Bütün gece uyuyamamıştım; Boğazda durmaksızın çalan sis düdükleri içinde, acayip gerçekler ile vahşi ve korkunç rüyalar arasında savruldum durdum. Gün ağarmaya yakın Gatsby’nin evinin yoluna sapan taksinin sesini duydum ve derhal yataktan fırlayıp giyinmeye başladım. Ona anlatmam gereken şeyler olduğunu düşünüyordum, onu uyarmalıydım, zira sabahı beklersem çok geç kalmış olabilirdim. Bahçeyi geçtikten sonra ön kapısının açık olduğunu gördüm, Gatsby’i ise uykusuzluktan bitap bir vaziyette antredeki masaya dayanmış oturuyor buldum.
“Hiçbir şey olmadı” dedi, benzi atmıştı. “Bekledim; dört sularında pencereye yaklaştı ve bir dakika kadar öylece durdu, sonra ışığı söndürdü.”
O muazzam büyüklükteki odalarında birlikte sigara arandığımız o geceye kadar, Gatsby’nin evininne denli büyük olduğunu fark etmemiştim. Perdeleri, sahne perdeleriymişler gibi kenara çekmek için çabalıyor, elektrik düğmelerine ulaşmak için metrelerce yol aşıyorduk, hatta bir ara sendeleyerek, hayalet gibi bir anda karşımda bulduğum piyanonun tuşlarının üzerine düşmüştüm. İlginçtir ki, her taraf toz içindeydi, odalar ise günlerdir havalandırılmıyormuş gibi küf kokuyordu. Tütün kutusunu tuhaf bir masada bulmuştum, içindense iki kurumuş sigara çıkmıştı. Misafir odasının Fransız pencerelerini ardına kadar açtıktan sonra oturup karanlıkta sigaralarımızı içtik.
“Gitmelisin,” dedim, “arabanın izini sürmemeleri işten değil.”
“Şimdi nasıl gideyim ahbap?”
“Atlantic City’e veya Montreal’e gidip bir hafta kal.”
Bunu yapmayı aklından bile geçirmiyordu. Muhtemelen Daisy’nin ne yağacağını öğrenmeden de ondan ayrılmayacaktı. Son umuduna sarılmıştı; bense onu bundan koparamıyordum.
Dan Cody ile geçirdiği ilk gençlik yıllarını da o gece anlatmıştı; anlatmasının nedeni açıktı; Tom’un hainliği karşısında “Jay Gatsby” tuzla buz olmuş ve o gizli ve uzun sevda masalının artık sonuna gelmişti. Artık hiçbir sır olmaksızın, her şeyi olduğu gibi anlatabilirdi. Buna rağmen asıl konuşmak istediği, yine Daisy idi.
Daisy onun tanıdığı ilk ‘latif” kızdı. Benzer kızlarla daha önce de tanışmış, ilişkileri olmuştu, fakat bu kişilerle her zaman arasında dikenli bir telin varlığını hissetmişti. Daisy’i heyecan verici biçimde çekici bulmuştu. Onun evine ilk kez, Taylor Camp’dan öteki subaylarla gitmiş, daha sonra onu tek başına da ziyaret etmişti. Ev onu hayrete düşürmüştü, daha önce hiç böyle güzel bir ev görmemişti. Ancak o eve nefes kesici bir hava veren, elbette Daisy’nin varlığıydı. Oysa bu kendisinin kamptaki çadırında yaşıyor olması gibi, Daisy için de sıradan bir şeydi. Evin gizemli bir havası vardı; üst kattaki yatak odaları diğerlerinden daha güzel ve ferahtı, koridorları ise neşe ve canlılık saçıyordu. O evdeki romantizm küflenmemiş, aksine lavantalar içinde saklanmıştı; ışıl ışıl son model otomobillerin parıltısı ise hep taze ve canlı kalıyor, danslı baloların çiçekleri hiç solmuyordu. Ayrıca Daisy’nin hayranlarının çokluğu da onu heyecanlandırıyor, kızın kıymetini gözünde daha da artırıyordu. Evin her köşesinde, onların varlığını, havaya sinmiş olan ateşli duygularının gölgelerini ve yansımalarını hissediyordu.
