Yaz geceleri komşumun evinden müzik sesleri yükselirdi. Mavi bahçelerinde erkekler ve kızlar fısıldaşmalar, şampanya ve yıldızlar arasında pervaneler gibi bir o yana bir bu yana uçuşurlardı. Öğleden sonra, sular yükselince konukların açıkta bekleyen saldaki atlama kulesinden suya dalışlarını ya da malikanenin önündeki sıcak kumlarda insanlar güneşlenirken, Boğaz’da hızla suyu yararak giden iki motorbotun köpükleri üzerinde su kayağı yapanları izlerdim. Hafta sonları komşumun Rolls Royce’u sabah saat dokuzdan gecenin ilerleyen saatlerine kadar otobüs gibi kullanılır şehirden malikaneye ya da malikaneden şehre durmadan insan taşırdı. Bu arada steyşın tipi otomobili de gelen tüm trenleri karşılar kocaman, sarı bir böcek gibi istasyonla ev arasında gidip gelirdi. Pazartesisabahı gelince, fazladan bir bahçıvan da dahil sekiz hizmetçi, ellerinde süpürge, bez, fırça, çekiç ve bahçe makaslarıyla gün boyu çalışıp önceki gece verilen hasarı onarır, ortalığı silip süpürürlerdi.
Her cuma New York’taki bir manavdan gelen beş sandık portakal ve limon her pazartesi arka kapıdan suyu sıkılmış yarım kabuklar piramidi olarak evi terk ederdi. Mutfakta, kahyanın başparmağını iki yüz kez basmasıyla iki yüz portakalın suyunu yarım saatte sıkabilen bir makine bulunuyordu.
En az on beş günde bir, ikram servisinde çalışan bir grup insan ellerinde metrelerce branda ve Gatsby’nin koskoca bahçesini Noel ağacına çevirmeye yetecek sayıda ampulle gelir, çalışırdı. Hazırlanan masaların üzeri çeşitli ordövrler, baharatlı soğuk et kalabalığına eşlik eden rengarenk salatalar, hayvan biçimli hamur işleri ve kızarmış domuz pastırması ve hindilerle donatılırdı. Ana salona kurulan pirinç parmaklıklı barda uzun zamandır üretilmeyen öyle içkiler bulunurdu ki bayan konukların çoğunun bu likör ve cinleri bilmeye yaşı tutmazdı.
Akşam yedi oldu mu müzisyenler yerlerini alırdı. Üç-beş kişilik cılız bir bando değil, obua, trombon, saksafon, keman, kornet, flüt ve irili ufaklı çok sayıda davuldan oluşan muazzam bir orkestraydı bu. Kalan son yüzücüler de plajdan dönüp üst katta giyiniyor olurdu. New York’tan arabasıyla gelenler park yerinde ilk beş sırayı doldururdu. Odalar, salonlar ve verandalar rengarenk giysilerle dolar, tuhaf saç modelleri, Kastilya’dakilerden bile bol çeşitli şallar etrafta dolaşırdı. Bar tam faaliyette çalışmaya başlar, havada yüzen kokteyl kadehleri dışarıdaki bahçede geceye karışırdı. Konuşmalar, kahkahalar havayı canlandırır, gelişigüzel imalar ve tanışmalar anında unutulur ve birbirlerinin adını bile öğrenmeyen kadınlar arasında hararetli sohbetler başlardı.
Yerküre güneşten uzaklaştıkça ışıklar daha bir parlar; orkestra sarışın bir kokteyl müziği çalmaya başlayınca konuşmaların operası birkaç ton yükselirdi. Geçen her dakika ile kahkahalar daha cömertçe harcanır, ufak bir sözcük bile insanları neşelendirmeye yeterdi. Gruplar daha hızlı değişir, yeni gelenlerle büyüyüp şişer, bir anda dağılır ve bir nefeste toplanıverirdi. Arada dolananlar da olurdu. Bunlar daha tıknaz ve hareketsiz olanların arasında mekik dokur, keskin ve neşeli bir anda gruplardan birinin ilgi odağı olur, sonra kazandığı o zaferin heyecanıyla yüzler, sesler ve renklerden oluşan bir denizin içinden ve durmaksızın değişen ışıkların altından geçip giderlerdi.
Bazen bu çingenelerden biri parlak, opal rengi elbisesiyle dolaşırken, ansızın, tepside sunulan kokteyllerden birini kapıp cesaretini artırmak için bir dikişte içtikten sonra, el ve kollarıyla garip hareketler yaparak yere yayılmış brandanın üzerinde tek başına dans etmeye başlardı. Bir anlık sessizliğin ardından orkestra şefi müziği onun hareketlerine uydurur, konuklar arasında genç kadının Revü yıldızı Gilda Gray’in yedeği olduğuna dair yalan yanlış söylentiler dolaşmaya başlar ama doğru olmadığı çabucak anlaşılırdı. Parti işte o zaman başlardı.
Gatsby’nin evine ilk kez gittiğim o gece resmi davetli pek az kişiden biri olduğumu sanıyorum. İnsanlar davet beklemeden öylece katılırdı partiye. Onları Long Island’a taşıyan otomobillere biner ve kendilerini Gatsby’nin evinde bulurlardı. Vardıklarında ise Gatsby’i tanıyan biri onunla tanışmalarını sağlar, sonra eğlence parkındaki etkinliklere uygun hal ve tavırlara bürünerek ortalıkta dolanırdılar. Kalbinin tüm saflığıyla partiye gelmiş olması içeri giriş izinleri olurdu.
