O gece West Egg’e gelirken bir an için evimin yandığından korkmuştum. Gecenin ikisiydi ve yarımadanın bu köşesi çalılara ve yol kenarındaki elektrik tellerine eğreti bir dokunuşla düşen upuzun ışıklarla pırıl pırıl parlıyordu. Köşeyi dönünce Gatsby malikanesinin kulesinden mahzenine kadar ışığa bürünmüş olduğunu gördüm. Önce evin her köşesini ‘saklambaç’ ya da ‘sardalyeler kutuda’ gibi oyunlara açan, her zamanki çılgın partilerden birini veriyor sandım. Ama hiç ses yoktu. Yalnızcaağaçların arasında dolanan rüzgar duyuluyordu. Direklerdeki telleri sallıyor, ışıkları yakıp söndürüyordu. Ev gecenin içinde göz kırpıyormuş gibi görünüyordu. Geldiğim taksi uzaklaşırken Gatsby’nin kendi bahçesinden benimkine doğru yürüdüğünü gördüm.
“Evin panayır yerine dönmüş” dedim.
“Öyle mi?” dedi dalgın gözlerle eve bakarken, “Odaların bazılarına göz atıyordum. Haydi Coney lsland’a gidelim ahbap. Benim arabayla.”
“Çok geç oldu.”
“Peki, havuzda yüzmeye ne dersin? Bütün yaz ayağımı bile sokmadım.”
“Hemen yatmam gerek.”
“Pekala.”
Heyecanını bastırmaya çalışarak yüzüme baktı. Biraz bekledi.
“Bayan Baker ’la konuştum” dedim bir süre sustuktan sonra, “Yarın Daisy’i arayıp buraya çaya çağıracağım.”
“Çok önemli değildi aslında” dedi hafife alıyormuş gibi görünmeye çalışarak “başını ağrıtmak istemem.”
“Senin için hangi gün uygun?”
“Asıl senin için hangi gün uygun?” diye düzeltti. “Zahmet vermek istemediğimi biliyorsun.”
“Öbür gün nasıl?”
Bir an düşündükten sonra, gönülsüzce. “Bu çimlerin kesilmesi gerek” dedi.
İkimiz birden bahçeye baktık. Benim bakımsız çimlerimin hemen ardında onun koyu yeşil, bakımlı çimleri başlıyordu. Benimkileri kastettiğinden şüphelendim.
“Ufak bir nokta daha var” dedi.
“İstersen birkaç gün sonra olsun.”
“Yok, konu o değil”, nasıl söze başlayacağını bilemiyormuş gibiydi, “Düşündüm de…şey, yanlış anlama ahbap, ama kazancın pek de iyi değil sanırım.”
“Pek fazla sayılmaz.”
Bu, kendine olan güvenini yerine getirmişti. Artık daha kesin konuşuyordu, “Ben de öyle düşünmüştüm. Kusura bakmazsan eğer…biliyor musun ufak sayılabilecek bir işle daha uğraşıyorum. İkinci bir uğraş yani, anlıyor musun? Madem kazancın az, ben…tahvil ve bono satıyordun değil mi ahbap?”
“Evet, satmaya çalışıyorum.”
“O zaman böyle bir iş ilgini çeker belki. Fazla zamanını almaz. Kazancı da iyidir. Yalnız biraz gizlilik ister.”
Şimdi düşündüğümde, başka şartlar altında o geceki konuşmanın hayatımın dönüm noktası olabileceğini anlıyorum. Ama önerisinin, yapacağım hizmetin karşılığı olduğunu öylesine beceriksizce belli etmişti ki sözünü derhal kesmekten başka yapacak şeyim yoktu.
“Çok yoğunum” dedim, “teşekkür ederim ama başka bir işle uğraşacak vaktim yok.”
“Wolfsheim’la çalışırsan bir işle uğraşmak zorunda kalmazsın.”
Sanırım o gün öğle yemeğinde konusu geçen bağlantıdan çekindiğimi düşünmüştü. Öyle olmadığı konusunda onu temin ettim. Yeni bir sohbet konusu açmam için biraz daha bekledi ama kafam öyle meşguldü ki konuşacak mecalim yoktu. Bunun üzerine gönülsüzce evinin yolunu tuttu.