Daisy’nin evine gitmesinin çok büyük bir rastlantı olduğunun da farkındaydı. Jay Gatsby olarak geleceği ne kadar parlak olursa olsun, neticede geçmişi olmayan meteliksiz bir gençti ve üzerindeki üniformanın görünmez pelerini her an omuzlarından kayabilirdi. Bu nedenle zamanını iyi değerlendirdi. Ne koparabilirse, tutkuyla ve hiç düşünmeden aldı, sonunda da durgun bir ekim akşamında, belki de elini bile tutmaya hakkı olmadığını bildiğinden, Daisy’i elde etti.
Aslında kendinden utanması gerekirdi çünkü kızı resmen yalan dolanla kandırarak elde etmişti. Elbet bunun için hayali milyonlarından istifade ettiğini söylemiyorum ancak bir şekilde onun güvenini kazanmış, onunla aynı tabakadan olduklarına ve ona layık olduğu biçimde bakabileceğine kızı inandırmıştı. Gerçekte ise böyle bir imkanı yoktu, arkasında varlıklı bir ailenin desteği olmadığı gibi, her an bir emirle dünyanın bir ucuna gönderilebilirdi.
Oysa o yaptığından utanmadı, üstelik olaylar hayal ettiği gibi de gelişmedi. Aslında ilk baştaki niyeti koparabileceğini aldıktan sonra gitmekti, lakin kendisini bir hayalin peşine düşmüş buldu. Daisy’nin sıra dışı bir kız olduğunun zaten biliyordu, ancak nasıl da fevkalade bir “letafeti” olabileceğini o zaman fark edememişti. Daisy zenginlikle dolu yaşantısında, gösterişli evine doğru gözden kaybolduğunda, Gatsby’i öylece ortada kalakalmıştı. O an tek istediği onunla evlenmekti.
İki gün sonraki buluşmalarında, soluksuz kalan ve kendini bir şekilde ihanete uğramış gibi hissedenGatsby idi. Yıldızların satın alınmış lüksüyle aydınlanmış verandalarında, kız ona yaklaştığında ve Gatsby onun merak uyandıran güzel dudaklarını öptüğünde, hasır şezlong nazikçe gıcırdamıştı. Daisy soğuk algınlığına yakalanmış; bu da sesinin her zaman olduğundan daha buğulu ve çekici çıkmasına neden oluyordu. Zenginliğin sarıp sarmaladığı ve koruduğu o gençliğin, o gizemin ve yepyeni giysilerin o büyüleyici canlılığının, yoksulların mücadele dolu sıkıntılarının üzerinde bir gümüş misali emin ve gururla parıldadığını fark ettiğinde ise Gatsby’nin varlığı mahcubiyet ve utançla dolmuştu.
“Ona aşık olduğumu anladığımda, ne denli şaşırdığımı anlatamam ahbap. Hatta bir ara, beni başından savmasını bile ummuştum, ancak o bunu yapmadı. Çünkü o da bana tutulmuştu. Onun bildiklerinden daha farklı şeyler bildiğimden, beni çok kültürlü sanıyordu. Hırslarımdan sıyrılmıştım ve her geçen dakika ona daha da kapılıyordum, hepsi ben fark edemeden, bir anda olmuştu. Ona yapacaklarımı anlatarak baş başa vakit geçirmek dururken, daha büyük işler yapmanın ne faydası vardı!”
Göreve gitmeden geçirdikleri son günde, Daisy’i kollarının arasına alıp tek kelime etmeden uzun uzun oturmuşlardı. Soğuk bir sonbahar günüydü, Daisy’nin yanakları şöminenin ateşinden al aldı. Daisy kıpırdandığında Gatsby kolunu biraz oynatmış ve daha sonra onun parıldayan siyah saçlarını öpmüştü. Bu öğle saatleri, sanki onlara ertesi gün başlayacak uzun ayrılık günleri boyunca unutamayacakları hatıralar bırakmak istercesine, onları sessizleştirmişti. Bir aydır süren ilişkileri esnasında hiç bu kadar yakınlaşmamış, hiç böylesi derin bir iletişim içine girmemişlerdi; sanki Daisy uyuyormuş da onu uyandırmaktan çekinirmiş gibi Gatsby kızın parmaklarına nazikçe dokunuyor, Daisy ise suskun dudaklarını onun ceketinin omzuna sürüyordu.