Bense gerçekten davet edilmiştim. Bir cumartesi sabahı erkenden, üzerinde ardıç yumurtası mavisi üniforma olan şoför aramızdaki yeşillik alandan gelerek patronundan fazla resmi bir davetiye getirmişti. O gece verilecek ‘küçük partiye’, deniyordu, katılmamdan büyük bir onur duyacaktı. Beni pek çok kez görmüş ve ziyaret etmeyi düşünmüştü. Ama bir takım engeller yüzünden başaramamıştı. Davetiyenin alt köşesindeki gösterişli imzada Jay Gatsby adı okunuyordu.Beyaz keten takımlarımı giydim ve yediyi biraz geçerken, bahçesine doğru yürüdüm. Kalabalıklar arasında huzursuzca dolandıktan sonra banliyö treninde ara sıra karşılaştığım birkaç tanıdık yüze de rastladım. Sağa sola serpiştirilmiş gibi duran İngilizlerin sayısının çokluğu da dikkatimden kaçmamıştı. Hepsi de iyi giyimliydi. Yüzlerinde acıkmış bir ifade vardı. Her biri alçak sesle ve ciddi bir tavırla iri yarı, zengin Amerikalılarla konuşuyorlardı. Bir şeyler satmaya çalıştıklarından neredeyse emindim. Hisse senedi, sigorta poliçesi ya da otomobiller. Etrafta dolanan kolay paranın kokusunu almışlar ve doğru kelimeleri kullanabilirlerse onu kazanabileceklerine inanmışlardı.
Varır varmaz davet sahibini bulmak istedim. Nerede olabileceğini sorduğum bir iki kişi yüzüme tuhaf bakınca ve yerini bilmediklerini hararetle anlatınca hemen uzaklaşıp içkilerin dağıtıldığı masaya sığındım. Burası yalnız bir adamın arkadaşsız ve amaçsız görünmeden bekleyebileceği tek yerdi.
Zil zurna sarhoş olma yolunda hızla ilerlerken, Jordan Baker içerden çıkarak mermer merdivenlerin başında göründü. Hafif geri çekilerek kibirli bir tavırla bahçeyi süzmeye koyuldu.
Gelip geçenlere kibar sözler sıralamaktansa, o an hoş karşılanayım ya da karşılanmayayım, tanıdık birine yanaşmak daha makul görünüyordu.
“Merhaba!” diye seslendim yanına doğru ilerlerken. Sesim elimde olmadan biraz fazla çıkmış, bahçeyi inletmişti.
“Burada olabileceğin aklıma gelmişti” dedi ben yukarı çıkarken “komşu olduğunuzu hatırladım” İçtenlikten uzak bir tavırla elimi sıktı. Benimle bir dakika sonra ilgileneceğine söz verir gibiydi. Bir
taraftan da merdivenlerin alt basamağında bekleyen birbirinin tıpkısı sarı elbiseler giymiş iki kızın söylediklerini duymaya çalışıyordu.
“Merhaba” diyordu kızlar, “kazanamadığınıza üzüldük!”
Önceki hafta yapılan golf turnuvasından bahsediyorlardı. Jordan finallerde elenmişti.
“Bizi hatırlamadınız galiba. Bir ay kadar önce burada tanışmıştık” dedi sarı elbiselilerden biri. “Saçlarını boyamışsın ondandır” dedi Jordan. Ben irkilmiştim ama kızlar çoktan uzaklaştığından,
söylediklerini zamanından önce doğan aydan başka duyan olmadı. Bu sahte ayın da yemekleri hazırlayan şirketin marifeti olduğuna şüphe yoktu. Jordan’ın narin, altın rengi kolu kolumda merdivenlerden inip bahçede yürümeye başladık. Alacakaranlıkta bir tepsi kokteyl önümüzden geçtikten sonra sarı elbiseli o iki kız ve üç erkekle birlikte bir masaya oturduk. Erkeklerin her biri de kendini Bay Mumble olarak tanıtmıştı.
“Bu partilere sık gelir misiniz?”diye sordu Jordan yanındaki kıza.
“En son sizinle tanıştığım partiye gelmiştim” diye yanıtladı kız, güven dolu bir sesle.
“Senin de öyle değil mi Lucille?” diye sordu.
Lucille için de öyleydi.
“Gelmek hoşuma gidiyor” diyordu Lucille, “yaptıklarımı hiç umursamam. O yüzden de iyi vakit geçiririm. Son gelişimde tuvaletim bir iskemleye takılıp yırtılmıştı. O zaman bana adımı ve adresimi sordu. Bir haftaya kalmadan eve Courier mağazasından, içinde yepyeni bir tuvalet olan paket geldi.”
“Peki kabul ettin mi?” diye sordu Jordan
“Elbette ettim. Bu gece giyecektim ama göğüs kısmı büyük geldi. Değiştirilmesi gerekecek. Gaz alevi renginde, üzeri de eflatun boncuklarla işli. Tamı tamına iki yüz altmış beş dolar.”
“Böyle şeyler yapan birinde bir gariplik olmalı” dedi öteki kız, içinden gelerek, “Anlaşılan kimseyle arası bozulsun istemiyor.”“Kim istemiyor?” diye sordum.