Akşam olanlar nedeniyle mutluydum. Hani neredeyse kapıdan içeri girer girmez derin bir uykuyadaldım. O yüzden Gatsby, Coney Island’a gitti mi yoksa kalıp evinin tüm ışıklarını açarak ‘odaların bazılarını’ kontrole devam mı etti, bilemiyorum. Ertesi gün bürodan Daisy’i arayıp evimde çaya davet ettim.
“Tom’u getirme!” diye de uyardım.
“Ne?”
“Tom’u getirme!”
“Tom da kim?” dedi masum bir sesle.
Kararlaştırılan gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Saat on birde yağmurluk giymiş, ardı sıra çim biçme makinesi çekiştiren adam ön kapıyı çaldı. Bay Gatsby’nin çimleri kesmek için kendisini gönderdiğini söyleyince birden o gün Finli hizmetçimi çağırmayı unuttuğum aklıma geldi. Vakit kaybetmeden West Egg köyüne giderek beyaza boyalı evlerin dizili olduğu ıslak, dar sokaklarda ona bakındım. Sonra birkaç fincan, limon ve birkaç demet çiçek alıp eve döndüm.
Saat iki gibi Gatsby’nin yolladığı, bir serayı dolduracak çeşitte bitki ve onları koymak için her boyda vazo kapıya gelince, çiçekleri boş yere aldığımı anladım. Bir saat sonra da beyaz flanel takımı, gümüş rengi gömleği ve altın sarısı kravatıyla eşikte kendisi belirdi. Telaşlıydı, renginin solgunluğu ve gözlerinin altındaki mor halkalar gecesinin uykusuz geçtiğini kanıtlıyordu.
“Her şey yolunda mı?” diye sordu girer girmez.
“Onu soruyorsan, çimler harika oldu”
“Ne çimi?” diye sordu şaşkın şaşkın, “Ha, şu ön bahçedeki çimler.” görmek için pencereye yanaşıp baktı ama bir şey görmediği yüzünden belliydi.
“Çok iyi görünüyor” dedi belli belirsiz, “gazetelerden birinde yağmurun saat dört gibi kesileceği yazıyordu. Sanırım Journal’de gördüm. Çay için eksik bir şey kaldı mı?”
Onu alıp mutfağa götürdüm. Gatsby Finli kadına soğuk bir bakış attıktan sonra birlikte pastacıdan aldığım on iki, limonlu keki inceledik.
“Eksik var mıymış?” diye sordum.
“Tamamdır, hepsi çok iyi” dedikten sonra utangaç bir sesle, “ahbap” diye de ekledi.
Saat üç buçuk gibi yağmur yerini ıslak bir pusa bırakmıştı. Arada bir de olsa çiğ tanelerine benzer küçük damlaların düştüğü oluyordu. Gatsby boş bakışlarını Clay’in Ekonomi kitabında gezdirmekle meşguldü. Finli kadının mutfağı sarsan adımlarını her duyduğunda yerinden sıçrıyor, bazen de sanki dışarıda gözle görülmeyen endişe verici birtakım şeyler oluyormuş gibi camdan bakıyordu. Sonunda ayağa kalktı ve pek de emin olmayan bir sesle evine gideceğini söyledi.
“Neden peki?”
“Kimsenin çaya falan geleceği yok. Vakit geç oldu!” Sanki başka bir yerde acele işi varmış gibi konuşuyordu, “Bütün gün burada bekleyecek değilim!” dedi.
“Saçmalama daha dörde iki dakika var.”
Onu göğsünden iterek zorla tutmuşum gibi mutsuz bir tavırla tekrar yerine oturdu. Tam o sırada kapıya yaklaşan bir motor sesi duyduk. Yerimizden fırladık. Ben de gerilmiştim. Bahçeye doğru yürüdüm.
Üstü açık bir otomobil, sular damlayan leylak ağaçlarının altından geçerek kapıya yaklaşıyordu. Merdivenlerin yakınında durdu. Üç köşeli eflatun bir şapkanın altından başını eğerek bana bakan Daisy’nin ışıltılı gülüşü göründü.
