Sabahın ilk ışıkları, sarayın devasa pencerelerinden içeri sızarken, uykunun soğuk gölgesi üzerimden kalkmamıştı. Zihnim hâlâ gece yaşanan çarpışmaların, o tehlikeli sinsi adımların yankılarıyla doluydu. Ancak saraydan gelen çağrı, yorgunluğumu unutturdu. Kral, sabahın erken saatlerinde huzuruna çağırmıştı. Hızla toparlandım ve yüzyılların tanığı olan o geniş taş koridorlarda yankılanan adımlarımla tahta doğru ilerledim.
Kral beni karşılarken, onun yaşlı gözlerinde minnetin ve borcun ağırlığını görebiliyordum. O kudretli varlık, her şeye hükmeden o taçlı baş, şimdi bana teşekkür edercesine eğilmişti. Derin bir iç çekişle konuşmaya başladı, sesi krallığın taşlarına kazınmış gibi ağır ve yankılıydı.
“Dün gece hayatımı kurtardın,” dedi, ciddiyetle. “Bu hizmetini karşılıksız bırakmayacağım. Dile benden ne dilersen; altın mı, toprak mı, unvan mı? Bu krallığın hazineleri emrindedir.”
Onun gözlerindeki samimiyet ne kadar gerçek olsa da, söyledikleri bana uzak ve yabancıydı. Kral, beni bu dünyanın sıradan istekleriyle yanılgıya düşürebileceğini sanıyordu. Altın, toprak, unvan… Bunlar benim için yalnızca birer gölgeydi, bir sis perdesi gibi uzak ve anlamsızdı. Beni yaşatan, içimdeki tek arzu, o ejderhanın cansız bedeni, ailesiz bırakılmış ruhumun yakıcı intikamıydı.
Kralın teklifine karşı sessizce başımı kaldırdım, gözlerim onun derin, çelikten bakışlarına dikildi. “Majesteleri,” dedim, sesimde taşlaşmış bir öfkenin yankısı vardı. “Benden para ya da toprak dileyebileceğimi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Benim istediğim hiçbir hazinede bulunmaz. Ailemi katleden, yüreğimde onulmaz yaralar açan ejderhanın izini sürmek istiyorum. Onunla aramda asırlık bir kan davası var. Onun canını almadan, ne bu dünyada huzur bulabilirim ne de öteki dünyada.”
Kral, sessiz bir derin düşünceye daldı. Gözleri uzaklara, sarayın eski duvarlarına takılı kaldı. O an, onun gözlerinden geçeni hissedebiliyordum; kendi geçmişi, kayıpları ve savaşları gözlerinin önüne birer hayalet gibi geliyor olmalıydı. Sonra başını yavaşça salladı ve derin bir nefes alarak, bana ağır ağır döndü. “Ejderhanın izini bulmak kolay değil,” dedi, sesi bir fırtınanın ardından gelen sessizlik gibiydi. “Ama bu topraklarda bilgiye hükmeden biri var: Kraliyet büyücüsü. O, kadim bilgilerin ve haritaların bekçisidir. Eğer bir umut varsa, onu bulabilecek olan odur. Git ve büyücüyle konuş. Sana rehberlik edecektir.”
Bu sözlerle kral, bana yeni bir yol gösterdi. İçimde, kalbimin en derininde, ejderhayı bulmaya bir adım daha yaklaştığımın farkındaydım. Ama bu yol, yalnızca kan ve ateşle döşeli olacaktı.
Kralın yönlendirdiği adımlarla, sarayın en derin, en karanlık dehlizlerine doğru yürüdüm. Taş duvarlar soğuktu, yaşanmış binlerce yılın sessizliğini taşıyorlardı. Zamanın ötesine geçmiş bu yerlerde, bilginin ve sırrın kalbi atıyordu. Kraliyet büyücüsünün odasına yaklaştıkça, havada garip bir elektrik hissediliyordu. Sanki görünmez bir güç, bu duvarları tutuyor ve onları gökyüzüne doğru çekiyordu.