“Gatsby. Biri bana demişti ki…”
İki kız ve Jordan öne eğilip birbirlerine sokuldular.
“Biri bana onun zamanında birini öldürdüğünü söylemişti.”
Hepimizi heyecan sarmıştı. Üç Bay Mumble da eğilip merakla dinlemeye koyuldu.
“O kadar ileri gittiğini sanmam” dedi Lucille şüphe içinde, “ama savaş sırasında Alman casusluğu yaptığı doğru olabilir.”
Adamlardan biri başını sallayarak onayladı.
“Gatsby’i çok iyi tanıyan birinden duydum. Çocukluk yılları birlikte Almanya’da geçmiş” diyerek bizi inandırmaya çalıştı.
“Yok canım!” dedi ilk konuşan kadın, “doğru değildir çünkü savaşta Amerikan ordusunda görevliymiş.”
İlgi ve bakışlarımız tekrar ona yönelince sırrını paylaşıyormuş gibi biraz daha eğildi, “Kimsenin bakmadığını düşündüğü zamanlarda ona dikkat edin. Birini öldürdüğüne bahse girerim.”
Gözlerini kıstı ve titredi, Lucille de titriyordu. Hepimiz etrafta Gatsby’i aramaya koyulduk.
Bu dünyada fısıldayacak konu bulmakta güçlük çekenler için Gatsby böyle romantik ve gizemli söylentilere ilham kaynağı oluyordu.
İlk yemek servisi -gece yarısından sonra bir tane daha vardı- başlamıştı. Jordan beni kendi grubuyla oturmaya davet etti. Bahçenin öteki yanındaki masalardan birine yayılmışlardı. Grupta evli üç çift ve Jordan’ın refakatçisi bulunuyordu. Bu sonuncusu ateşli konuşmalar yapmakta ısrarlı, genç bir üniversite öğrencisiydi. Her tavrı ile er ya da geç Jordan’ın vücudunu elde edeceğine dair inancını belli ediyordu. Gruptakiler sağda solda dolaşmak yerine birlikte kalmayı yeğlemiş ve bir bütün olarak ağırbaşlı banliyö sosyetesinin temsilcisi olmayı seçmişti. East Egg’liler lütfedip West Egg’lilere yakınlaşmışlardı ama buraların renkli ve hareketli havasına kapılmamaya da dikkat ediyorlardı.
“Haydi kalkalım” diye fısıldadı Jordan, epey sıkıcı geçen yarım saatin ardından, “burası bana fazla kibar.”
Masadan ayrılırken davetin sahibini bulmaya gittiğimizi açıkladı. Onu hiç tanımıyordu ve bundan rahatsızlık duyuyordu. Üniversiteli, alayla karışık hüzünlü bir halde başıyla onayladı.
Baktığımız ilk yer bar oldu. Kalabalıktı ama Gatsby orada değildi. Onu merdivenlerin başında ya da verandada da bulamadı. Şansımızı karşımıza çıkan ihtişamlı kapıda denemeye karar verdik. Kendimizi, oymalarla süslü, İngiliz meşesinden mobilyalarla Gotik tarzda döşenmiş –muhtemelen içindekiler savaş sırasında zarar gören Avrupa’daki bir binadan getirilmişti- bir kütüphanede bulduk.
Koca, kalın gözlükleriyle orta yaşlı, iri yapılı bir adam bir masanın kenarına oturmuş raflardaki kitaplara bakıyordu. Hafif sarhoştu. Girdiğimizi fark edince heyecanla arkasına dönerek Jordan’ı baştan aşağı süzdü.
“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu birden.
“Ne hakkında?”
Eliyle kitap dolu rafları gösterdi.
“Bunlar” dedi, “gerçi bir şey demenize gerek yok. Ben inceledim. Hepsi de hakiki.” “Kitaplar mı?”
Başını salladı.“Bütünüyle gerçek: Sayfaları, yazıları, her şeyleri var. Sadece dayanıklı, süslü karton ciltler olduklarını sanmıştım ama değillermiş. Hepsi hakiki. Durun size göstereyim.”
Kuşku duyduğumuzdan neredeyse emindi. Raflara doğru ilerledi Stoddard Lectures kitabın birinci cildi ile geri döndü.
“Görüyor musunuz!” diye bağırdı muzaffer bir edayla, “İşte hakiki bir kitap. Ne kadar yanılmışım. Bu adam tam bir Belasco!1 Bu büyük bir zafer. Ne zevkli, ne güzel bir seçim! Hem haddini bilip sayfaları da kesip azaltmamış. Daha ne istenir ki?”
1 David Belasco (1853 – 1931) Amerikalı Oyun yazarı. Devasa bir kütüphaneye sahipti. ÇN
Kitabı elimden kapıp yerine koyarken bir yandan da bir tuğla eksilirse tüm kitaplığın çökeceği gibilerden bir şeyler mırıldanıyordu.
“Sizi kim getirdi?’ diye sordu birden, “Yoksa öylece mi geldiniz? Mesela beni biri getirdi. Buradakilerin çoğu da öyle gelmiştir zaten.”
Jordan onu yüzünde gülümseme ile dinliyordu ama yanıt vermedi.
“Beni Bayan Roosevelt getirdi. Bayan Claud Roosevelt. Onu tanır mısınız? Dün gece tanıştık. Bir haftadır sarhoş dolaşıyorum da belki bir kütüphanede oturursam ayılırım diye düşündüm.”