“Sen burada mı oturuyorsun cancağızım?” sesinin iç gıcıklayıcı titreşimleri yağmura karışıyordu.Bir an bu sesi dinlemekten başka bir şey yapmadan bekledim. Sesi alçalıp yükseliyor, yanağına yapışmış bir tutam saç, mavi bir fırça darbesini gibi duruyor, arabadan inmesine yardım etmek için tuttuğum ıslak eli parıltılar saçıyordu.
“Yoksa bana aşık mısın?” diye fısıldadı kulağıma eğilerek, “Neden yalnız gelmemi istedin’’1’ “Bu Rackrent Şatosu’nun sırrı. Şoförüne buradan uzaklaşıp bir saat oyalanmasını söyle.” “Bir saat sonra gel Ferdie” dedikten sonra yavaşça, “adı Ferdie’dir” diye de açıkladı.
“Burnu benzinden etkileniyor mu?”
“Sanmıyorum” dedi safça, “Neden sordun?”
İçeri girdiğimizde büyük bir şaşkınlıkla oturma odasının boş olduğunu gördüm.
“İşte bu çok komik” diye bağırdım.
“Neymiş komik olan?”
Kapının nazikçe vurulduğunu duyan Daisy başını çevirdi. Gidip kapıyı açtım. Yüzü bir ölü gibi bembeyaz olan Gatsby karşımda elleri ceplerinde, gözlerinde trajik bir öfkeyle ıslak zeminin üzerinde durmuş bana bakıyordu.
Yanımdan hızla geçerek salona daldı oradan da ipteki bir cambaz gibi keskin bir manevra ile oturma odasına girip gözden kayboldu. Olanlar hiç de komik değildi. Kendi kalbimin de hızla çarptığını duyar gibi oluyordum. Hızını artıran yağmuru dışarıda bırakarak kapıyı kapadım.
Yarım dakika kadar süren derin bir sessizlik oldu. Bir ara oturma odamdan bir takım tuhaf mırıltılar ve kısa süreli bir kahkaha yükseldi. Sonra Daisy’nin son derece yapmacık bir tonla, “Seni tekrar gördüğüme ne kadar sevindim bilsen” dediğini duydum.
Bir sonraki sessizlik ise korkutucuydu ve hayli uzun sürdü. Salonda yapacak bir şey olmadığından içeri girdim.
Ellerini halen cebinde tutan Gatsby, sözümona rahat, zoraki bir tavırla şömineye dayanmış duruyor, biraz da sıkılmış gibi rol yapıyordu. Geriye o kadar eğilmişti ki başı, rafta duran bozuk saate dayanmıştı. Bu garip pozisyonu bozmadan delici bakışlarını, biraz ürkmüş olsa da zarafetini koruyarak sert bir sandalyenin ucuna oturan Daisy’e dikmişti.
“Biz önceden tanışıyoruz” diye mırıldandı Gatsby bir an bakışlarını bana çevirerek.
Gülümsemeye çalışıyor ama beceremiyordu. Tam o sırada başını dayadığı saat devrilip de, düşme tehlikesi geçirince hızla döndü, titreyen parmaklarıyla onu tutup yerine koydu. Sonra dirseğini kanepenin koluna dayadı, elini de çenesine koyarak oturdu.
“Saat için üzgünüm” dedi.
Bu arada benim yüzüm tropikal güneş altında kalmış gibi kızarıp yanmaya başlamıştı. Kafamdan geçen binlerce cümleden birini bile seçip söyleyemiyordum.
“Zaten eskiydi” dedim sonunda biraz ahmakça.
Saat yere düşmüş de parçalara ayrılmış gibi davranıyorduk.
“Yıllardır görüşmemiştik” dedi Daisy sesini olabildiğince gerçeğine yakın tutmaya çalışarak. “Kasımda beş yıl olacak.”