Gatsby savaşta olağanüstü başarılar sergilemiş, daha cepheye gitmeden yüzbaşı olmuş, Argonne’daki çarpışmanın ardından ise binbaşılığa yükselerek makineli tüfek tugayının komutasına geçmişti. Ateşkesin ardından ülkesine dönmeye çalışmış, fakat bir yanlış anlama ya da karışıklık neticesinde kendisini Oxford’da bulmuştu. O dönem Daisy’nin mektuplarında sezdiği hayal kırıklığı nedeniyle çok endişeliydi. Daisy onun neden dönemediğini anlayamıyordu. Dışarıdaki dünyanın baskısını üzerinde hissediyor, onu görmek, varlığını yanında hissetmek ve neticede onu bekleyerek doğru olanı yapıp yapmadığından emin olmak istiyordu.
Ne de olsa henüz çok gençti ve sahte dünyası orkide kokularıyla, neşeli, hoş ve kendini beğenmiş insanlarla ve tabi hayatın anlamını ve hüznünü yılın moda ritimleriyle anlatan orkestralarla doluydu. Gecelerde “Beale Steel Blues’un umutsuz yorumuyla saksafonlar ağlar, yüzlerce çift altın ve gümüş pabuç yerin ışıltılı tozlarını süpürürdü. Gri çay saatlerinde salonlar bu yumuşak ve tatlı ateşle için için yanarken, pistin çevresindeki orkestradan dökülen hüzünlü melodilerle yeni simalar savrulan gül yaprakları gibi oradan oraya sürüklenirdi.
Eğlence sezonunun açılmasıyla Daisy de bu alacakaranlık dünyada yeniden boy göstermeye başlamıştı, eskisi gibi günde yarım düzine erkekle randevulaşıyor, gün ağarırken de kolyesini, gece elbisesinin tülünü ve kurumuş orkidelerini yatağının yanı başına fırlatıp, uykuya dalıyordu. Ancak içinde bir şeyler artık karar vermesi gerektiğini söylüyordu. Hayatına yön vermeliydi, hem de gecikmeden. Aşk, para ya da sağduyu, artık hangisi en yakınındaysa, hayatına onunla yön verecekti!
İlkbaharın ortalarında Tom Buchanan hayatına girdi ve beklediğine kavuşmuş oldu. Genç adamın sosyal statüsü ve dış görünüşü güvenilir ve sağlam olduğu izlenimi yaratıyor, bu da Daisy’nin gururunu okşuyordu. Kararsızlık ve şüphe ile mücadelesinin ardından kararını verdi, artık rahatlamıştı. Bu kararı bildiren mektubuysa Gatsby’e Oxford’da bulunduğu sırada ulaşmıştı.•••
Long Island’da artık gün ağarıyordu; birlikte alt kattaki bütün pencereleri açmaya başladık, griden altın rengine dönen şafak evin içine dolmuştu. Nemli çimenlerin üzerine birden bir ağaç gölgesi düştü ve mavi yapraklarının arasında uçuşan kuşlar cıvıldamaya başladı. Havadaki o hafif ve hoş esinti, serin ve güzel bir gün olacağını gösteriyordu.
”Tom’u sevdiğini hiç zannetmiyorum” dedi Gatsby, önünde durduğu pencereden meydan okurcasına yüzüme bakıyordu, “Dün olanların Daisy’i çok etkilemiş olduğunu unutmamak lazım. Tüm bunları kızı korkutacak şekilde anlattı herif, beni aşağılık bir üçkağıtçıymış gibi göstermeye çalıştı. Haliyle Daisy de ne söylediğinin farkında değildi.”
Üzgün bir halde bir köşeye oturdu.
“Elbette ilk evlendiklerinde onu bir an için sevmiş olabilir, ama yine de beni daha çok seviyordu, anlıyor musun?”
Birden ağzından şu tuhaf sözleri söyleyiverdi, “Her neyse, zaten bu kişiseldi.”
Bundan nasıl bir anlam çıkarılırdı? Çok emin olmasam da her şeyi ölçülemez bir şiddette algıladığı belliydi.
Tom ve Daisy balayındayken Gatsby Fransa’dan dönmüş; ordudan aldığı son maaşla Louisville’e berbat bir yolculuk yapmaktan kendini alamamıştı. Orada bir hafta kalmış, bir Kasım gecesi birlikte yürümüş oldukları caddelerde gezinmiş, Daisy’nin küçük beyaz arabasıyla gittikleri kuytu yerleri yeniden ziyaret etmişti. Evini o günlerde hep diğerlerinden daha gizemli ve renkli bulması gibi, onun yokluğuna rağmen, yine aynısı olmuş ve evin melankolik güzelliğinden bir kez daha etkilenmişti.