Kapıyı ağır bir gıcırtıyla açtım ve içeriye adım attım. Büyücü, incecik, adeta bir gölge gibi, eski bir masa başında oturuyordu. Başını yavaşça kaldırdı, gözleri tıpkı bir okyanusun derinlikleri kadar karanlık ve sakindi, fakat o karanlıkta, yüzyılların bilgeliği saklıydı. Ses çıkarmama gerek kalmadan, o beni çoktan biliyordu. Beni ve içimde taşıdığım yükü, hırsımı, öfkemin köklerini çoktan sezmişti.
“Gel,” dedi, sesinde ne bir davet ne de bir ret vardı, sadece olduğu gibi, değişmeyen bir gerçeklik. Ona yaklaştım ve yaşadıklarımı, ailemi kaybettiğimi, ejderhaya duyduğum o bitmek tükenmek bilmeyen nefreti anlattım. Her kelimemde bir öfke dalgası yükseliyor, her hatıra yüreğimi alev alev yakıyordu. Fakat o, bütün bunları sükûnetle dinledi, sanki bir çocuğun anlattığı masallar gibi.
Sonra gözlerini bana sabitledi, o derin, karanlık gözler adeta ruhumu delip geçiyordu. “Eğer bu gerçekten senin en büyük arzunsa,” dedi, sanki binlerce yıllık bir bilginin yükünü taşıyan kelimelerle. “O halde sana bir yol gösterebilirim. Kuzey topraklarında, karların örtüsü altında gizlenmiş bir tapınak var. O tapınakta, Tanrı’nın Gözü adını taşıyan bir taş saklıdır. Bu taş, kadim zamanlardan beri kutsanmış bir güç taşır. Eğer ona sahip olabilirsen, taş sana yalnızca bir defa hizmet eder; ama o tek anda, istediğin yere doğru seni yönlendirecek bir pusula gibi davranacaktır. Onun yardımıyla ejderhanın izini bulabilirsin.”
Büyücünün sözleri zihnime çakıldı, sanki karanlık bir denizin dibine bırakılmış bir çapa gibi. Tanrı’nın Gözü… Bu isim, içinde mistik bir güç ve tarih taşıyordu. Şimdi önümde yeni bir yol açılmıştı, bir umut ışığı belirmişti, ama bu ışığın ardında ne kadar karanlık ve tehlike yattığını bilmiyordum. Yine de, içimdeki nefretin ateşi, bu taşın sunduğu gücü almak için beni ileri itiyordu.
“Bugün dinleneceğim,” dedim, artık kararım netleşmişti. “Ve sonra yola çıkacağım. Tapınağı bulup Tanrı’nın Gözünü ele geçireceğim. Bu, benim kaderimin bir parçası.”
Büyücü, başını hafifçe eğdi ve sessizce beni onayladı. Dışarıya adım attığımda, sarayın eski taş duvarları artık farklı görünüyordu. Yüreğimde bir amacın ağırlığı vardı; yeni bir hedef, yeni bir yolculuk başlıyordu. Ama bu yolculuğun her adımı beni hem ejderhaya, hem de belki de kendi sonuma bir adım daha yaklaştıracaktı.
Sabahın ilk ışıkları, gökyüzünü pembeyle boyarken, Kral’ın bana armağan ettiği ata bindim. Bu asil hayvan, krallığın gücünü ve kudretini temsil ediyordu, ama ben onu daha derin bir bağla kabul etmiştim. Çünkü bu yolculuk, yalnızca bir krallık görevi değildi; bu, ruhumun en derin yarasını saracak bir intikam arayışıydı. Hedefim net, kalbimse bir alev kadar kararlıydı.
Üç gün süren bu uzun yolculukta, soğuk rüzgârların ve yalnız yolların tanığı oldum. Her gün, ejderhaya olan öfkemin ağır yüküyle uyandım ve güneş batana dek bu yükün altında ezildim. Yol boyunca geçtiğim her orman, her dağ, gölgeler arasında yankılanan sessiz tanıklardı. Zaman zaman aklımda şüphe belirse de, içimdeki o güçlü istek beni yola sabit tuttu; çünkü biliyordum ki, her adım beni kaçınılmaz sona bir adım daha yaklaştırıyordu.