Gatsby’nin fazla düşünmeden verdiği bu yanıt hepimizin en az bir dakika daha susmasına neden oldu. Çayı hazırlamaya mutfağa gelmeleri için yaptığım çaresiz öneri üzerine ikisi birden ayağa fırlamıştı ki, Finli çılgın yardımcım elinde tepsiyle içeri daldı.
Fincan ve kekleri dağıtırken hepimizi saran telaş yerini nezakete bırakmıştı. Kuytuya çekilen Gatsby, ben Daisy ile konuşurken yüzünde gergin, mutsuz bakışlarını birimizden ötekine dolaştırıpduruyordu. Bu durgun havanın çözüm getirmeyeceğini tahmin ettiğimden, fırsatını bulur bulmaz dışarı çıkmak için izin istedim.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Gatsby, birden paniğe kapılmıştı.
“Hemen döneceğim.”
“Gitmeden seninle bir şey konuşmak istiyorum.”
Peşimden, delirmiş gibi mutfağa gelip kapıyı kapattı.
“Of, Tanrım” diye fısıldadı acı içinde.
“Ne var, ne oldu?”
“Bu büyük bir hata” dedi başını iki yana sallayarak, “hem de çok büyük!”
“Biraz çekindin hepsi bu” dedim, neyse ki, “Daisy de çekiniyor görmüyor musun?” diye de ekledim. “Demek o da çekiniyor?” diye tekrarladı, inanamıyordu.
“Elbette. Senin kadar o da çekiniyor.”
“Bağırarak konuşma.”
“Çocuk gibi davranıyorsun” dedim, sabrım tükenerek, “sadece bu da değil. Onu içerde yalnız bırakarak kabalık ediyorsun.”
Daha fazla söylenmemem için elini kaldırdı. Yüzüme sitemle baktı ve kapıyı dikkatle açıp odaya döndü.
Arka kapıdan çıkıp, ön tarafa dolandım. Yarım saat önce Gatsby de aynı şeyi yapıp yağmurda koşarak yarım daire çizmişti. Ön bahçedeki, kara gövdesi yumrularla dolu, koca yaprakları yağmur damlalarına direnen ağacın altına sığındım. Yağmur hızını artırmış, Gatsby’nin bahçıvanının kısacık kestiği çimlerle örtülü bakımsız bahçemde minik göl ve bataklıklar oluşmuştu. Ağacın altından görebildiğim tek yer Gatsby’nin ihtişamlı malikanesiydi. Kilisenin çan kulesine bakan Kant gibi, yarım saat boyunca gözümü oraya diktim. Binayı on yıl önce bir bira imalatçısı ‘dönemin’ modasına uygun şekilde yaptırmıştı. Hakkındaki bir söylentiye göre, çevredeki kulübelerin sahipleri damlarını samanla kaplamayı kabul ederlerse bir yıl süreyle hepsinin vergilerini üstleneceğine söz vermişti. Mahalle halkının, bu aile olma planına pek sıcak bakmaması kalbini kırmış olmalı ki aniden sağlığı bozulmuş, çocukları da kapıya asılan siyah çelengin indirilmesini bile beklemeden malikaneyi satmışlardı. Amerikalıların ara sıra toprak kölesi olmayı istedikleri olur, ama köylü sınıfından olmaya karşı hep direnmişlerdir.
Yarım saat sonra güneş çıkınca, hizmetçilerin akşam yemeklerini -Gatsby’nin bunlardan bir kaşık bile yemediğinden eminim- taşıyan bakkalın arabası malikanenin arka bahçesinde belirdi. Hizmetçi kadın üst kattaki camları açtı. Her pencerede bir an görünüp sonra kayboluyordu. Ortadaki büyük pencereye geldiğinde başını çıkarıp bahçeye tükürdü.
Geri dönme vakti gelmişti. Yağmur yağarken evdeki, heyecan arttıkça arada bir yükselip alçalan mırıldanmaları duyar gibi oluyordum. Ama o yeni sessizlik evi de içine almış gibiydi.