Lousville’den ayrılırken, ‘daha kapsamlı bir soruşturma yapmış olsaydım onu mutlaka bulurdum’ diyordu kendi kendine ve kapıldığı bu fikirler aşık olduğu kızı ardında bıraktığını düşündürüyordu. Beş parasızdı, yolcu vagonu ise çok sıcaktı. Vagonlar arasındaki geçide çıktı, katlanır bir iskemleyi açıp oturdu, istasyon ve daha önce görmediği binalar yanından kayıp gidiyordu. Tarlaların arasından geçerken bir anlığına başa baş gittikleri sarı bir arabaya bakarken, içindeki yolcuların sokakta dolaşırken Daisy’nin o beyaz ve büyüleyici yüzünü tesadüfen görmüş olabileceklerini düşündü. Demiryolu bir kavis çizdi ve tren, batarken ışıkları Daisy’nin soluğunun karıştığı şehrin üzerine kutsarcasına yayılmakta olan güneşten uzaklaşmaya başladı. Aşık olduğu kadının güzellik kattığı bu yerlerin bir parçasını da yanında götürme arzusuyla, ellerini kaldırdı ve umutsuzca bir parça havayı avucunun içine hapsetmeye çalıştı. Yaşların dolduğu gözlerinin önünden her şey çok hızlı geçip gidiyor; artık yaşamının en güzel, en heyecan dolu dönemini sonsuza dek yitirdiğini hissediyordu.
•••
Saat dokuz olduğunda kahvaltımızı yapmış ve verandaya çıkmıştık. Geceleyin hava aniden bozmuştu; artık havada sonbaharın kokusu vardı. Malikanenin eski hizmetkarlarından sonuncusu olan bahçıvan gelip merdivenlerin önünde durdu, “Bay Gatsby, yakında yapraklar dökülmeye başlar; bugün havuzu boşaltayım diyorum, borular tıkanıyor sonra.”
“Bugün elleme,” dedi Gatsby, sonra bana döndü ve özür dilercesine “Biliyor musun ahbap, bütün yaz bir kez olsun şu havuza girmedim,” dedi.
Saatime bakıp ayağa kalktım, “Benimse trenime on iki dakika kaldı,” dedim.
Şehre gidesim yoktu, hesap kitap için o kadar mesafeyi gitmek istemiyordum, ancak isteksizliğimin, asıl nedeni Gatsby’i yalnız bırakmanın içime sinmiyor oluşuydu. Evden çıkana kadar trenikaçırmıştım, hatta bir sonrakini de.
“Seni ararım,” dedim sonunda çıkarken.
“Ara tabi ahbap.”
“Öğlen gibi, o zaman,” ağır ağır aşağıya indik.
“Belki Daisy de arar,” derken yüzüme, onay beklercesine, kaygıyla baktı.
“Bence de arar.”
“Peki, güle güle.”
El sıkıştık, ben evime doğru gidiyordum ki, çitin orada aklıma bir şey geldi ve dönüp: “Hepsi boktan o heriflerin!” diye seslendim” Topu bir araya gelse, bir sen edemezler.”
Bunu söylemiş olmaktan hep memnuniyet duymuşumdur. Ona yaptığım tek kompliman da bu olmuştur, çünkü başından sonuna hiçbir yaptığını onaylamıyordum.
Önce zarif bir biçimde başını salladı, sonra sanki bu işte her zaman berabermişiz gibi yüzüne o ışıltılı ve anlayışlı gülüşü yayıldı. Gösterişli pembe takımı, mermer merdivenlerde parlak bir leke gibi görünüyordu. İlk kez evine gittiğim üç ay önceki o geceyi hatırladım. Onun sahtekarlığı ile ilgili tahminler yürütmekte olan bir insan kalabalığı evini ve bahçesini doldurmuştu; o ise misafirlerini uğurlarken bu basamaklarda durmuş, o tertemiz düşünü hepimizden gizleyerek ardımızdan el sallamıştı.
Konukseverliği için kendisine teşekkür ettim. Zaten tüm konukları, hepimiz, bunun için ona sık sık teşekkür ederdik.
“Hoşçakal!” diye seslendim. “Kahvaltı çok güzeldi, teşekkürler.”
