimizde sımsıkı tuttuğumuz o uzun, yeşil biletleri hiç unutmam. Chicago, Milwaukee ve St. Paul hattının kirli sarı renkli vagonları istasyona girdiğinde ise, Noel şenlikleri başlamışçasına neşelenirdik.
Tren hareket edip kış gecelerinin içine daldığında sahici karlar, yani bizim karlarımız iki yanımızda uzanmaya ve camları lekelemeye başlar, Wisconsin istasyonlarının cılız ışıkları bir görünüp bir kaybolur olduğundaysa, ortalık bir anda keskin ve yabanıl bir havaya bürünürdü. Yemek vagonundan yerlerimize dönerken geçtiğimiz vagonlar arası soğuk geçitlerde işte bu havayı ciğerlerimize çeker, bu ülkeyle özdeşliğimizi, yeniden onun içinde eriyip kaybolmadan önce, hiç değilse bir saatlik bu tuhaf zaman diliminde derinden hissederdik.
Benim Orta Batım buydu işte; buğday tarlaları, bozkırlar ve harap İsveç köyleri değil, gençliğimde heyecan içinde trenle eve dönüşlerim, ayaz karanlığın içindeki sokak lambaları, kızakların çıngırak sesleri ve çobanpüsküllü Noel çelenklerinin pencerelerdeki ışıklarla kara vuran gölgeleri. Ben bunların bir parçasıyım, üzerimde o uzun kış gecelerinin verdiği bir parça ağırlık, evlerin onlarcayıldır içinde yaşayanların aile isimleriyle anıldığı bir kentte Carraway’lerin evinde yetişmiş olmanın verdiği bir kanaatkarlık vardır. Tüm bu anlattıklarımın aslında Batının öyküsü olduğunu bugün anlıyorum: Tom ve Gatsby, Daisy, Jordan ve ben; hepimiz Batılıydık ve belki de, Doğu’nun yaşamına çok de ayak uydurmamızı gizliden gizliye engelleyen, ortak bir kusurumuz vardı.
Beni en çok heyecanlandırdığı günlerde bile; yalnız küçük çocuklar ve yaşlılardan esirgenen o bitmek bilmez sorgu sualleriyle, sıkıcı, genişleyen ve yayılan Ohio’nun ötesindeki o kentlere kıyasla üstünlüğünün apaçık farkında olduğum zamanlarda bile Doğunun yine de gözümde hep bir çarpıklığı olmuştur. Özellikle de en akıl almaz rüyalarımı süsleyen West Egg’in. Burayı basık, somurtkan bir gökyüzünün ve ışıltısız donuk bir ayın altında çömelmiş, hem geleneksel, hem de grotesk yüz adet eviyle, El Greco’nun resmettiği bir gece manzarasına benzetirim. Ön planda, dört ciddi adam, üzerlerinde frak, ellerinde bir sedye yürür, sedyede beyaz tuvaletiyle sarhoş bir kadın boylu boyunca uzanır. Sedyeden sarkan el ise, mücevherlerle parıldar. Adamlar ciddi bir tavırla kadını bir eve bırakır, fakat ne adını bilen, ne de onu yanlış adrese bıraktıklarını umursayan vardır.
Gatsby’nin ölümünden sonra, Doğu bana işte böyle perili, gözlerimin düzeltme yeteneğini aşacak ölçüde çarpık görünüyordu. Bu nedenle, kurumuş yapraklardan mavi dumanlar tüterken ve rüzgar iplerdeki çamaşırları kaskatı keserken, eve dönmeye karar verdim.
Ayrılmadan yapmam gereken bir şey daha vardı, belki kendi haline bıraksam daha iyi olacak; sevimsiz, nahoş bir şey. Yine de gitmeden her şeyi yoluna sokmak istiyordum, benim artıklarımı temizlemesi için sadece yardıma hazır ve umarsız denize bel bağlayamazdım. Böylece Jordan Baker ’ı görmeye gittim. Önce bize neler olduğu, ardından da bana neler olduğu üzerine konuştuk, büyük bir koltukta öylece oturup, son derece sakin bir tavırla beni dinlemişti. Golf kıyafetleri üzerindeydi; gururla kalkmış çenesi, sonbahar yapraklarının rengindeki saçları, kucağında tuttuğu golf eldiveninin rengine çalan yanık teniyle güzel bir tabloya benzediğini düşündüğümü hatırlıyorum. Anlatacaklarımı bitirdiğimde hiç yorum yapmadan, sadece biriyle nişanlandığını söyledi. Onaylasa hemen evlenebileceği pek çok talibi olduğunu bilsem de, söylediğine pek ihtimal vermemiştim. Yine de, tabi ki şaşırmış gibi yapmayı ihmal etmedim. Bir an için, doğru yapıp yapmadığım konusunda tereddüde düşer gibi olsam da, yeniden düşündüğümde hemen kendimi toparladım. Vedalaşmak için ayağa kalktığımda, “Yine de beni başından savdın,” dedi birden bire. “Telefonda yaptığın resmen buydu. Artık umurumda değilsin fakat bu benim için çok yeni bir deneyimdi, bu yüzden bir süre sersem gibi hissettim.”