“Ayıldınız mı peki?”
“Eh, biraz. Yine de pek emin değilim Yani henüz değilim. Çünkü buraya geleli bir saat oldu. Size bu kitaplardan söz ettim mi? Tümü de hakiki kitap. Üstelik-”
“Söylemiştiniz.”
Ciddiyet içinde elini sıktıktan sonra oradan çıktık.
Bahçede, branda bezinin üzerinde dans etme faslı başlamıştı. Yaşlı baylar kaba saba figürlerle genç kızları ileri geri çekiştirip daireler çizerken, uyumlu çiftler moda hareketlerle eğilip bükülüyor, bezin dışına çıkmamaya çalışıyorlardı. Çok sayıda genç kadın yalnız dans ediyor ya da bazen orkestradakilerin banjo veya davullarını devralarak onların dinlenmesini sağlıyordu. Gece yarısına doğru eğlence doruktayken ünlü bir tenor İtalyanca bir konser verdi, kötü şöhretli bir kontralto ise caz parçaları söyledi. İki konser arasında neşeli, boş kahkahalar yaz gecesinde havada çınlarken bahçenin dört bir yanı marifetlerini sergilemek isteyenlerle doluydu. İkiz bebek kılığına girmiş iki kız – sonradan bizim sarı elbiseliler olduklarını anladım- kendi gösterilerini sundular. Kase büyüklüğündeki kadehlerde şampanyalar ikram ediliyordu. Ay iyice yükselmişti. Boğaz’da yüzen üçgen şekilli, gümüş pullar bahçede çalan banjonun sert, tenekemsi sesiyle titreşiyordu.
Hala Jordan Baker ile birlikteydim. Ben yaşlarda bir adam ve kabadayı tavırlı ufak tefek bir kızla aynı masadaydık. Kız her fırsatını bulduğunda delice kahkahalar atıyordu. Artık biraz eğlenmeye başlamıştım. İki kadeh şampanya içtiğimden gördüklerim anlamlı, gerekli ve derin geliyordu.
Eğlencenin durduğu bir anda bana birinin gülümsediğini gördüm.
“Yüzünüz hiç yabancı gelmiyor” dedi kibarca, “savaşta birinci tümende miydiniz?”
“Evet. Yirmi sekizinci piyade alayı.”
“1918 Haziranı’na kadar on altıncı alaydaydım. Sizi daha önce gördüğümden emindim.”
Kısa bir süre Fransa’nın gri, yağmurlu ve küçük köylerinden söz ettik. Buralarda oturduğunu anlamıştım. Çünkü bir deniz uçağı aldığını ve yarın sabah deneyeceğini söylemişti.
“Benimle gelmek ister misin ahbap? Boğazda bir gezinti yaparız.” “Kaçta?”
“Sana en uygun saatte.”Tam adını sormak üzereyken Jordan bana bakarak gülümsedi.
“Bakıyorum artık eğleniyorsun” dedi.
“Hem de çok. ” Sonra yeni arkadaşıma döndüm. “Benim adıma sıradışı bir parti. Daha davet sahibini bile görmedim. Aslında evim de şurası” diyerek karanlıkta pek seçilmeyen az ötedeki çiti gösterdim.
“Gatsby denen adam şoförüyle bir davetiye göndermiş.”
Bir an hiçbir şey anlamamış gibi yüzüme baktı, sonra birden, “Gatsby benim” dedi.
“Ne?” diye bağırdım, “çok özür dilerim.”
“Biliyorsun sanıyordum ahbap. Korkarım pek de iyi bir ev sahibi değilim.”
Dudaklarında anladığını belli eden samimi bir gülücük dolaştı. Aslında anlayışlı olmaktan öte bir gülüştü. Hayatta dört ya da beş kez görebileceğiniz ender gülüşlerden biri. Karşısındakini sonsuza dek rahatlatabilirdi. Bir an sonsuzlukla yüz yüze gelmiş ve tüm gördükleri içinde sizi seçip, size yönelmiş duygusu veriyordu insana. Sizi, istediğiniz ölçüde anlayan, size kendiniz kadar inanan ve karşınızdakine en iyi halinizle göründüğünüzü kabul eden bir gülüş! Ben bunları düşünürken gülümseme yok oldu. Otuzlu yaşlarda, şık giyimli, genç görünüşlü bir adam duruyordu karşımda. Konuşması fazla gösterişli hatta abartılıydı. Kendini tanıtmadan önce, sözcüklerini özenle seçtiği izlenimi bırakıyordu.
Bay Gatsby kendini tanıtırken kahyası telaşla yanına gelerek Chicago’dan arandığını söyledi. Hepimizi ufak bir baş hareketiyle tek tek selamlayarak yanımızdan ayrılırken, “Bir şey gerekirse hemen haber ver ahbap” diye tembihledi, “özür dilerim, az sonra yeniden size katılırım.”
O gider gitmez hemen Jordan’a döndüm. Ne denli şaşkın olduğumu açıklamam gerektiğini düşündüm. Bay Gatsby’nin orta yaşlı, kırmızı yüzlü, tıknaz biri olduğunu sanıyordum nedense.
“Kim bu adam? Sen tanıyor musun?” diye sordum.
“Gatsby diye biri işte.”
“Nereli olduğunu kastettim? Ve ne iş yapar?”