•••
Şehre vardığımda, senetlerin sonu gelmeyen listesini hazırlamaya başladım; ancak çok geçmeden dönen koltuğumda uyuyakaldım. Öğle vakti telefonun sesine sıçrayarak uyandığımda, alnımdan boncuk boncuk ter damlıyordu. Jordan Baker’dı; genellikle hep bu saatlerde arardı, çünkü oteller, kulüpler ya da ev toplantıları arasında dokuduğu mekiklerin belirsizliği ve plansızlığı, başka zaman aramasına pek imkan vermiyordu. Genellikle telefondaki sesi, yeşil golf sahasından bir çimen parçası aniden ofis camımdan içeri girivermiş gibi, canlı ve taptaze gelse de, o sabah kuru ve keskindi.
“Şimdi Daisy’den çıktım, Hampstead’deyim” dedi, “öğleden sonra Southampton’a geçeceğim.” Evinden ayrılması ince bir davranış olmuşsa da, açıkçası beni rahatsız etmişti, son söylediği
karşısında ise kaskatı kesilmiştim.
“Dün gece bana karşı hiç nazik değildin.”
“O anda bunun ne önemi olabilirdi ki?
Bir an sessizlik oldu, sonra, “Yine de görüşelim istiyorum.”
“Ben de.”
“Peki ya öğleden sonra Southampton yerine şehre gelsem.”
“Aslında bu öğleden sonra mümkün olacağını sanmam.”
“Pekala.”
“Bugün olanaksız çünkü elimde bir sürü – ”
Konuşmamız bir zaman daha böyle sürüp gitti; derken ikimiz de sustuk. Hangimizin telefonu önce kapattığının farkında değilim; açıkçası bu mühim de değildi. Bir daha asla buluşamayacak olsak dahi,bugün onunla çay içip sohbet edecek durumda değildim.
Çok geçmeden Gatsby’i aradım; hat meşguldü. Israrla dört defa deneyişimin ardından, öfkelenen bir santral memuru, sonunda bana Detroit’le şehirlerarası bir görüşme için hattın açık tutulduğunu söyledi. Cebimden tren tarifesini çıkartıp 15.50 trenini bir daire içine alarak işaretledim. Öğlen olmuştu, arkama yaslanıp düşünmeye çalıştım.
O sabah kül yığınlarının arasından trenle geçerken, kompartımanda kalkıp karşı tarafa oturdum. Orada meraklı bir kalabalık göreceğimi, küçük çocuklarının tozların üzerine kuru kan lekeleri arayacağını, gevezenin birinin olayı anlata anlata sonunda kendisinin bile söylediklerine inanmaz olup anlatmayı bırakacağını ve böylece trajik Myrtle Wilson olayının unutulacağını zannediyordum.
Şimdi, biraz geriye dönüp önceki gece, bizim oradan ayrılışımızdan sonra olanları anlatmak istiyorum.
Kız kardeşi Catherine’i bulmaları zor olmuştu. İçkiden uzak durma kararından en azından o gece vazgeçmiş olmalıydı, zira olay yerine zil zurna sarhoş gitmiş olduğunu duymuştum. Ambulansın çoktan Flushing’e doğru yola çıktığını algılamakta epeyce zorlanmış, nihayet anlayabildiğindeyse, sanki tüm olayın en trajik tarafı buymuş gibi oracıkta düşüp bayılıvermişti. Orada bulunanlardan biri, kim bilir belki meraktan, belki de kızcağıza acıdığından kadını arabasına alarak, ablasının cesedinin peşi sıra götürmüştü.
Saatler ilerleyip gece yarısını epey geçince tamirhanenin önünde başka bir grup birikmişti. Bu esnada George Wilson yazıhanesindeki divanda ileri geri sallanıp duruyor; yazıhanenin kapısı sonuna kadar açık olduğundan, garaja giren herkes dayanamayıp adamı izlemeye koyuluyordu. Sonunda biri akıl ederek ayıp olduğu gerekçesiyle o kapıyı kapatmıştı. Michaelis ile dört beş kişi daha bir süre orada, adamın yanında kalmış; sonra bu grubun sayısı iki ya da üçe inmişti. Nihayet Michaelis son adamdan on beş dakika daha kalmasını istemiş, bu esnada dükkanına kadar gidip kahve yaparak tamirhaneye getirmiş ve sabaha kadar Wilson’un yanında kalmıştı.