El sıkıştık.
“Hatırlar mısın?” diye sordu, “Araba kullanmak ile ilgili bir sohbetimiz olmuştu.”
“Aslında tam olarak hatırlamıyorum.”
“Kötü sürücü ancak başka bir kötü sürücüyle karşılaşana kadar güvende olur, demiştin. Eh, ben de sonunda bir başka kötü sürücüyle karşılaştım, değil mi? Yani doğru kestirememiş olmamın nedeni, benim dikkatsizliğimdi. Senin dürüst ve açık sözlü olduğunu ve bundan kıvanç duyduğunu sanmıştım.”
“Otuzundayım” dedim, “Kendime yalan söylemek ve bunu şeref olarak adlandırmak için beş yıl yaşlıyım.”
Yanıt vermedi. Ona kızgın, hala biraz aşık ve de çok üzgündüm. Arkamı dönerek uzaklaştım. Ekimin sonlarında, bir akşamüstü Tom Buchanan’a rastladım. 5’inci Caddede her zamanki saldırgan
tavrıyla, yoluna çıkan olursa dövüşecekmişçesine ellerini biraz öne çıkarmış, kafasını huzursuzca etrafı tarayan gözlerini uyacak şekilde sağa sola hareket ettirerek, önüm sıra yürüyordu. Ona yetişmemek için ben ağırdan alırken o durdu, kaşlarını çatarak bir kuyumcunun vitrinine bakmayabaşladı. Derken beni gördü, yanıma geldi ve elini uzattı.
“Hayrola Nick? Elimi sıkmayacak mısın?”
“Evet. Hakkında ne düşündüğümü biliyorsun.”
“Sen delisin” dedi hemen, “Hem de zırdeli. Sorunun nedir anlamıyorum.”
“Tom,” dedim, “sen o gün Wilson’a ne söyledin?”
Tek kelime etmeden öylece baktı! O kayıp saatlerde olanlar hakkındaki tahminlerimde haklı olduğumu anlamıştım. Gitmek için arkamı döndüm, ancak arkamdan gelip koluma yapıştı, “Ona gerçeği söyledim Nick!” dedi, “Yola çıkmak üzereydik ki çıkageldi; uşağa evde olmadığımızı söylemesini tembihledim fakat adam zorla içeri girip yukarı çıktı, öylesine delirmişti ki, o otomobilin sahibinin kim olduğunu ona söylemeseydim beni öldürebilirdi. Kaldığı süre boyunca eli cebindeki tabancadaydı.” Derken meydan okurcasına çıkıştı. “Hem ne olmuş söylemişsem? O hergele başına geleni hak etmişti; hem Daisy’nin, hem de senin gözlerini kör etmişti, ancak aslında kabadayının tekiydi. Myrtle’ı bir köpek gibi ezdiği yetmiyormuş gibi dönüp bakmamış bile!”
Bunun doğru olmadığı dışında bir şey söylemedim.
“Benim üzülmediğimi mi sanıyorsun? Bana bak, o apartman dairesini boşaltmaya gittiğimde, raftaki köpek bisküvisini gördüğümde oturup çocuklar gibi ağladım. Tanrım berbattı…”
Ondan hiç hoşlanmıyordum ve onu asla affetmeyecektim. Ancak yaptığı şey için kendisini tamamen haklı bulduğunu da gördüm. Her şey karmakarışık ve umarsızdı; Tom ve Daisy son derece umarsızdı, çevrelerindeki her şeyi ve her varlığı darmadağın ediyor, sonra ise çekilip paralarına ya da umursamazlıklarına, ya da onları bir arada tutan her ne ise ona sığınarak, kendi pisliklerini temizleme işini başkalarına bırakıyorlardı.