Mutfaktaki fırını yere atmak dışında her türlü gürültüyü yapmaya özen göstererek içeri girdim. Ama ses filan duymadıklarına emindim. Kanepenin iki ucuna oturmuş, biri soru sormuş da diğeri yanıtını bekliyormuş ya da soru havada dolaşıyormuş gibi birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Başlangıçtaki çekingenlik gitmişti. Daisy’nin yanaklarında gözyaşlarının izi duruyordu. Ben girince yerinden fırlayıp ayna karşısında onları silmeye başladı. Gatsby’de gördüğüm değişikliğe ise inanamadım. Kımıldamadan, konuşmadan öylece dururken bile kelimenin tam anlamıyla parlıyor, ondan fışkıran aydınlık ve mutluluk küçük odayı dolduruyordu.“Vay, merhaba ahbap” dedi sanki yıllardır görüşmemişiz gibi. Bir an elimi bile sıkacağını düşündüm.
“Yağmur dindi” dedim.
“Öyle mi?” Neden bahsettiğimi anlayıp, odaya sızan güneşi de görünce, bir meteoroloji uzmanı ya da giren ışınların coşku dolu efendisiymiş gibi gülümseyerek haberi Daisy’e iletti. “Ne dersin buna? Yağmur dinmiş”
“Buna çok sevindim Jay” derken kederli güzellikteki sesi beklenmedik bir mutluluğun izleriyle doluydu.
“Sen ve Daisy’nin bana gelmenizi istiyorum. Ona evimi göstereceğim” dedi Gatsby.
“Gelmemi istediğinden emin misin?”
“Elbette ahbap.”
Daisy yüzünü yıkamak için üst kata çıkmıştı. Bir an havlularımın durumunu düşünüp utandım ama artık çok geçti. Gatsby ile bahçede beklemeye koyulduk.
“Evim güzel görünüyor, değil mi?” diye sordu, “Ön tarafı ne güzel güneş alıyor bak. Muhteşem olduğunu onayladım.
“Evet” dedi gözlerini evin kemerli kapılarında ve köşeli kulelerinde dolaştırırken, “onu almak için gerekli parayı yalnızca üç yılda kazandım.”
“Sana miras kaldığını sanıyordum.”
“Evet doğru ahbap” dedi hiç duraksamadan, “ama büyük panik sırasında önemli bir bölümünü kaybettim o paranın. Savaş öncesindeki panikten bahsediyorum.”
Sanırım söylediklerinin pek farkında değildi, çünkü ne iş yaptığını sorduğumda, “O benim bileceğim şey” dedi. Yersiz bir cevap verdiğini düşünmemişti.
“Pek çok iş yaptığım söylenebilir” diyerek hatasını düzeltmeye çalıştı. “Önce ilaç işindeydim, sonra petrole girdim. Şu sıralar ikisini de bırakmış bulunuyorum.” Yüzüme dikkatle baktı.
“Geçen akşamki önerimi düşündüğünü mü söylemeye çalışıyorsun yoksa?”
Yanıt vermeme vakit kalmadan Daisy çıkageldi. Elbisesindeki iki sıra pirinç düğme güneşte parlıyordu.
“Şu koca binadan mı bahsediyorsun?” diye bağırdı eliyle malikaneyi göstererek.
“Beğendin mi?”
“Bayıldım! Ama orada tek başına nasıl yaşadığını pek anlamadım.”
“İçini sabah akşam bir sürü ilginç insanla dolduruyorum. İlginç işler yapan ilginç insanlar, ünlü yüzler.”
Boğaz boyunca uzanan kestirme yoldan gideceğimiz yerde, ana yola inerek malikanenin büyük ön kapısından girdik. Daisy o büyüleyici sesiyle evin sağını solunu ya da göğe yükselen feodal siluetini övüyordu. Bahçelere, fulyaların keskin, alıç ve erik çiçeklerinin köpüksü ve hanımelinin soluk sarı kokusuna hayran kalmıştı. Mermer merdivenlere vardığımızda rengarenk elbiseler içindeki kadınları içeri girip çıkarken görmemek ve ağaçlardaki kuşların sesinden başka ses duymamak tuhafıma gitmişti.