“Şimdi de sen kendini kaptırdın bakıyorum” dedi belli belirsiz bir gülümseyişle, “bir keresinde bana Oxford’da okuduğunu söylemişti.”
Arka planda bir şeyler şekillenmeye başlarken sonraki cümlesi hepsini siliniverdi. “Ama ben pek inanmadım.”
“Neden?”
“Bilmiyorum” dedi kararlı bir sesle, “orada okuduğuna inanmıyorum işte.”
Bunu söylerken ses tonundaki bir şey bana diğer kızın ‘birini öldürmüş’ deyişini hatırlatmıştı. Bu ise merakımı büsbütün artırmıştı. Hiç düşünmeden, Gatsby’nin Louisiana bataklıklarından ya da New York’un doğusundaki varoşlardan çıktığını söyleyebilirdim. Ama ne idüğü belirsiz bir genç aniden ortaya çıkıp Long Island Boğazı gibi bir yerde bir malikane satın alamazdı. En azından benim gibi, insanları pek de iyi tanımayan, tecrübesiz bir taşralı için buna inanmak zordu.
“Neyse ne işte, böyle büyük partiler veren biri” dedi Jordan somutluktan hoşlanmayan medenilerin o gamsızlığıyla konuyu değiştirirken, “ben de o büyük partileri çok severim. Çok da samimi bulurum. Küçük davetlerde rahat olamazsın, herkesin gözü üzerindedir.”
Birden beş davulun birden çıkardığı gürültü duyuldu. Orkestra şefinin sesi bahçedeki sohbetleri aşarak ortalıkta çınladı. “Bayanlar baylar” diye bağırdı. “Bay Gatsby’nin isteği üzerine sizlere mayıs ayında Carnegie Hall’da büyük ilgi gören Bay Vladmir Tostoff’un en son eserini çalacağız. Yarattığıbüyük heyecanı gazetelerden okumuşsunuzdur.” Hepimize biraz tepeden bakarak, “o ne coşkuydu, Tanrım!” diye ekleyince herkes güldü.
“Eser ‘Vladmir Tostoff’un, Dünya Caz Tarihi’ adını taşıyor” diye tamamladı tutkulu bir sesle. Gözüm Gatsby’e takıldığından, Bay Tostoff’un kompozisyonuna kendimi pek veremedim. Mermer
merdivenlerde durmuş bir gruptan diğerine beğeniyle bakmaktaydı. Bronzlaşmış teni, düzgün yüz hatlarını daha da belirginleştiriyordu. Kısa saçlarına her gün şekil verildiği belliydi. İnsanı hiç de korkutan bir tarafı yoktu. Onu konuklarından ayıran tek şey içki içmemesi olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Çünkü etraftaki şamata arttıkça Gatsby daha da ağırbaşlı görünüyordu. ‘Dünya Caz Tarihi’ konseri bitince kızlardan bazıları erkeklere kedi yavruları gibi sokulup neşe içinde başlarını omuzlarına yaslıyor, bazılarıysa nasılsa bir tutan olur diye kendilerini geriye bırakıp bayılma numarası yapıyordu. Ama kimse kendini Gatsby’nin kollarına bırakmıyor, Fransız buklelerini onun omzuna dokundurmuyor, hep bir ağızdan şarkılar söylenen gruplarda ise ona rastlanmıyordu.
“Afedersiniz”
Gatsby’nin hizmetçisi yanımızda bitivermişti.
“Bayan Baker siz misiniz?” diye sordu, “Rahatsız ettim ama Bay Gatsby sizinle yalnız görüşmek istiyor.”
“Benimle mi?” dedi kız şaşkın şaşkın.
“Evet madam.”
Jordan yavaşça kalkarken, kaşlarını şaşkınlıkla kaldırıp bana baktı, sonra kahyanın peşi sıra yürüdü. Giderken gece elbisesini de spor kıyafetleri gibi taşıdığını fark ettim. Yürüyüşü ve tavırları sabahın serin, taze havasında golf sahasında dolaşıyormuş gibi rahattı.
Tek başıma kalmıştım. Saat sabahın ikisiydi. Bir süre taraçaya bakan çok pencereli, uzunca odadan gelen anlaşılmaz ama ilginç seslere kulak verdim. Jordan’ın, iki dansçı kızla obstetrik konular konuşan üniversitelisi beni de onlara katılmaya davet etti. Ama ben kaçıp içeri girdim.
Geniş salon insanlarla doluydu. Sarı elbiseli iki kızdan biri piyano çalıyor, yanındaki uzun boylu, kızıl saçlı genç kadın şarkı söylüyordu. Çokça şampanya içmişti ve söylediği şarkının ortasında, her şeyin onu çok üzdüğüne karar verdiğinden olacak, yerli yersiz ağlıyor, eseri iç çekmeler ve hıçkırıklarla dolduruyor, sonra soprano sesi titreyerek kaldığı yerden söylemeye devam ediyordu. Gözyaşları yanaklarında çizgiler oluşturuyor, hemen akıp gitmeden önce boncuklarla dolu kirpiklerinde mürekkep rengini alıyor, sonra ince siyah derecikler şeklinde yollarına devam ediyorlardı. Birileri muzipçe, yüzünde oluşan notalara bakarak söylemesini teklif ettiğinde kollarını kaldırıp en yakın koltuğa kendini bıraktı. Oracıkta sızdı. Derin bir uykuya dalmıştı. Yanı başımda beliren bir başka kız. “Az önce, kocası olduğunu söyleyen biriyle tartıştılar” diyerek beni bilgilendirdi.