Bu kez uzattığı eli sıktım. Reddetmem anlamsızdı, o an bir çocuğun elini sıkıyormuşum gibi hissettim. Tom bir inci gerdanlık ya da belki de bir çift kol düğmesi almak üzere kuyumcuya girdi ve böylece, benim taşralı alınganlığımdan sonsuza dek kurtulmuş oldu.
West Egg’den ayrılıyorken Gatsby’nin evi hala boştu. Bahçesindeki çimler, benimkiler kadar boy atmıştı. Kasabadaki bir taksici, buradan bir dakikalığına olsun durmadan ve içeriyi göstermeden geçmezdi. Belki de kaza gecesi Daisy ile Gatsby’i East Egg’e götüren de oydu; kim bilir belki de bu olay hakkında kendince bir öykü uydurmuştu. Hiçbirini duymak istemiyordum, bu yüzden trenden inince onun arabasına binmekten kaçındım.
Gatsby’nin verdiği o ışıltılı ve büyüleyici partileri aklımdan çıkaramadığımdan Cumartesi gecelerini New York’ta, kent merkezinde geçiriyordum; müziğin sesini, bahçesinden taşan ardı arkası kesilmeyen o baygın kahkahaları, evinin önündeki yolda gidip gelen arabaları hala duyabiliyordum. Bir gece oradan gerçekten bir arabanın geçtiğini işitmiş, farlarının kapının önündeki merdivenleri aydınlattığını görmüş, fakat kim olduğunu soruşturmamıştım. Belki de bir süredir dünyanın öbür ucunda olduğundan eğlencenin sona erdiğinden habersiz konukların sonuncusuydu.
Oradaki son günümde arabamı bakkala satıp, bavulumu tıka basa doldurduktan sonra gece, evin büyüklüğü ile tutarsız olan talihsizliğine bakmaya gittim. Beyaz mermer basamaklara kiremitle bir çocuk tarafından yazılmış, ayın solgun ışığında dahi açık biçimde okunabilen, ağza alınmayacak bir söz gördüm. Ayakkabımın tabanını gıcırtıyla taşa sürterek yazıyı sildim. Sonra plaja indim ve kumların üzerine serildim.
Kıyıdaki büyük yerlerin çoğu kapanmış olduğundan Boğazı geçen bir feribotun belli belirsiz ışığı dışında hiçbir şey göremiyordum. Ay yükseldikçe de o lüzumsuz binalar bir bir eriyip gitti ve ben buraya ilk varan Hollandalı denizcilere bu manzaranın nasıl görünmüş olabileceğini anladım: yepyenibir dünyanın taze ve yemyeşil bağrıydı. Gatsby’nin evinin yolunda, artık var olmayan ağaçlar bir zamanlar fısıldayarak insanın en büyük ve nihai düşlerini tatmin etmişti. Bu kıtaya ayak bastığında insanoğlu o büyülü anda nefesini tutmuş, anlamadığı ve hatta istemediği o estetik duygusuna yönelmeye zorlanmış ve tarihte son defa, merak güdüsünü karşılayan bir şeyle yüz yüze gelmiş olmalıydı.
O eski, meçhul dünya üzerine düşünürken Gatsby’nin, Daisy’nin rıhtımındaki o yeşil ışığı ilk fark ettiğinde yaşadığı şaşkınlığı düşündüm. Muhtemelen bu mavi çimenlik üzerinde yükselen malikanesine varmak için çok uzun bir yol gelmiş ve hayaline, uzansa dokunabileceği kadar yaklaşmış olduğunu sanmıştı. O an bu hayalin çoktan gerilerde, şehrin ötesinde, sonsuz gecede ülkenin karanlık arazilerinin uzandığı engin bilinmezliğin bir yerlerinde kaldığından habersizdi.
Gatsby o yeşil ışığa inanıyordu. Aslında her geçen yılla birlikte önümüzden kaçıp giden o harikulade geleceğe. Bir an için onu kaçırmış olabilirdik, ama hiç önemli değildi, yarın daha hızlı koşacak, ellerimizi daha ileriye uzatacaktık… Ve güzel bir sabah…
•••
Bizler akıntıya karşı kürek çekip sularla boğuşurken aslında durmaksızın geriye, yani geçmişe doğru gitmiyor muyuz zaten.
Yorumlar