İçerde, Marie Antoinette tarzı döşenmiş müzik odalarını ve 17 ve 18’inci yüzyıldan kalma antikalarla bezenmiş salonları gezerken de her koltuk ya da masanın arkasında gizlenen konuklar olduğu ve biz oradan uzaklaşıncaya kadar sessizce bekledikleri duygusuna kapılmıştım. Gatsby, ‘Merton Üniversite Kütüphanesi’nin kapısını kapatırken de baykuş gözlünün hayaletinin arkamızdanbir kahkaha patlattığını duyar gibi oldum.
Üst kata çıktık. Çeşitli dönem tarzlarında döşenmiş, gül ve leylak rengi ipeklerle kaplı, taze çiçeklerle süslenmiş yatak odalarından ve soyunma odalarından, bilardo salonlarından, gömme küvetli banyolardan geçtik. Odalardan birine girdiğimizde saçı sakalı karışmış pijamalı bir adam jimnastik hareketleri yapıyordu. ‘Pansiyoner ’ olduğu söylenen Bay Klipspringer ’dı bu. Sabah, yüzünde açlığını belli eden bir ifadeyle plajda dolanırken görmüştüm onu. Nihayet Gatsby’nin özel dairesine vardık. İçinde yatak odası, klasik İskoç tarzı döşenmiş bir banyo, James ve Robert Adam stili bir çalışma odası vardı. Orada oturup duvardaki bir dolaptan çıkardığı Chartreuse’den birer kadeh içtik.
Gatsby bir an için bile gözlerini Daisy’den ayırmamıştı. Evindeki her şeyi onun güzel gözlerinde gördüğü tepkiye bakarak yeniden değerlendiriyor olmalıydı. Bazen evdeki eşyalara, Daisy’nin etkileyici varlığının yanında hiçbiri gerçek değilmiş gibi bakıyordu. Merdivenlerden inerken bir kez de tökezlemişti. Az kaldı yuvarlanıyordu.
En yalın döşenmiş yer, yatak odasıydı. Tuvalet masasının üzerindeki takımlar dışında her şey matlaştırılmış saf altındandı. Daisy oradan bir fırça alıp saçlarını düzeltmeye kalkınca Gatsby bir iskemleye oturup elini gözlerine siper ederek gülmeye başladı.
“Bu gördüğüm en komik şey, ahbap” dedi peş peşe kahkahalar atarken, “istesem de engel olamıyorum…”
O gün gözle görülür iki aşamayı geçmiş, artık üçüncüye girmek üzereydi. Çekingenlikle başlayıp nedensiz bir neşeye geçmişti. Şimdi ise Daisy’nin oradaki varlığına duyduğu hayret içinde bocalıyordu. Yıllardır bunu yapma isteğiyle yanıp tutuşmuş, her şeyi en ince ayrıntısına kadar hayal etmiş, inanılmaz bir arzu ve sabırla beklemiş olduğundan, fazla kurulmaktan zembereği boşalan bir saate dönmüştü.
Bir süre sonra kendini toparladı ve iki gardırobun cilalanmış kapaklarını ardına kadar açarak içlerini tıka basa dolduran takım elbise, robdöşambr ve kravatları, özenle katlanarak tuğla gibi üst üste dizilmiş gömlekleri göstermeye koyuldu.
“Giysilerimi İngiltere’deki bir adamım alıyor. İlk ve sonbaharın başlarında giysileri seçip bana gönderir.”
Gömlek yığınlarından birine uzandı. Önümüze teker teker fırlattığı keten, kalın ipek ve ince flanel gömleklerin yere düşerken kat yerleri bozuluyordu. Masanın üzeri çok geçmeden rengarenk bir çiçek bahçesine dönmüştü. Daisy ve ben hayranlık içinde bakakalırken, o diğer yığınları da kurcalamaya başladı. Masanın üzerinde oluşan yumuşak tepe gittikçe yükselmekteydi. Hepsinin üzerine mavi iplikle adının baş harfleri işlenmiş çizgili, ekoseli, mercan rengi, elma yeşili, eflatun, turuncu gömleklere bakarken birden bir hıçkırık sesi duydum. Daisy gömleklerin üzerine kapanmış ağlıyordu.