Etrafıma baktım. Orada bulunan kadınların çoğu, kocaları olduğunu iddia eden adamlarla tartışıyordu. Jordan’ın grubunda bile –şu East Egg’liler dörtlüsü- münakaşa çıkmıştı. Adamlardan biri genç bir aktrisle hararetli bir sohbete dalmış, karısı durumu bir süre umursamadan, mağrur bir gülümsemeyle karşıladıktan sonra, saldırıya geçmişti. Öfkeli bir yılan gibi adama sokulup, durmadan “Söz vermiştin!” diyerek tıslıyordu.
Eve gitmedeki isteksizlik sadece sarhoş erkeklere mahsus değildi. Salon bir anda acınacak ölçüde ayık iki adam ve öfkeli eşleri tarafından işgal edilmişti. Kadınlar olanca sesleriyle birbirlerine acımakla meşguldü.
“Ne zaman eğlendiğimi görse bizimki eve gitmek ister.”“Ömrümde böyle bencilce bir şey duymadım.”
“Her partiden ilk çıkan biz oluruz.”
“Biz de öyle.”
“Neyse ki bu gece en son biz çıkıyoruz” dedi adamlardan biri utangaçça, “orkestra gideli bile yarım saat oldu.”
Böylesi bir kötülüğe dayanılamayacağı konusunda anlaşmalarına karşın, kadınların tartışması kısa süreli bir boğuşmayla son buldu. Kocaları ikisini de yerden kaldırırken, gecenin karanlığına tekmeler savuruyorlardı.
Salonda uşağın şapkamı getirmesini beklerken kütüphanenin kapısı açıldı. Jordan Baker ile Gatsby birlikte çıktılar. Gatsby kıza son birkaç şey söylerken, veda etmek için yanlarına gelenler olunca tavırlarındaki yakındık aniden resmiyete dönüşüverdi.
Jordan’ın grubu girişte sabırsızlıkla onu çağırırken o biraz ağırdan alarak elimizi sıktı ve kulağıma, “İnanılmaz bir şey öğrendim” diye fısıldadı, “biz gireli ne kadar oldu?
“Bir saat kadar.”
“Gerçekten inanılmaz” diye yineledi dalgın dalgın, “ama söylemeyeceğime yemin ettim. Seni de boş yere umutlandırmış oldum işte.”
Yüzüme karşı nazikçe esnedi, “Lütfen beni ara…telefon rehberi…teyzemin adına kayıtlı. Bayan Sigourney Howard”
Konuşurken bir yandan da hızlı hızlı yürüyordu. Kapıda bekleyen arkadaşlarına karışırken bronzlaşmış eliyle gösterişli bir selam verdi.
İlk kez geldiğim bir evde bu kadar çok kaldığım için utanmıştım. Gatsby’nin çevresinde toplanmış son konuklara ben de katıldım. Partiye geldiğimde kendisini bulamadığımı söylemek ve bahçedeyken onu tanımadığım için özür dilemek istiyordum.
“Hiç önemi yok” dedi hemen, “kafanı bunlara yorma ahbap” sözleri de, omzumu sıvazlayan eli de samimi olmaktan öte sıradan bir nezaket gösterisi gibi gelmişti bana.
“Sabah dokuzdaki geziyi unutma.”
O sırada uşak geldi, “Philadelphia’dan arıyorlar efendim” dedi.
“Tamam. Bir dakika. Hemen geliyorum…İyi geceler”
“İyi geceler.”
“İyi geceler” diyerek gülümsedi. Birden oradan son ayrılanlardan biri olmamın kendisi için önem taşıdığını ve bunu istemiş olduğunu düşündüm, “İyi geceler ahbap… iyi geceler.”
Merdivenlerden inerken partinin henüz sona ermediğini anladım. Kapıdan birkaç metre ötede bir düzine otomobil farı kargaşa dolu ve tuhaf bir manzarayı aydınlatıyordu. Tekerleklerinden biri yolun yanındaki kanala girerek kırılmış yepyeni, spor bir araba sol tarafına yatmıştı. Gatsby’nin evinden iki dakika önce ayrılan davetlilerden biriydi bu. Tekerleğin fırlamasına duvarın sivri çıkıntısı neden olmuş, yarım düzine kadar meraklı sürücü topluluğu durumu dikkatle incelemeye koyulmuştu. Hepsi arabalarını yolun ortasına bıraktığından arada kalanların kornalarından çıkan akortsuz, tiz sesler kulak tırmalıyor, karmaşayı iyiden iyiye artırıyordu. Enkazdan, üzerinde uzunca bir tozluk olan bir adam çıkıp yolun ortasında durdu. Hoşnut ama şaşkın bakan gözleri arabadan tekere tekerden izleyicilere dönüyordu.
“Görüyorsunuz ya” diye açıklıyordu, “kanala girdi.”
Olaya çok şaşırdığı belliydi. Önce bu aşırı şaşkın tepkiyi sonra da adamı tanıdığımı fark ettim.Gatsby’nin kütüphanesinin geç saatteki müdavimiydi.
“Nasıl oldu bu?”
Omuzlarını silkti.
“Ben makinelerden hiç anlamam” diye kestirip attı.