Sabaha karşı, saat üç sularında Wilson’un anlamsız sayıklamaları, hıçkırıkları ve iniltileri azalmış; bir nebze sakinleşmesinin ardından ise sarı otomobil hakkında bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Arabanın kime ait olduğunu mutlaka araştırıp ortaya çıkaracağını söylemiş, derken iki ay kadar önce karısının şehirden burnu şiş bir vaziyette, yüzü gözü yara bere içinde döndüğünü anlatmaya koyulmuştu. Sonra yeniden irkilmiş ve hıçkırıklara boğulmuş, ‘Ah, Tanrım!’ diye inlemeye başlamıştı. Michaelis dikkatini başka tarafa çekmek için, nafile bir teşebbüste bulunup: ‘Ne zamandır evlisin George?’ diye sormuştu. ‘Hadi, biraz kendine gel, sakinleşmeye çalış ve soruma yanıt ver. Ne zamandır evlisin?’
“On iki yıldır.”
“Çocuğun var mı? Hadi ama, sallanmayı bırak, sana bir soru sordum: Çocuğun var mı?”
Michaelis ne zaman dışarıdan bir otomobil sesi duysa, duyduğu motor gürültüsünü birkaç saat evvel durdurmayı başaramadığı arabanınkine benzetiyordu. Elim kazanın ardından cesedin üzerine konulduğu büyük masa hala kan içinde olduğundan, Michaelis garaja girmekten kaçınıyordu. Yazıhanede huzursuzca oturmaktan başka yapacak bir şeyi olmadığından ise sabaha dek odadaki her şeyi tek tek incelemiş, arada bir de Wilson’un yanına oturarak onu sakinleştirme çabalarını sürdürmüştü.
“Kiliseye gider misin George? Uzun zamandır gitmiyor olsan bile sorun olmaz. İstersen hemen şimdi arayıp seninle konuşacak bir rahip bulabilirim.”
“Hiçbir kiliseye bağlı değilim.”“Olmalısın George, özellikle böyle zamanlar için. Hayatında bir kez olsun mutlaka bir kiliseye gitmişsindir. Mesela evlenirken. Dinliyor musun George? Dinle beni, kilisede evlenmedin mi?”
“Bu uzun zaman önceydi.”
Cevap vermek için gösterdiği çaba, sallanmasını biraz olsun engellemiş, bir anlığına susmasını sağlamıştı. Derken şişmiş gözlerinde biraz şaşkın, biraz imalı bir bakış belirmişti:
“Şu çekmeceyi açsana” demişti, yazı masasını göstererek.
“Hangisini?”
“Şu işte, oradaki.”
Michaelis en yakınındaki çekmeceyi açtığında, içinde küçük, deriden yapılmış, kenarları gümüş süslü, pahalı bir köpek tasması bulmuştu. Yeniymiş gibi duruyordu.
“Bu var,” demişti Michaelis, tasmayı göstererek.
Wilson başını sallamıştı, “Evet o, dün buldum. Karım bir şeyler anlattı ama ben bir mantıksızlık olduğunu sezmiştim.”
“Bunu karın mı almış?”
“Evet, şifonyerinin üzerinde bir mendile sarılı buldum.”
Bunda bir tuhaflık göremeyen Michaelis, kadının tasmayı alması için bir sürü gerekçe sıralamıştı. Fakat Wilson, Myrtle’dan de benzer izahlar duymuş olacaktı ki, yine, “Ah, Tanrım ah!” diye sızlanmaya başlamış, Michaelis’ın onu avutmaya çalışması bu olası gerekçelerin havada kalmasına yol açmıştı.
Derken Wilson “O adam öldürdü” demişti, dili çözülüyordu.
“Hangi adam?”
“Bunu bir şekilde öğreneceğim.”
“İyi değilsin George” demişti arkadaşı, “Olayın şokunu hala atlatamadın, ne söylediğini bilmiyorsun. Sabah olana dek sakince oturmaya çalışsan daha iyi olur.”
“O adam öldürdü.”
“Bu bir kazaydı George.”