“Bunlar çok güzel” derken gömleklere gömülü sesi de boğuk çıkıyordu. “Aniden içimi bir hüzün kapladı, çünkü hiç bu kadar güzel gömlekler görmedim.”
Evi gezdikten sonra bahçeleri, yüzme havuzunu, deniz uçağını ve yaz çiçeklerini görmek için dışarı çıkacaktık ama Gatsby’nin odasındaki pencereden yağmurun tekrar başladığını görünce üçümüz birden camın önüne geçip Boğaz’ın üzerine düşen damlalarla buruşan suyunu izlemeye koyulduk.
“Hava puslu olmasaydı koyun karşısındaki evini görebilirdik” dedi Gatsby. “rıhtımınızın ucunda sabaha kadar yanan yeşil bir fener var.”
Daisy onun koluna girdi, ama Gatsby az önce söylediği şeye dalmıştı. Belki de o ışığa verdiği büyük önemin sonsuza dek kaybolduğunu düşünüyordu. Onu Daisy’den ayıran büyük mesafeylekıyaslandığında o ışık kadına çok daha yakın görünmüştü, dokunacak kadar yakın. En az yıldızların aya yakınlığı kadar yakın. Artık sadece rıhtımın ucundaki herhangi bir ışık olacaktı o. Aralarındaki büyüleyici bağlardan biri eksilmişti.
Odanın içinde yürümeye başladım. Yarı karanlıkta rastgele elime geçen nesneleri inceliyordum. Kaptan kıyafeti giymiş yaşlı bir adamın çalışma masasının karşısındaki duvarda asılı büyükçe fotoğrafı ilgimi çekmişti.
“Kim bu?”
“O mu? Bay Dan Cody, ahbap.”
İsim tanıdık gelmişti.
“Artık hayatta değil. Yıllar önce en iyi dostumdu.”
Çalışma masasının üzerinde Gatsby’nin de kaptan kıyafetiyle on sekiz yaşlarında çekilmiş küçük bir fotoğrafı duruyordu. Başını dünyaya meydan okurcasına geriye atarak poz vermişti.
“Buna bayıldım” diye bağırdı Daisy. “Saçlar pompadour 3! Böyle taradığını hiç söylememiştin, yatın olduğunu da tabii.”
3 Jeanne-Antoinette Poisson, Pompadour markizi. Saçların arkaya taranmasıyla yapılan pompadour saç stili ona ithaf edilmiştir.
“Bak şunlara” dedi Gatsby, “gazete ve dergilerdeki benimle ilgili yazılar.”
Yan yana durmuş yazılara bakıyorlardı. Ben tam şu ünlü yakut koleksiyonunu sormak üzereyken telefon çaldı. Gatsby ahizeyi kaldırdı.
“Evet. Şimdi konuşamam…şimdi konuşamam dedim ahbap… küçük bir kasaba demiştim… kasabanın ne demek olduğunu biliyordur herhalde…eğer Detroit’in küçük bir kasaba olduğunu sanıyorsa bize zaten yaramaz o…”
Telefonu kapattı.
“Buraya gelin çabuk!” diye seslendi pencerenin önünde dikilen Daisy..
Yağış devam ediyordu, ama hava batı yönünden açmaya başlamış, denizin üzerindeki bulutlar pembe ve altın sarısı köpük yığınlarına dönüşmüştü.
“Şuraya bakar mısın” dedi fısıltıyla Daisy, “O pembe bulutlardan birini yakalayıp seni içine koymak ve gezdirmek isterdim” diye devam etti, bir dakika sonra.
Gitmek istediğimi söyleyince ikisi birden duymak bile istemediklerini söyledi. Yanlarındaki varlığım onları rahatlatıyordu belki de.
“Şimdi ne yapacağımızı biliyorum” dedi Gatsby. “Klipsinger ’ı buraya çağırıp bize piyano çalmasını isteyeceğim.”
“Ewing!” diye seslenerek odadan çıktı. Birkaç dakika sonra yanında utangaç, hafif giyimli, kemik gözlükleri olan, seyrek saçlı, sarışın, genç bir adamla döndü. Adamın az önceki perişan hali gitmişti. Üzerinde spor bir gömlek, lastik ayakkabılar ve yelken bezinden soluk renkli bir pantolon vardı.