“Peki kaza nasıl oldu? Duvara mı tosladınız?”
“Bana sormayın” dedi Baykuş gözlü durumdan sıyrılmaya çalışarak, “araba kullanmayı pek bilmem, hatta hiç bilmem. Bir kazadır oldu işte. Tüm bildiğim bu.”
“Kötü bir sürücüyseniz, gece kullanmayı denemeyin.”
“Ben kullanıyordum ki” dedi biraz kırgın, “kullanan ben değildim.”
Çevredekilerin üzerine derin bir sessizlik çökmüştü,
“Canından olmak mı istiyorsun?”
“Şansın varmış ki yalnızca teker çıkmış! Hem kötü sürücü, hem de kullanmıyormuş” “Anlamıyorsunuz” dedi suçlu suçlu, “arabayı kullanan ben değildim. İçerde biri daha var.”
Bu itirafın neden olduğu şaşkınlık, “Aaa!” sesleriyle canlanırken spor arabanın kapısı yavaşça aralandı. Kalabalık -etrafımız iyice dolmuştu- gönülsüzce geri çekildi. Kapı açıldığında tuhaf bir durgunluk oldu. Soluk yüzlü, cılız bir adam, elinde tuttuğu koca bir dans ayakkabısıyla, sağa sola tutunarak enkazdan adeta parça parça çıktı.
Farlardan gözü kamaşan, aralıksız öten kornalardan şaşkına dönen hayalet kılıklı kişi, uzun tozluklu adamı fark etmeden önce olduğu yerde bir süre sallandı.
“Ne oldu” diye sordu sakince “benzin mi bitti?”
“Şuraya bak istersen”
Yarım düzine işaret parmağı kopmuş tekerleği gösteriyordu. Adam bir süre baktıktan sonra, yukarıdan düştüğünü sanmış olacak ki kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı.
“Teker fırlamış” diye bir açıkladı biri.
Adama başını salladı.
“Durduğumuzu fark etmedim.”
Yeniden sessizlik. Adam derin bir nefes alarak omuzlarını dikleştirdikten sonra kararlı bir sesle, “Bana benzin istasyonunun yerini söyleyecek biri var mı?” dedi
Ondan biraz daha ayık, en az bir düzine insan, tekerlekle otomobil arasında artık fiziksel bir bağ olmadığını anlatmaya çalıştı. Aradan bir dakika geçti.
“Geri çekilin” dedi adam, “arabayı çevirip eski haline getirelim.”
“Ama tekeri yok”
Biraz durdu.
“Denemekten zarar gelmez.
Kornaların viyaklamaları dayanılmaz hale gelmişti. Oradan uzaklaşıp aradaki yeşil alanı geçerek evin yolunu tuttum. Varmadan, dönüp bir kez daha baktım. Gatsby’nin evi üzerinde parlayan ay geceyi daha da güzelleştiriyor, kahkaha ve seslerin dindiği, parlak bahçeye hala hayat veriyordu. Pencere ve görkemli kapılardan dışarı zamansız bir boşluk taşıyor, o boşluk terasta durup elini resmi bir veda için kaldıran sahibine büyük bir yalnızlık bahşediyordu.
Şimdiye dek yazdıklarıma bakınca, dikkatimin birkaç hafta arayla üç ayrı gecede toplandığını anlıyorum. Oysa bunlar hareketli bir yaz mevsiminin olağan etkinlikleriydi ve üzerinden çok zaman geçene kadar, kendi gönül işlerimden çok daha az meşgul ediyorlardı beni.Zamanımın çoğunu çalışarak geçiriyordum. Sabahın erken saatlerinde güneş gölgemi batı yönünde uzatırken, New York’un aşağı mahallelerinin beyaz vadilerinden geçerek Probity Şirketi’ne doğru koşturuyordum. Şirketteki katiplerin ve senet satıcısı gençlerin hepsinin adını bilirdim. Birlikte loş ve kalabalık lokantalarda oturur sosis ve patates püresi yer kahve içerdik. Hatta muhasebe bölümünde çalışan Jersey City’de oturan bir kızla ufak bir gönül ilişkim bile olmuştu. Ağabeyinin bana manidar baktığını fark edince, kızın temmuzda izin alıp tatile çıkmasını fırsat bilerek işin peşini sessiz sedasız bıraktım.
Aksam yemeğimi genellikle Yale Kulübü’nde yerdim. Nedense benim için günün en sıkıcı zamanları olurdu. Sonra üst kattaki kütüphaneye çıkar ve bir saat kadar yatırım ve hisse senetleri hakkında yazılanları okuyarak bilgi edinmeye çalışırdım. Kulüpte her zaman birkaç gürültücü geveze olurdu ama kütüphaneye çıkmazlardı. Bu yüzden rahat çalışmaya uygun bir yerdi. İşim bitince hava yumuşaksa, Madison Bulvarı’nda yürür, eski Murray Hill Otel’ini geçer, 33. Caddeden Pennsylvania İstasyonu’na varırdım.
