İçeri adımımı attığımda, karşımdaki sahne, tanrının kudretini tüm dehşetiyle hissettiriyordu. Gözlerimin önünde yükselen devasa golem, sanki taş bir dağın bilincine sahip haliydi; gövdesi bir gözün şeklini almış, hareketleri ise bir varlığın ötesinde bir korku uyandırıyordu. Fakat onun bu kutsal görevi Tanrı’nın Gözünü korumak, içimde tek bir korku bile uyandıramıyordu. O an, içimde büyüyen kararlılık, her türlü dehşetin önüne geçiyordu. Kılıcımı sıkıca kavradım ve kararsızlığa yer bırakmaksızın ileriye atıldım. Yine de, devin gözle görülür hızı, umduğumdan fazlasını karşıma çıkarıyordu. Bir an içinde üzerime inen muazzam darbeyi fark ettim. Geriye doğru sıçradım, darbeden kaçmayı başarmıştım, fakat o an göğsümde bir karamsarlık belirdi; her şeyin sonu burada mıydı? Fakat bu anlık korku, içimde yükselen öfkeyi beslemekten başka bir işe yaramadı. Golemin arkasına hızla dolandım, kılıcım yukardan aşağıya bir kasırga misali indi. Ancak, kılıç gövdesine çarptığında, sadece bir tok sesi yankılandı o taş devin üzerinde en ufak bir iz bile bırakmamıştı. Bir yandan kulaklarımda yankılanan fısıltılar, karanlığın varlıkları gibi, zihnimi işgal ediyordu. “Yanlış kararlar verdin…” diyorlardı, her biri zehirli bir ok gibi bilincime saplanıyordu. Fakat bu lanetli seslere boyun eğmeyecektim. Görevim, Tanrı’nın Gözünü alma.
Golemin devasa boyutları bana bir avantaj sağlayabilirdi; eğer bir şekilde gözü kapabilirsem, golem o dar geçitlerden dışarı çıkamayacak, kutsal taşın varlığı olmadan da zamanla çökecekti. Planımı kafamda şekillendirirken gözlerimi gözbebeği gibi koruduğu taşa çevirdim ve hamlemi yaptım. Fakat dev, keskin bir farkındalıkla önüme geçti, yollarımı tıkadı. O an, başka bir seçeneğim kalmamıştı. Golemin vücuduna tırmanmaya başladım, her adımımda taşın soğuk, pürüzlü yüzeyi derime işliyordu. Nihayet, Tanrı’nın Gözü’ne ulaştım. O an, taşa dokunduğumda, sanki dünyadaki tüm karanlık, tüm acı bir an için geri çekilmişti. Kafamdaki sesler aniden sustu; sadece kutsal bir sessizlik vardı, Tanrı’nın mutlak iradesi gibi. O an taş ellerimdeydi ve hızla yere atladım. Golemin hareketleri kararsızlaşmış, onun gücü taşla birlikte odada hapsolmuştu. Bir an bile tereddüt etmeden, odadan dışarıya fırladım. Golemin çığlıkları ardımda kalırken, taşın soğuk ama huzurlu ağırlığı ellerimde parlıyordu. Görevim tamamlanmıştı.
Köprünün başına vardığımda, önceden gelen zorlukların ardından her şey beklediğimden kolay görünüyordu. Adımlarım, taşı elimde güvenle tutarken, önümdeki yolu bir an bile sorgulamadan köprünün üzerinde yankılanıyordu. Gözlerim ileriye dikilmişti; karşıda ulaşmam gereken güvenli topraklar vardı, sanki tanrılar bile artık beni durdurmaktan vazgeçmişti. O anın dinginliği yanıltıcıydı, fakat içimde bir uyanışa neden olmuyordu. Ancak, adım attıkça tahtalar altımda tiz bir şekilde takırdamaya başladı, sanki eski bir şarkıyı fısıldayan çatlak bir lira gibi. Bu ses önce önemsizdi; birkaç eski tahta, yılların yıprattığı zayıf bir köprüydü, diyordum kendi kendime. Fakat bu fısıltı bir süre sonra bir çığlığa dönüştü. Her adımda, tahtaların takırtıları artıyor, köprünün zayıflığı bana bir kâbus gibi çöküyordu. Bir an için aşağıya baktım ve birden gözlerimin önünde gördüğüm şey, beni sert bir gerçekle karşılaştırdı:
Köprü parçalanmış, tahtalar birer birer kırılmıştı. Artık ayaklarımın altında sağlam bir zemin yoktu, sadece dipsiz bir boşluk, karanlığın derinliğine doğru açılan bir çukur. Düşmeye başlamıştım. O an, zaman durdu. Havanın soğukluğu, rüzgarın kulaklarımdaki uğultusu, bedenimin ağırlığı; hepsi bir araya gelmişti ve ben, sanki dünyadan kopmuş gibiydim. Taş hâlâ elimdeydi, ama o an onun kutsallığı bile beni bu düşüşten kurtaramıyordu. Zihnimde yankılanan tek şey, bir boşluk hissiydi her şeyin bitme ihtimali, her şeyin karanlığa gömülme korkusu. Bu çukurun derinliğini bilmiyordum; yere çarpmam an meselesiydi.
-Devamı sonraki bölümde-
Yorumlar