Üçüncü günün sonunda, gözlerimin önünde bir tapınak belirdi. Kaderin yazıldığı, gizem ve kudretin dolup taştığı bir yerdi burası. Tapınağın yıpranmış taşları, kadim zamanlardan kalma bir ağırlık taşıyordu; üzerlerine dökülmüş yapraklar, zamanın insafsızlığını gösterircesine kuru ve cansızdı. Ama burası ölü bir yer değildi. Hayır, aksine, karanlık derinliklerinde hâlâ bir yaşam, bir güç yatıyordu. Atımı dışarıda bırakarak tapınağın ağır taş kapısına yaklaştım.
Tam o anda, kulaklarımın derinliklerinde garip, uğursuz fısıltılar yankılanmaya başladı. Bu sesler, sanki rüzgârın hışırtısına karışan ruhların inlemeleri gibiydi. Her biri, sanki aynı ağızdan, “Gittiğin yol yanlış,” diye fısıldıyordu. Bu sesler, bilinçaltımın derinliklerine dokunuyor, aklımı ve irademi bir an için sarsmaya çalışıyordu. Ama içimdeki nefretin alevi, o fısıltılardan daha güçlüydü. Ruhum, bu sesleri duymazdan gelerek yoluna devam etti. Onlar, yalnızca gölgelerin oyunlarıydı; benim yolumsa kadim bir kaderin çizgisiyle işaretlenmişti.
Tapınağın kapısına dokunduğumda, ellerim taşın soğukluğunu hissetti. Ama kapı beklediğimden daha kolay açıldı, sanki beni çağıran görünmez bir el vardı. İçeri adım attığımda, derin bir karanlık ve sessizlik bana eşlik etti. Taş zeminde yankılanan adımlarım, her yankıda daha da ürkütücü bir hale geliyordu. Her köşe, her karanlık gölge, sanki gizemli gözlerin arkasında saklanıyordu.
Bu yolculukta dikkatli olmalıydım. İçimdeki his, tehlikenin her adımda daha da büyüdüğünü fısıldıyordu. Ama artık geri dönüş yoktu. Bu tapınakta beni bekleyen, Tanrı’nın Gözü olabilirdi; ve o taş, benim ejderhayla olan son hesaplaşmamda rehberim olacaktı.
Tapınağın dar ve kasvetli koridorlarında ilerlerken, her adımda tehlikenin gölgeleri üzerime çöküyordu. Taş duvarlar, üzerlerinde kadim yazıtlar taşıyor, ama bu yazıtlar artık ne bir bilgi ne de bir umut sunuyordu; yalnızca ölümün ve felaketin bekçisi gibiydiler. Adımlarım yankılandıkça, bir an için ayağımın altındaki taş bir milim oynamıştı. O an yüreğim sıkıştı—derin bir çukurun kıyısındaydım. Gözüm karanlığa odaklandığında, aşağıda beliren sivri mızraklar gördüm. Nefesimi tuttum. Eğer bir adım daha atsaydım, o mızrakların keskin dişleri bana sarılıp canımı almış olacaktı. Hayatın ince ipliği üzerinde yürüyordum.
Bu dar koridordan geçtikten sonra karşıma bir şalter çıktı. Beni nereye götüreceği ya da neyle karşılaştıracağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama burada geri adım atmanın faydasız olduğunu biliyordum. İçimde bir anlık tereddüt belirdi, ama sonra aklımdaki tek düşünce ejderhaydı. Nefretim beni yönlendirdi. Şalteri indirdim. Kapının ağır taşları büyük bir gürültüyle açıldı. Fakat o taşların ardında bekleyenler hiç de misafirperver değildi.