“Jimnastik yapmanıza engel mi olduk yoksa?” diye sordu Daisy nazikçe.
“Uyuyordum” diye yanıt verdi Bay Klipsinger çekinerek, “yani içim geçmiş ama sonra kalktım ve…”
“Klipsinger çok güzel piyano çalar” dedi Gatsby araya girerek, “öyle değil mi Ewing, ahbap?” “Pek güzel çalmıyorum. Uzun zamandır çalmadım. Pek çalışmadım…”
“Haydi aşağıya inelim” diyerek yine adamın sözünü kesti. Düğmeye dokunmasıyla karanlık pencereler kayboldu ve her taraf ışığa büründü.
Müzik odasına girince Gatsby piyanonun yanında duran lambayı açtı. Daisy’nin sigarasını yaktıktansonra ikisi birlikte, odanın loş bir köşesindeki kanepeye oturdu. Bulundukları yeri aydınlatan tek şey koridordan gelen ışıkla parlayan cilalı zemindi.
Klipsinger ‘Aşk Yuvası’ adlı parçayı çalmayı bitirince, taburenin üzerinde yarım daire çizerek hüzünlü gözleriyle karanlıkta Gatsby’i arandı.
“Parmaklarım hazır değil, siz de gördünüz. İyi çalamadığımı söylemiştim, düzenli çalış…”
“Fazla konuşma da çal ahbap!” diye buyurdu Gatsby.
‘Sabahları
Akşamları
Çok güzel eğlenmedik mi…’
Dışarıda sert bir rüzgar esiyor, uzaklardaki denizin üzerinde çakan şimşeklerin gürültüsü duyuluyordu. Hava kararmış, West Egg’de ışıklar yanmaya başlamıştı. New York’tan gelen insan yüklü trenler yağmurun içinden geçerek herkesi evine bırakıyordu. Günün en hareketli saatiydi. Ortalığı büyük bir heyecan ve telaş kaplamıştı.
‘Kesin olan bir şey var, hiçbir şeyin olmadığı kadar,
Zenginler para, Fakirler çocuk yapar
Bu aralarda,
Zaman aralarında…’
Veda için yanlarına gittiğimde Gatsby’nin yüzüne ilk karşılaştıklarındaki şaşkınlığın yeniden gelip yerleştiğini fark ettim. O anki mutluluğu konusunda kafasında az da olsa bazı kuşkular uyanmış gibiydi. Ne de olsa aradan beş uzun yıl geçmişti! O gün bile Daisy’de hayalinde yaşattığı kişiye uymayan bir şeyler görmüş olmalıydı. Bu durum, kızın bir şeyleri hatalı yaptığı anlamına gelmiyordu elbette. Asıl neden, Gatsby’nin yıllar içinde onu kafasında fazla büyütmesiydi. Hayal gücü, Daisy de dahil her şeyin ötesine geçmişti. Çünkü tutkusunun yaratıcılığıyla kendini hayal dünyasına bırakmış, durmadan yeni imgeler katmış, önüne çıkan her parlak tüyle onu biraz daha süslemişti. Yalnız bir insanın hayalinde biriktirdiklerini hiçbir taze tutku, hiçbir yeni ateş yok edemez.
Durmuş ona bakarken, Gatsby duruşunu değiştirdi. Daisy’nin elini avuçlarının içine alınca, kadın kulağına bir şeyler fısıldadı. Gatsby heyecanla ona döndü. Onu en çok da sesi etkiliyor olmalıydı. O dalgalanıp duran, yakıcı sıcaklıktaki ses hayallerle de yüceltilemezdi. Ölümsüz bir ezgiydi o.
Her ikisi de beni unutmuştu. Daisy başını kaldırıp elini uzattı ama Gatsby sanki beni tanımıyormuş gibiydi. Onlara bir kez daha baktım, onlar da bana. Çok uzaklara gitmişler, yoğun duygular yaşıyorlardı. Sonra odadan çıktım, mermer merdivenlerden inerek yağmur altında evime doğru yürüdüm.
Yorumlar