Wilson kafasını iki yana sallamış, sonra gözlerini kısıp ağzını yayarak düşünceli bir tavır takınmıştı; “Hayır değildi. Biliyorum. Çevremde bana güvenirler, üstelik birinin kimseyi inciteceğini normalde aklımın ucundan bile geçirmem. Ancak bir şeyi biliyorum diyorsam, biliyorumdur. Arabadaki adam oydu. Myrtle onunla konuşmak için yoluna çıktı fakat o durmadı.”
Aslında Michaelis de böyle olduğunu görmüştü fakat kendisine bunun için özel bir nedeni varmış gibi gelmemişti. Bayan Wilson’un o arabayı başka bir nedenden değil de, kocasından kaçmaya çalıştığı için durdurmaya çalıştığını sanmıştı.
“Karın bunu nasıl yapmış olabilir?”
“O anlaşılmaz bir kadındı” demişti Wilson, sanki sorunun yanıtı buymuş gibi, “Ah, ah!”
Ardından yeniden sallanmaya başlamıştı, Michaelis de elindeki tasmayı çekiştirerek öylece dikilmişti.
“Aramamı istediğin bir dostun var mı?” Bu boş bir umuttu, adamın tek bir arkadaşı olmadığından neredeyse emindi; zaten karısının dostluğunu bile kazanamamıştı. Az sonra pencereden, gökyüzünün maviye dönüşmekte olduğunu fark ettiğinde; Michaelis memnun olmuştu. Saat beş olduğunda dışarıdaki aydınlık yazıhanedeki ışığı söndürmek için artık yeterliydi.
Wilson’un ifadesiz bakışları üzerinde bulutların hafif sabah rüzgarının etkisiyle oradan orayasavrularak ilginç biçimler aldığı kül yığınlarına takılmıştı.
“Onunla konuşmuştum,” diye mırıldanmıştı Wilson, uzun sessizliğin ardından. “Ona, beni kandırabileceğini, ancak Tanrı’yı asla kandıramayacağını söylemiştim, sonra onu pencerenin yanına götürmüştüm…” o anda zorlanarak yerinden kalkıp arkadaki pencereye yönelmiş, neden sonra yanağını cama dayayarak devam etmişti, “Tanrı senin ne yaptığını bilir, demiştim ona, yaptığın her şeyi görür! Beni kandırabilirsin ama her şeyi gören Tanrı’yı asla!”
Onun, az önce gecenin dağılmasıyla o büyük, matlaşmış mavi gözleriyle ortaya çıkıvermiş olan Doktor T. J. Eckleburg’un gözlerine bakarak konuştuğunu fark ettiğinde, Michaelis hayretler içinde kalmıştı.
“Tanrı her şeyi görür!” diye tekrarlamıştı Wilson.
Michaelis, “O sadece bir reklam tabelası,” diyerek ona güven aşılamaya çalışmış, tam o anda anlayamadığı bir şey adamın bakışlarını pencereden ayırıp odaya çevirmesine neden olmuştu. Wilson ise hala orada, yüzünü pencere pervazına dayamış, aydınlanan gökyüzüne öylece bakarken kafasını sallamayı sürdürmüştü.
Saat altı sularında Michaelis’in ayakta duracak hali kalmadığından dışarıda bir arabanın durduğunu duyuca epey sevinmişti. Gelen kişi, bir önceki gece tamirhanede onlarla bir süre beklemiş, yanlarından ayrılırken de tekrar geleceğine söz vermiş olan adamdı. Michaelis üçü için kahvaltı hazırladıktan sonra, hep birlikte oturup yemişlerdi.
Wilson’un bu esnada nispeten sakinleşmiş olmasını fırsat bilen, Michaelis biraz uyumak için evine gitmişti. Ancak dört saatlik uykunun ardından apar topar tamirhaneye döndüğünde, Wilson ortalıkta yokmuş. Adamın nereye gittiği sonradan anlaşılmıştı: Port Roosevelt’e oradan da Gad s Hill’e kadar yürümüş, bir fincan kahve ve bir sandviç ısmarlamış ancak sandviçe elini bile sürmemişti. Bitkinliği yüzünden yavaş yürümüş olması, Gad’s Hill’e ancak öğlen saatlerinde ulaşmasını da açıklıyordu. Gad’s Hill’de yaptıklarını öğrenmek de güç olmamıştı. Zira çocuklar “deli gibi davranan”, sürücüler ise yolun kenarında durup kendilerine tuhaf biçimde bakan bir adam görmüştü. Ancak son üç saat kendisini gören olmamıştı. Adamın önceki gece Michaelis’e ‘bunu bir şekilde öğreneceğim’ dediği bilgisini alan polis, bu sürede sarı otomobili araştırmak için çevredeki garajları gezmiş olabileceğini düşünmüştü. Oysa garaj sahiplerinden onu gören olmamıştı. Bu nedenle, istediğini öğrenmenin daha kolay ve daha kesin bir yolunu bulduğu üzerinde duruldu. Daha sonra, öğlen iki buçuk sıralarında West Egg’de görüldüğü, birine Gatsby’nin evini sorduğu duyulmuştu. Yani o saatte Gatsby’nin ismine ulaşmış bulunuyordu.