İki devasa ork, ellerinde ölümcül balyozlarla birdenbire kapının ardında belirdi. Vahşi, kana susamış gözlerle bana baktılar. Onların o devasa adımları koridoru titretirken, ben içimde derin bir korku hissettim. Ama korku, öfkemin yanında yetersizdi. Orklar üzerime doğru koşarken, son anda kendimi yana doğru yuvarladım. İlk ork, o kör kuvvetiyle hızla duvara çarptı, duvardan gelen yankı koridoru doldurdu. Bir anlığına sendeledi, ama çabuk toparlandı. Diğeri ise, tam arkamdan gelerek dev balyozunu bana savurdu. Darbenin yarattığı rüzgâr neredeyse yüzümü parçaladı, ama son anda kaçmayı başardım.
Bu mücadelede kaçmanın bir sonu yoktu. Bunu fark ettiğimde içimde bir kararlılık doğdu: Kaçmak yerine artık bu yaratıklara karşılık vermem gerektiğini biliyordum. Büyük ork tekrar üzerime doğru hücum ederken, bu kez saldırısı hafifçe bana değdi, derin bir sızı vücudumun her zerresinde yankılandı. Eğer darbenin tamamı bana ulaşmış olsaydı, şu anda çoktan cansız bedenim bu karanlık taşların üzerinde yatıyor olurdu. Ama hayattaydım. Ve hayatta kalmak için savaşmam gerekiyordu.
İki ork birden üzerime doğru koşarken, aklıma bir fikir geldi. Çantamda taşıdığım halatı hızla çıkardım, yere attım ve yana yuvarlandım. Orklar kör bir öfkeyle üzerime gelirken, halata takıldılar. Tam o anda, halatın ucunu hızla çektim; devasa yaratıklar ayaklarına dolanan halatla bir anda sendelediler. Bu, bana ihtiyaç duyduğum fırsatı verdi. Hızla bir ork’un üzerine atıldım, öfkemin ve intikam arzumun verdiği güçle kılıcımı savurdum. Keskin çelik, ork’un boynunu bir darbe ile kopardı, koca başı taş zemine ağır bir gürültüyle düştü.
Diğer ork, ayaklarındaki halatı çözmeye çalışırken sendeledi. Ayağa kalkmak için çabalıyordu, ama ben ona bu fırsatı vermemekte kararlıydım. Hızla yere doğru bir hamle yaparak kılıcımın keskin ucunu ayaklarına savurdum, koca yaratık yeniden yere yığıldı. O an, onun afallamış bakışlarıyla karşılaştım. Ama o bakışlarda korku yoktu; sadece bir hayvanın, kaçınılmaz sonuna teslim olan soğuk bakışları. Son bir kez daha kılıcımı kaldırdım ve ork’un üzerine indirerek bu çarpışmayı sonlandırdım.
Kan, taş zemine karıştı; ama bu kan, yalnızca daha büyük bir savaşın habercisiydi. Şimdi önümde başka engeller, başka tehlikeler vardı. Ama içimdeki ateş asla sönmüyordu. Ejderha beni bekliyordu, ve ona ulaşmadan asla durmayacaktım. Orkları geçtikten sonra, önümde bir uçurumun kenarında asılı duran köprü belirdi. Bu köprü, kadim zamanlardan kalma bir hayatta kalma testinin sembolü gibi görünüyordu; her adımda, taşların gıcırdayan sesleri, köprünün güvenilmezliğini fısıldıyordu. Korkumun gölgesinde, köprüyü geçtim. Her adımda, derinliklerdeki karanlık bana daha da yaklaşıyor gibiydi. Ama neyse ki, köprüyü geçişim sorunsuz oldu ve her şeyin başlangıç noktasına yaklaşmıştım.
Karşımdaki metal kapıyı hafifçe zorlayarak açtım. Kapının arkasında, tapınağın karanlık derinliklerinden çıkan bir ışık huzmesi beni selamladı. O ışık, aradığım Tanrı’nın Gözü taşını yansıtıyordu. Taş, bir kaya parçasının üstünde, üzerine düşen ışığın aydınlattığı bir şekilde parlıyordu. Ama bu kutsal objenin yanında yalnızca aradığım şey yoktu.
-Devamı sonraki bölümde-
Yorumlar