New York’u sevmeye başlamıştım. Gecelerin o canlı, maceralı havası, kadın, erkek ve otomobillerin ışık-gölge oyunları etkiliyordu beni. 5. Caddede yürürken kalabalığın içinden romantik kadınları seçer birkaç dakika sonra hayatlarına gireceğimi hayal ederdim. Kimse haberdar olmaz ve karşı çıkmazdı. Bazen hayalimde gizli caddelerden birinin köşesindeki evlerinin kapısına kadar peşlerinden gider, tam içeri girecekken bana bakıp gülümsediklerini, sonra karanlıkta kaybolduklarını görürdüm. Bazen de metropolün günbatımında içimi tuhaf bir yalnızlık kapladığı olurdu. Bunu başkalarında da görürdüm. Vitrinlerin ününde oyalanarak, yalnız geçirecekleri yemek saatinin gelmesini bekleyen zavallı genç katipler, alacakaranlıkta gecenin ve yaşamın en güzel anlarını harcarlardı.
Akşam sekizde 40. Caddenin loş sokaklarında tiyatro semtlerine giden, beş şerit halinde dura kalka ilerleyen taksileri izlerkense içim daralırdı. Bekleyen arabalarda insanlar birbirine sokulup şarkılar söyler, duyamadığım fıkralara kahkahalar atar, yakılan sigaraların dumanı içerdeki görünmez bir sürü jesti çevrelerdi. Ben de eğlenceye gitmek için sabırsızlanıyormuşum gibi davranır, onların heyecanlarını paylaşır, aynı zamanda hepsinin mutlu olmasını dilerdim.
Bir süre Jordan Baker ’ın izini kaybeder gibi oldum. Ama yaz ortalarına doğru yine karşılaştık. Başlarda onunla görünmekten bile gurur duyuyordum, çünkü ünlü bir golf şampiyonuydu ve tanınıyordu. Bu duygulara zamanla başkaları da eklendi. Aşık olmasam da ona sıcak bir yakınlık ve ilgi duyuyordum. Çevresine karşı bezgin tavırların ve biraz küstah yüz ifadesinin arkasında bir şeyler sakladığını -tüm yapmacık tavırlar başlangıçta bir şeyleri saklamaya yöneliktir- düşünüyordum. Bir gün bunun ne olduğunu öğrendim. Warwick’teki bir ev partisinde, ödünç aldığı üstü açık arabayı yağmur altında bırakmış, bu konuda yalan söylemişti. Sonra birden, Daisy’nin evinde tanıştığımız gece aklıma gelmeyen o hikayeyi hatırladım. Katıldığı ilk büyük golf turnuvasında, gazetelere de yansıyan epey gürültü koparacak bir söylentiye göre, yarı-finalde topun yerini değiştirmişti. Olay skandal boyutuna ulaşmak üzereyken üstü kapanmıştı. Sopaları taşıyan görevli iddiasından vazgeçmiş, olaya şahit olduğunu söyleyen ikinci kişi de yanılmış olabileceğini kabul etmişti. Olay ve kahramanının adı aklımda kalmış olmalıydı.
Jordan Baker içgüdüsel olarak zeki ve kurnaz erkeklerden uzak dururdu. Artık bunun nedenini anlıyordum. Ahlak kurallarından uzaklaşmanın mümkün olmadığına inanılan ortamlarda kendini güvende hissediyordu. İflah olmaz bir sahtekardı o. Dezavantajlı bir duruma düşmeye katlanamadığından, buna razı olmayıp gençliğinde bile kaçamak yollara baş vurarak, dünyayaçevirdiği o soğukkanlı ve küstah gülümsemesi ile diri, gösterişli vücudunun isteklerini yerine getirmeyi adet edinmişti.
Benim açımdan fark eden bir şey yoktu. Yalanlarından dolayı bir kadını fazla suçlayamayız. Önce biraz üzülür gibi oldum ama sonra unuttum. O geceki partide de aramızda araba kullanmakla ilgili ilginç bir sohbet geçmişti. Jordan yol kenarındaki işçilerin o kadar yakınından geçmişti ki çamurluğumuz adamlardan birinin düğmesini kopardı.
“Berbat bir şoförsün!” diye bağırdım, “Ya daha dikkatli sür ya da araba kullanma.”
“Dikkat ediyorum”
“Hayır etmiyorsun.”
“Boş ver, öteki sürücüler dikkat eder nasılsa” dedi şakacı bir tavırla.
“Ne ilgisi var şimdi?”
“Yolumdan kaçarlar işte. Kaza iki kişiyle yapılır.”
“Ya senin kadar dikkatsizine rastlarsan.”
“Umarım böyle bir şey olmaz. Dikkatsiz kişilerden nefret ederim. Onun için senden hoşlanıyorum ya.”
Güneşten yorulan, gri gözlerini yoldan hiç ayırmadan ilişkimizin yönünü saptırmayı iyi başarmıştı. Bir an ona aşık olduğumu düşündüm. Ama çok düşünüp geç karar veren biriydim. Ayrıca arzularımı frenleyen bir sürü kuralım da vardı. Bu yüzden ilk yapmam gerekenin buraya, yani New York’a gelmeden kendimi kaptırdığım o eski akıntıdan kurtarmaktı. Haftada bir ona mektup yazıp altını ‘Sevgiler, Nick’ diye imzalıyordum. Tenis oynarken üst dudağında minik ter damlacıkları birikmesi de hala gözümün önünden gitmiyordu. Onunla aramızda adı konmamış bir anlaşma vardı. Kendimi özgür hissetmem için o anlaşmayı ustalıkla bozmam gerekiyordu.
Her insan kendinde en az bir büyük erdem olduğuna inanır. Benimki, tanıdıklarım arasında en dürüst kişi olmamdır.
Yorumlar