•••
Saat ikide mayosunu giymiş olan Gatsby, uşağına telefon gelmesi durumunda yüzme havuzunda olacağını söyledi. Evinin garajına uğrayıp, yaz boyu misafirlerini pek eğlendirmiş olan deniz yatağını bulup çıkardı sonra da şoförünün yardımıyla yatağı şişirdi. Oradan ayrılmadan da, üstü açık arabasının hiçbir suretle garajdan çıkarılmamasını buyurdu, ancak ön tamponun düzeltilmesi gerektiğinden bu emir, çalışanlarına oldukça tuhaf gelmişti.
Gatsby şişme yatağını omuzladığı gibi havuzun yolunu tuttu, arada bir durup yükünün yerini değiştirdiğini gören şoförü yardım etmeyi önerse de o başını istemediği anlamında salladı. Ardından sararmaya yüz tutmuş ağaçların arasında kayboldu.Telefon açan olmamıştı, ancak uşak yine de o öğlen, uykusundan feragat edip saat dörde kadar bekledi, gerçi gelecek olsaydı o saate kadar haber çoktan ulaşırmış olurdu. Bana kalırsa beklediği telefonun gelmeyeceğini Gatsby de biliyor ve belki de artık buna çok da bel bağlamıyordu. Şayet bu doğruysa, eski sıcak dünyasını artık kaybettiğini ve bu kadar uzun zamandır salt bir düşle yaşamış olmanın bedelini çok ağır ödediğini düşünüyor olmalıydı. Muhtemelen başını kaldırıp, korkutucu yaprakların arasından tanımadığı bir gökyüzüne bakmış, güllerin ne kadar da tuhaf şeyler olduğunu ve güneş ışınlarının yeni bitmekte olan seyrek çimenlerin üzerinde nasıl da çiğ göründüğünü fark ederek ürpermişti. Hava yerine düşler soluyan biçare hayaletlerin; gelişigüzel dolaştığı yeni bir dünya, gerçek olmayan bir malzemeydi bu; tıpkı solgun ve şekilsiz ağaçların arasından kendisine süzülerek yaklaştığını gördüğü şu kül rengi ve acayip gölge biçimli biçare hayalet gibi…
Wolfsheim’ın hamilik ettiği şoför silah sesini duymuş, ancak sonradan belirttiği gibi duyduğunda kendileriyle ilgili bir durum olmadığını düşünmüştü. Trenden indikten sonra, aceleyle Gatsby’nin evine sürmem ve telaş içinde merdivenlerden koşmam, evdekileri endişelendiren ilk şey oldu. Ancak o anda, birden her şeyi anlayıverdiklerinden eminim. Şoför, uşak, bahçıvan ve ben… Bir anda dördümüz, tek kelime olsun etmeden havuza koştuk.
Havuzun bir tarafından giren temiz suyun karşı tarafa yönelerek buradan boşalıyor olması, yüzeyinde hafif bir akıntı yaratıyor, bu küçücük dalgalanmalar ise şişme yatağın, üzerindeki yüküyle beraber sağa sola hareket etmesine neden oluyordu. Aniden çıkan rüzgar, suyun yüzeyinde yalnız ufak kıpırdanmalara neden olsa da, yatağın ve üzerindeki bedbaht yükünün gelişigüzel seyrini değiştirmeye yetiyor, bir yaprak kümesinin dokunuşuysa bu yatağı, suyun içindeki ince ve kırmızı bir çemberin üzerinde, bir pusula oku misali döndürüyordu.
Gatsby’i hep birlikte eve doğru taşıdığımız esnada, bahçıvan, az ilerdeki çimenlerin üstünde yatmakta olan Wilson’un cesedini gördü. Katliam tamamlanmıştı!
Yorumlar